Özel İnsanlar ve ‘Sıradanlar’ İçin Suç ve Ceza – Dostoyevski | Radyo tiyatrosu

349

“Dün tartıştıkları neydi biliyor musun, Rodya Suç var mıdır, yok mudur? Bir araba laf ettiler bu konuda!   “Şaşılacak ne var bunda?” dedi Raskolnikov dalgın dalgın. “Bilinen, sıradan bir toplumsal sorun.” Porfiriy: “Konu pek böyle konmamıştı ortaya”, dedi. Her zaman olduğu gibi hemen ateşlenen Razumihin, Porfiri’yi onaylamakta acele ederek: “Evet, doğru, konu pek böyle konmamıştı ortaya”, dedi. “Şimdi Rodion, dinle ve düşüncelerini söyle bana. Dün anamdan emdiğim süt burnumdan geldi bu baylara laf anlatacağım diye; seni bekledim durdum. Geleceğini onlara da söylemiştim… Sosyalistlerin görüşlerinin tartışılmasından başladı her şey. Bilinen görüş. Suç, toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur. Tamam! Bundan başka hiçbir neden kabul edilmiyor!”

“Yalan söyleme!” diye bağırdı Porfiriy Petroviç, canlanmış gibiydi; Razumihin’e bakarak  ikide bir gülüyor, böylece de onu büsbütün çığrığından çıkarıyordu.
Razumihin taşkın bir heyecanla Porfiri’nin sözünü keserek: “Hiçbir neden kabul edilmiyor!”
dedi. “Yalan söylemiyorum!.. Sana onların kitaplarını gösterebilirim: onlara göre her aksaklık, çevrenin bozukluğundan kaynaklanıyor, hepsi bu! En sevdikleri laf, bu! Yani eğer toplumsal düzen yoluna konulacak olursa, bir anda bütün suçlar yok oluverecek; çünkü ortada protesto edecek bir şey kalmayacak. Ve herkes bir anda dürüst olacak…

Doğa diye bir şey hiç hesaba katılmıyor, yok sanki böyle bir şey! Doğa, kapı dışarı! Onlara göre, tarihsel olarak, canlı bir biçimde gelişen ve önünde sonunda düzenli bir toplumsal yapıyı sağlayan insanlık yoktur: tam tersine, tarihsel gelişmeden ve canlı süreçlerden önce bütün insanlığı düzenleyen, bütün insanlığı bir anda dürüst, kusursuz bir hale getiren, matematik bir kafadan doğma bir toplumsal düzen vardır. Onların tarihten bu kadar nefret etmelerinin ve onu “rezillikler ve aptallıklar yığını” olarak nitelemelerinin nedeni budur. Böylece her şeyi aynı saçmalıkla açıklama olanağını elde ediyorlar! Yaşamın canlı akışından nefret etmeleri de bu yüzden. Canlı varlığa ne gerek var! Canlı varlık için yaşam gereklidir, canlı varlık makinelere boyun eğmez, canlı varlık kuşkucudur, canlı varlık gericidir! Berikinde ise, bir ölü kokusu var, istersen kauçuktan da yapabilirsin böylesini buna karşılık cansızdır, iradesizdir, köle ruhludur, başkaldırmaz! Böylece sonunda her şeyi tuğla istifine, falansterde koridor ve odaların yerleştirilmesine getirip dayıyorlar! Falanster hazır ama siz falanster için hazır mısınız? Hayır, sizin doğanız henüz falanster için hazır değil; o yaşamak istiyor, yaşam sürecini henüz tamamlamamış… Mezar için henüz zaman erken! Yalnızca mantıkla doğayı aşıp geçemezsin! Mantığın önceden yalnız şu durumu kestirilebilir; oysa bunlar yasamda milyon.
Falanster: Fransız ütopyacı sosyalist Fourier’nin düşlediği topluluk ve bu topluluk üyelerinin özerinde yaşadığı dörtyüz hektarlık toprak parçasıdır! Bu milyonlarca duruma boşvermek ve her şeyi konfor sorununa indirgemek! Bu, sorunun en kolay çözüm yoludur! Ve insanı baştan çıkartacak kadar göz kamaştırıcı bir çözüm! Fazlasını düşünmek bile gereksiz! Evet, en önemlisi de: düşünmek gereksiz! Yaşamın onca gizi, iki kitap forması içine sığdırılmış!”
Porfiri gülümseyerek:
“Amma yırtındın yahu!” dedi. “Bağlayın şunu, yoksa susmayacak! Raskolnikov’a döndü. Düşünebiliyor musunuz, dün gece de böyle… Bir odada altı kafadan ses… üstelik herkes bol bol içmiş… Hayır, dostum, sözlerin birer palavra! “çevre”, suç işlemede çok önemlidir; bunu sana kanıtlayabilirim.”
“önemli olduğunu ben de biliyorum, ama sen bana söyle bakalım: kırk yasında bir herif on yaşında bir kızı kirletirse, bu işi çevrenin zoruyla mı yapmış olur?”
Porfiriy büyük bir ciddiyetle:
“Evet”, dedi, “hem de tam anlamıyla çevrenin zoruyla yapmış olur. Kıza karşı işlenen bu suç, çok, ama çok büyük ölçüde “çevre”yle ilişkilidir.”
Razumihin öfkeden kuduracak gibiydi:
“İster misin”, dedi, “senin beyaz kirpikli oluşunun, “İvan Velikiy” çan kulesinin seksen metre yüksekliğinde olmasından, ama yalnız ve yalnız bundan ileri geldiğini kanıtlayayım mı sana?
üstelik de bunu sana apaçık bir şekilde, büyük bir doğrulukla, ilerici, hatta liberal bir ağızla kanıtlayıvereyim? Nasıl, bahse var mısın?”
“Varım! Dinleyelim bakalım, nasıl kanıtlayacaksın!”
Razumihin yerinden fırladı, elini kolunu sallayarak: “İşin güçün rol yapmak, kendini olduğundan başka göstermek!” diye bağırdı. “Konuşmaya değer mi senin gibi bir adamla! Sen onu bilmezsin daha. Rodion, mahsus böyle yapar o! Dön de sırf adamları maskara etmek için onlardan yanaymış gibi göründü. Neler söylemedi yarabbi! Bu böyle konuşuyor diye ötekiler de nasıl seviniyorlardı!.. Hem de girdiği rolö bir iki hafta sürdürür!.. Geçen yıl bizi papaz olacağına inandırmıştı; tam iki ay papazlık türküsü söyledi durdu. Geçenlerde de evleneceği masalını uydurdu, sözde, nikah için bütün hazırlıklar tamammış… Kendine yeni bir elbise bile diktirdi. Biz de kendisini kutlamaya başladık, oysa ortada ne gelin vardı, ne bir şey!..”
“Gene yalan söyledin! Ben elbiseyi daha önce diktirmiştim. Zaten yeni elbise esinledi bana sizi işletmeyi.”
Raskolnikov: “Gerçekten de kendinizi olmadığınız gibi gösterir, böyle şeyler yapar mısınız?” diye sordu.
“Yapmam diye mi düşünüyordunuz? Durun hele size de bir numara yapayım da görün, hah hah-ha! Hayır, ben size şimdi gerçeklerden söz edeceğim. Bütün bu konuştuğumuz şeyler, suç, çevre, küçük kız… Bana sizin bir yazınızı hatırlattı aslında, her zaman ilgimi çekmiştir o yazınız benim. “Suçlar üzerine”… Ya da… Durun bakayım, nasıldı?.. Neyse, başlığını hatırlayamıyorum. İki ay kadar önce “Periodiçeskaya Reç” gazetesinde okumak zevkini tatmıştım.”
Raskolnikov şaşırmıştı:
“Benim bir yazım mi? Periodiçeskaya Reç? Gerçekten de altı ay önce, üniversiteden ayrıldığımda, bir kitap özerine bir yazı yazmıştım, ama yazımı “Periodiçeskaya Reç”e değil,
“Yejenedelnaya Reö”e vermiştim.”
“Ama “Periodiçeskaya Reç”de çıktı.”
“Yejenedelnaya Reç” kapandığı için yazımı basamamışlardı…”
“Doğru, “Yejenedelnaya Reç” yayınına son verdi ve “Periodiöeskaya Reç’le birleşti. Yazınız da bundan dolayı, iki ay önce “Periodiçeskaya Reç”de yayımlandı. Demek bilmiyordunuz?”
Raskolnikov gerçekten de bilmiyordu.
“Gidip kendilerinden yazınızın parasını isteyebilirsiniz! Doğrusu şaşılası bir insansınız! Öylesine kabuğunuza çekilmişsiniz ki, sizi doğrudan ilgilendiren şeylerden bile haberiniz yok.
Razumihin bağırdı:
“Bravo, Rodya! Bundan benim de haberim yoktu! Bugün hemen bir okuma odasına gidip gazetenin o sayısını arayacağım!
İki ay önce mi dedin? Tarihini tam biliyor musun? Neyse, ara bulurum! Şu ise bak! Söylemez de!”
“Peki siz yazının benim olduğunu nasıl anladınız? İmza yeri ne adımın baş harfleri vardı?”
“Bir rastlantı sonucu öğrendim: hem de bugünlerde… Gaz tenin yazı işleri müdürü arkadaşımdır… Yazı beni çok ilgilendi:) misti…”
“Yanlış hatırlamıyorsam, suç sürecinde suçlunun psikolojik durumunu incelemiştim.”
“Evet. Ve, suçu gerçekleştirme anında suçlunun hasta olduğunu savunuyorsunuz. Doğrusu çok, ama çok özgün bir düşünce… Ama biliyor musunuz, beni, yazınızın bu bölümü değil de, sonlara doğru ileri sürdüğünüz, ama ne yazık ki üstü kapalı olarak, anıştırma biçiminde ileri sürdüğünüz, bir düşünce daha’ çok ilgimi çekti… Kısacası, hatırlıyorsanız, yazınızda ima yollu her tür suçu, her tür cinayeti isleyebilecek… İşleyebilecek değil de, işlemeye hakları olan birtakım insanlardan ve bunlar içini yasa ve benzeri engellerin bulunmadığından söz ediyorsunuz…”!
Raskolnikov, düşüncelerinin art niyetle ve zorlamalı bir biçimde çarpıtılmasına gülümsedi.
Razumihin biraz da korkuyla: “Nasıl? Bu da ne demek?” diye sordu. “Suç işleme hakkı! mı?Yoksa yine ‘çevrenin bozukluğundan’ mı!”
“Hayır, bu kez çevreyle hiçbir ilgisi yok işin” dedi Porfiriy. “Sorun şu ki, Rodion Romanoviç’in yazısında insanlar “olağa- nüstüler” ve “sıradan olanlar” diye ikiye ayrılıyor. Sıradan insanlar uysal, söz dinler kişiler olarak yasarlar ve yasaları çiğneme hakları yoktur, çünkü onlar, adları üstünde, sıradan insanlardır. Yanılmıyorsam böyleydi..?”
Razumihin, şaşkınlık içinde: “Ama nasıl olur? Hayır olamaz!” diye söylendi.
Raskolnikov yine gülümsedi. Sözü nereye getireceklerini hemen anlamıştı. Yazısını hatırlıyordu. Meydan okumayı kabul etti. Sakin, alçakgönüllü:
“Yazımda ileri sürdüklerim sizin söylediğiniz gibi değildi”, dedi. “Yine de itiraf ederim ki, düşüncelerimi doğru, hatta tümüyle doğru bir biçimde özetlediniz (Tümüyle doğru olduğunu kabul etmesi hoşuna gitti). Aramızdaki biricik fark, benim, sizin söylediğiniz gibi, olağanüstü insanların her zaman, her türlü rezilliği ille de yapabileceklerini, yapmak zorunda olduklarını söylememiş olmamdır. Sanırım, öylesi bir yazının yayımlanmasına zaten izin vermezlerdi. Ben yalnızca “olağanüstü” insanın ülkülerinin gerçekleşmesi için gerekiyorsa (yalnızca bu koşulla: ülkülerinin gerçekleşmesi için gerekiyorsa… Kaldı ki, bunlar tüm insanlık için de kurtarıcı birtakım ülküler olabilirler) bazı engelleri aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini (resmi olmayan bir haktır bu) ima etmiştim. Demin yazımın pek açık olmadığını buyurdunuz! Elimden geldiğince onu size açmaya hazırım. Sizin istediğinizin de bu olduğunu söylersem, sanırım yanılmış olmam. Buyurun öyleyse. Kepler ya da Newton’un buluşlarını, çeşitli kombinezonlar yüzünden bu buluşların açığa çıkmasına engel olan, bunların yolunu tıkayan bir, on, yüz ya da daha çok kişinin hayatları feda edilmeden insanlık öğrenemeyecekti diyelim. Bu durumda bence, Newton’un buluşunu tüm insanlığa iletebilmek için bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bu onun için bir zorunluluktu. Bundan hiçbir zaman Newton’un önüne geleni asıp kesmeye, ya da hergün çarşı pazarda hırsızlık etmeye hakkı olduğu sonucu çıkmaz. Daha sonra, hatırımda yanlış kalmadıysa, bu görüşümü şöyle geliştiriyordum: En eskilerden başlayıp, Likürg, Solon, Muhammed, Napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de, toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrıcasız hepsi birer suçluydular. Doğaldır ki bunların hepsi amaçlarına yardımı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlar-dır. Hatta çok ilginçtir: bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kan dökücüdür. Kısacası ben buradan şu sonuca varıyorum: büyükler bir yana, toplum içinde birazcık sivrilen, yani topluma söyleyecek birazcık yeni bir şeyleri bulunanlar, doğaları gereği, tabii kimi az, kimi çok birer suçlu olmak zorundadırlar.
Tersi durumda zaten sivrilmelerine olanak yoktur; öte yandan sürünün içinde kalmayı da yine doğaları gereği kabul edemezler, ki bence de kabul etmemek zorundadırlar. Kısacası, gördüğünüz gibi, buraya kadar söylediklerimde yeni hiçbir şey yok. Binlerce kez tekrarlanmış, yazılıp söylenmiş şeyler bunlar. Benim insanları olağanüstüler ve sıradan olanlar diye bölümlememe gelince, bunun biraz keyfi bir bölümleme olduğunu itiraf ederim; çünkü ben zaten kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben öne sürdüğüm ana düşünceme inanıyorum. Bu ana düşüncenin özü şudur: insanlar doğa yasaları gereğince, genellikle iki bölüme ayrılırlar: aşağılar (sıradanlar), ki bunların biricik görevleri, kendileri gibi olanların çoğalmalarını sağlamak, bu işin aracı olmaktır; ve kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve dehasında olanlar. Doğaldır ki, bu arada sınırsız sayıda alt bölümleme yapılabilir.
Ama bu iki ana bölümün ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinciler, yani kendileri gibi olanların çoğalmasına araç olanlar, doğaları gereği tutucudurlar, uysaldırlar, boyun eğerek yaşarlar ve boyuneğmeyi severler. Bence de bunlar uysal ve boyuneğici olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevleridir ve burada onlar için aşağılatıcı bir durum sözkonusu değildir.
İkinci bölümdekilerse, sürekli olarak yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar, ya da yeteneklerine bağlı olarak, yıkıcılığa yatkındırlar. Bunların işledikleri suçlar, doğaldır ki, son derece çeşitli ve görelidir; ama büyük çoğunluğu, birbirinden apayrı nedenler ileri sürerek, daha iyi şeyler adına şimdinin yıkılmasını isterler. Bunların ülkülerini gerçekleştirmeleri için, cesetlerin, kan göllerinin üzerinden atlamaları gerekse, bence, kendilerine bu izni, vicdan rahatlığıyla verebilirler; tabi bu söz konusu ülkünün ne olduğuna, boyutlarının ne olduğuna bağlı olan bir şeydir, bu noktaya dikkatinizi çekerim. Yazımdaki suç işleme hakkını ben bu bağlamda ele aldım. Hatırlarsanız, hukuksal bir sorunun tartışması olarak girilmiştir konuya). Aslında fazla telaş edecek bir durum yok ortada: ikinci bölümdekilerin kendilerine tanıdıkları hakkı, yığın hiçbir zaman onlara tanımamıştır. Onları en ağır biçimde cezalandırmış, boyunlarını vurmuştur (az ya da çok); bunu yaparken de, tümüyle haklı olarak, kendi tutucu görevini yerine getirmiştir.
Bununla birlikte, sonraki kuşaklarda aynı yığın, basları vurulan bu insanların heykellerini  dikmiş ve onlara tapınmıştır (az ya da çok). Birinci bölümdekiler hep bugünün, ikinci bölümdekilerse hep yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar;
ikinciler dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru yöneltirler. Her iki bölümdekiler de  tümüyle eşit yaşama hakkına sahiptirler. Tek kelimeyle her iki yanın da hakları birbirine eşittir… Ve… Vive la guerre eternelle* tabii Yeni Kudüs’e kadar!”
“O zaman siz Yeni Kudüs’e inanıyorsunuz?”
“İnanıyorum”, dedi Raskolnikov tok bir sesle. “İnanıyorum” derken de, uzun konuşması süresince de, halı üzerinde bir noktaya gözlerini dikmiş, başını hiç kaldırmamıştı.
“Tanrıya… Tanrıya da inanıyor musunuz? Merakımı bağışlayın.”
“İnanıyorum”, dedi Raskolnikov, başını kaldırıp Porfiri’ye bakarak.
“Peki, ya Lazare’ın  dirilişine?”
“Buna da inanıyorum. Niçin soruyorsunuz bana bunları?”
“Gerçekten inanıyor musunuz?”
“Evet, gerçekten inanıyorum.”
“Demek öyle… Merakım için bağışlayın. Simdi izin verirseniz, deminki konuya dönüyorum…
Her zaman da boyunları vurulmaz onların, hatta kimileri tam tersine…”
“… yaşarken zafer tacını giyerler? Bu doğru, kimileri ölmeden amaçlarına kavuşur, o zaman da…”
(Aslında da Fransızca): “Yaşasın öncesiz ve sonrasız savaş!”  Lazare: Tevrat’ta en
yoksul insan olarak nitelenen kişi.
“…onlar kelle kesmeye başlarlar?”
“Eğer gerekiyorsa… Ve biliyor musunuz, çoğu kez de bu gerekmiştir. Aslında oldukça ince bir espriye dayanıyor düşünceniz.”
“Teşekkür ederim. Yalnız bana şunu söyleyebilir misiniz: bu olağanüstüleri, olağanüstü  olmayanlardan nasıl ayıracağız? Doğuştan birtakım belirtileri falan mı var? Demek istediğim, biraz daha açıklık, yani dıştan ayırdetmeyi sağlayacak bir belirginlik gerek: pratik ve iyiniyetli  bir insan olarak bu doğal endişemi bağışlayın, ama özel bir giysi, ne bileyim, bir üniforma, ya  da rozet gibi bir şeyler taşıyamaz mı bunlar? Šünkü, eğer bir yanlışlık olur da, bu bölümden  birisi, kendisinin aslında öteki bölümden olduğunu sanır ve sizin demin gözkamaştırıcı biçimde açıkladığınız gibi “bütün engelleri kaldırmaya” kalkarsa… Kabul edin ki, o zaman…”
“Oo, bu sık sık olur! Doğrusu bu düşüncenizde deminkinden de ince bir espri yar…”
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim. Yalnız unutmamak gerekir ki, böylesi yanlışlıklar yalnız birinci bölümdekiler,  yani benim “sıradanlar” dediklerim (sanırım pek başarılı değilim bu adlandırmada) tarafından  yapılabilir… Boyuneğmeye doğuştan yatkın olmalarına rağmen, doğanın, ineklerden bile  esirgemediği bazı cilveleriyle, bunlardan birçoğu kendilerini öncü, “yıkıcı” gibi görmeyi severler ve “yeni söz” söyleme hevesine kapılırlar. üstelik bunu da büyük bir içtenlikle yaparlar. Gerçek yenileri çoğu kez farkede-mezler bile, hatta onları geri ve aşağılık şeyler düşünen insanlar olarak küçümserler. Ama burada bence ciddi bir tehlike sözkonusu değildir.
Sizin de, doğrusu, telaşlanmanızı gerektirecek bir neden yok. çünkü bunlar hiçbir zaman ileri gidemezler. Kapıldıkları hevesten dolayı ve kendilerine kim olduklarını hatırlatmak için,  kuskusuz bunları kırbaçlamak da mümkündür, ama daha ileri gitmemek gerekir. Hatta  kırbaçlama için özel birine de gerek yok burada, onlar kendi kendilerine yaparlar bu işi, çünkü son derece dürüsttürler, hatta bu hizmeti birbirlerinden esirgemeyenler de vardır aralarında; kimileriyse kendisine verilecek cezayı başkasına bırakmaz, bu işi kendi elceğiziyle yapar… Kendilerini çeşitli biçimlerde açık itiraflara zorlarlar… Güzel ve ibret verici bir tablodur bu… Kısacası, telaşlanmanızı gerektirecek bir durum yok… Bu işin böylesi yasaları var.”
“Doğrusu, hiç değilse işin bu yönünden yüreğime su serptiniz… Gelin görün ki telaşlanmayı gerektirecek bir başka nokta daha var: söyler misiniz lütfen, kendilerinde başkalarını  boğazlamak hakkını gören şu “olağanüstüler” pek mi çoktur? Ben, kuşkusuz, bunların önünde saygıyla eğilmeye hazırım, ama siz de kabul edersiniz ki, eğer bunların sayıları fazlaysa, bu dehşet verici bir şeydir, öyle değil mi?”
“Ah, bu bakımdan da kaygılanmanızı gerektirecek bir durum yok. Genel olarak yeni
düşünceleri olan, hatta yeni denebilecek bir şeyler söyleme yeteneğinde olan insanlar pek seyrek doğarlar, hatta şaşılacak kadar seyrek doğarlar. Bilinen bir şey varsa o da, bütün bu farklı bölümlerdeki insanların doğum düzenlerinin, bir doğa yasasıyla hiç yanlışsız ve kesin olarak belirlenmiş olmasıdır. Kuşkusuz, sözünü ettiğim bu doğa yasasının nasıl bir yasa olduğunu biz şimdilik bilmiyoruz; ama ben bunun varlığına ve sonraları nasıl bir şey olduğunun anlaşılıp herkes tarafından kabul edileceğine inanıyorum.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz