Yaşar Kemal’den Seçme Öyküler: Süpürge

Yasar KemalBirisinin adı Reşid, ötekininki Durmuştu. Reşid çok uzun boylu, incecik, Durmuş toparlak denecek kadar kısa, şişmandı.
Bahardı. Yağmur yağmış, toprağa apaydınlık bir gün vurmuştu. Toprak ışıldıyor, ışıklar sanki topraktan fışkırıyordu.
Yağmur altında sabaha kadar yol yürümüşlerdi. Şimdi ıslak sırtlarından usul usul bir buğu kalkıyordu. Epeydir yolun ortasında, konuşmadan, durup düşünüyorlardı. Belden aşağıları çamur içinde kalmıştı.

Uzakta, ovanın ortasında, bir ayna gibi çiftlik evlerinin çinkoları parlıyordu.
Durmuş ağır ağır başını kaldırdı. Reşidin yorgunluktan omuzları düşmüş, kuru, kavruk avurtları biribirine geçmiş, yaşlanmış gibiydi.
Bakıştılar. Sonra gene hiç konuşmadan yürüdüler. Ayaklarının bileklerine kadar çamur içine gömülüyorlardı. Yorgunluktan ayakları biribirine dolanıyordu.
İkindiye kadar yürüdüler. Güneşli toprağa bir duman çökmüştü. Öteden, güney taraflarından karanlık, kocaman bir bulut parçası üstlerine doğru geliyordu. Çiftliğe girdiler.
Beyaz bir horoz gübreliğin üstünde eşeleniyordu. Sonra önlerinden korkak bir köpek geçti. Boynu pırıl pırıl bir tay, durup geriniyor, sonra sıçramalarına yeniden başlıyordu.
Burunlarına ekşi gübre kokusu geldi.

Durmuş durup Reşide baktı. Reşid de durdu. Sonra kocaman, uzun, hangar gibi kerpiçten yapıya doğru yürüdüler.
Uzun yapının kapısına geldiklerinde karşılarına yerden bitme dedikleri cinsten, kara yırtık donunun içinden bile bacaklarının eğriliği belli olan çelimsiz bir adam çıktı.
Birden: “Durun bakalım,” dedi. “İndirin yorganlarınızı sırtınızdan.”
Reşidle Durmuş hiçbir şey söylemeden, ağır ağır yorganlarını sırtlarından çözüp duvarın dibine koydular. Reşid: “Adını bağışla, Ağarn,” dedi. Adam:
“Benim adım Veli,” dedi. “Bu çiftlikte Ağadan sonra ben gelirim. Bunu böyle bilesiniz. Ben Ağanın gözbebeğiyirn. Bu çiftlikte her şey benden sorulur, böyle… ”
Durmuşla Reşid toparlanıp Veliye karşı saygılı bir tutum takındılar. Veli de kabardı:
“Kim gönderdi sizleri? Benim adımı mı verdiler size?”
Reşid:
“Biz geldik,” dedi. Veli kızdı:
“Kimin için geldiniz? Mercimek çiftliğine Veli adı anılmadan girilir mi?”
“Biz geldik.. . Kimseye sormadık… Gördük de geldik…” Veli tepindi.
“Ulan,” dedi, “kimse size orada Veli var, size iş verir demedi mi?”
Reşid sustu. Veli ısrar etti: “Söyleyin, demedi mi?” Reşid:
“Senin adını,” dedi, “Ağarn, biz köyde duyarık.” Veli:
“Şimdiye kadar neden söylemediniz ya? Dernek benim adımı köyde duyarsınız?”
Reşid: “Duyarık.”
Veli bir el işareti yapıp önlerine düştü… Onlar da arkasından yürüdüler… Küçücük, çitleri çökmüş, bükülmüş, bel vermiş bir huğun önüne gelince durdular.
Veli çekirge gibiydi.
Sert sert:
“Karı! Karı!” diye seslendi.
Evin küçücük kapısından saçı başı karmakarışık, yüzü buruş buruş bir kadın, eliyle açık göğsünü kapamaya çalışarak, göründü…
Veli:
“Karı,” dedi, “bunlar bizim konuklarımız.” Kadın içeri çekildi. Veli gürledi:
“Çulu ser, döşek at, bunlar ta Albustandan, Veli demiş gelmişler.”
Veli önde, onlar arkada, içeri girdiler.
Kadın telaşla evin çamur içindeki toprağına çulu seriyordu.
Veli, çulun başköşesini gösterip:
“Oturun,” dedi. “Mademki Veli demiş gelmişsiniz, benim başımın üstünde yeriniz var.”
Tek odalı, basık, üstündeki otlar kalbura dönmüş evin içerisinde hemen hemen eşya denecek hiçbir şey yoktu. Yalnız köşede kılıfsız bir yorganla küçücük bir minder duruyordu. Minder öyle eski öyle kirliydi ki… İt yatmaz derler ya, öyle işte… Başkaca… Ha bir de çam su bardağı vardı. Bardağın yanı yönü sızan sularla göllenmişti.
Veli:
“Karı,” dedi, “bunlar ta Albustandan benim adımı duyup gelmişler. Çabuk bir kahve yap!”
Kadın köşedeki ocağa bir iki çırpı atıp ateşledi. Sonra kocaman bir cezveye su doldurup ocağa sürdü.
Veli:
“Karı,” dedi, “kahve iyi olsun, şöyle şekeri çok! Bunlar…”
Evin orta direği yanındaki, başını ön ayakları üstüne koymuş, dişleri dökülüp tüyleri seyrelmiş yaşlı köpek, gürültüye bir gözünü usulcana açıp sonra geri kapadı.
Veli:
“Size,” dedi, “çok iyi bir iş bulmak gerek!” Reşid:
“Sağ ol kardaşım Veli efendi,” dedi. “Biz senin ününü duyduk da geldik.”
Veli karısına döndü:
“Bak,” dedi, “karı, ne diyorlar?”
Sonra Reşide:
“Bir daha söyle de karı da duysun.” Reşid:
“Biz senin ününü duyduk da… ta memlekette… ” Veli:
“Siz en çok ne iş yapmayı seversiniz?”
Reşid:
“Tutmalık.”
Durmuş:
“Tutmalık.”
Veli:
“Ben şimdi size istediğiniz işi veririm.”
Reşid yavaş yavaş boynunu içine çekti, utana utana:
“Veli Ağam efendi,” dedi, “hakkımız ne ola?”
Veli:
“Herkese ne ise size de o. Siz benim adamımsınız, size az veremez ya Ağa! Bir değil, beş değil, sizin gibi bin tane gelir gider bu kapıya. Ağa der ki: ‘Veli oğlum, kimsenin hakkı kalmasın bende. Bana Allah vermiş vereceği kadar. Fakir fıkaranın hakkını koyup da boğazımda, cehennemde yatırma beni.’ Bizim Ağa gibi hiç yok. Öyle öteki ağalar gibi hak yemek, kırbaçla tutma dövmek yok bunda. Başkaları bir verirse o beş verir, verir amma borçtan da kurtulmaz. Hak yemez, o taraftan korkmayın. Ben kefiliyim Ağanın.” Reşid:
“Çok iyi kardaş,” dedi. Durmuş:
“İyi, iyi, biz de böylesini arıyorduk.” Veli, Reşidin elini tuttu:
“Yok bizim Ağa gibi Çukurovada… yok! Merhameti deniz kadar. Sekiz yıldır yanındayım, bir kötülüğünü görmedim. Gelir eve kadar. İnanın, oturur şu sizin oturduğunuz çulda. ‘Oğlum Veli, nasılsın?’ der. ‘Para gerek mi?’ der. ‘Yok Ağa, yok, gerek değil. Sayende geçinip gidiyoruz. Para lazım olursa, eksik olma. Kesen bize her zaman açık, gelir alırım’ derim. Ağa, karıma döner: ‘Nasılsın kızım, nasılsın gelinim? Geçinebiliyor musunuz? Bir noksanınız var mı?’ diye sorar.”
Karısına döndü:
“Kız,” dedi, “öyle değil mi?”
Kadın:
“Öyle,” dedi, “öyle… Ağa her zaman gelir bize. Bizim Ağamız çok eyi… Sayesinde tuzsuz sabunsuz kalmadık. Ağamız gibi var mı?”
Durmuş değneğini çenesine vermiş, Veli konuştukça, şaşkınlık gösteriyor. Başıyla boyuna “evet” diyor. Birden ağzından kaçırdı:
“Ne iyi Ağa! Adam böylesinin yoluna ölür. Para da verirse… ”
Velinin tepesi attı:
“Verir de söz mü? Ortağıyız, dedik, ulan Ağanın. Beni tutma mı sanıyorsun? Bu çiftlik benim elimde. Ben olmasam batar gider. Ne sandınız ya! Verir mi de söz mü? Benim elimde… Yak, yak! Kır, kır. Ye, iç! Kimse ‘nereden gelip, nereye gidiyorsun, Veli?’ diyemez.”
Sonra karısına döndü. Karısının gözleri büyümüştü.
“Öyle değil mi, karı?”
Kadın:
“Nasıl derlermiş? Biz döndürüyoruz bu çiftliği tek başımıza…” Reşid:
“Darılma Ağam, onun aklı ermez.” Durmuş kıpkırmızı kesilmiş, yüzünde ter damlaları boncuklaşmıştı. Korka korka:
“Kusura kalma Ağam, benim aklım ermez,” dedi. Reşid:
“Adamı ne bilir, sözü ne bilir!”
Durmuş büyük suçunun ne olduğunu daha bilmiyor, şaşkın şaşkın bakıyordu:
“Ben,” dedi, “adamı da bilmem, sözü de… Bağışla suçumu!”
Veli:
“Haydi bağışladık Hani, dedik, biz tutma değiliz. Bu çiftlik bizden sorulur. Ona göre!”
Bu sırada, çay bardaklarının içinde, kadın kahveyi getirmişti.
Veli düşündü. Aklına geldi:
“Kız,” dedi, “çocuklar aç, şimdi. Çabuk yemek!”
Kadın:
“Sahi,” dedi, “hiç akıl etmedik.” Veli:
“Ta memleketlerinden adımı duyup gelmişler. Başım üstünde yerleri var.”
Dışardan kalın bir kadın sesi geldi:
“Veli Veli! Gözü kör olası Veli! Öküzlerin altını da, bizim evi de süpürmemişsin daha! Haydi çabuk…”
Veli yumruklarını sıktı. Benzi kül kesildi.
“Bu karı,” dedi, “Ağaya layık değil. Gavurun biri. Bana bile, Ağaya bile evi süpürttürür.”
Hızla kalkıp hınçla süpürgeyi eline aldı.

Yolda
Yaşar Kemal
Seçme Öyküler
Yapı Kredi Yayınları

 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz