Ağlar bu mezarlıkta yörükler her gece
Bıkıp iri yıldızları davar sanmaktan
Düşünür eski günleri… iskandan önce
Geride kalmanın hüznü yamanmış yaman.
Melih Cevdet Anday
Aladağın ardında, uzun bir koyak var. Koyak baştan ayağa ormanlık. İçinden yüzlerce pınar kaynıyor. Dört yanları naneli, pürenli, içleri çakıl taşlı, soğuk, aydınlık pınarlar. Pınarlardan su yerine aydınlık kaynıyor, oluklardan su yerine ışık şakırdıyor. Çok eski zamanlardan bu yana burası, Aladağın ardı Türkmenin, Yörüğün, Aydınlı Yörüğünün yaylağı. Çukurova ne zamandan bu yana bu insanların kışlağıysa, o zamanlardan bu yana da Aladağın koyağı bunların yaylağıdır. Yörükleri ne bu kışlaktan, ne bu yaylaktan kolay kolay ayıramazsın, ölürler. Bir kayanın doruğunda bitmiş bir ot nasıl inatla köklerini sert çinke taşlarına sarmış, tutunmuşsa, Aladağ Yörüğü de öyledir.
Demirci Haydar Usta yürürken zınk diye duruverdi. Sağ elini bakır kızılı uzun sakalına götürdü, sakalını tam çenesinin altından sertçe tutamladı. Sol eli de kendinde olmadan sağ elini izledi. Haydar Ustanın adımları gittikçe yavaşlıyordu. Sonra ağır ağır gittiler, durdular. Haydar Usta bir süre olduğu yerde öylece kaldı. Başını kaldırdı, havayı koklar gibi boynunu uzattı, sağına soluna bakındı, sonra gene daldı gitti. Elleri sakalından çözülüp iki iri külünk gibi yanlarına düşünce gene yürüdü. Gittikçe hızlanıyordu. Ceviz rengi bir şayak şalvar giymişti. Sırtındaki yelek sırmalı, eski bir aba ya da cepken bozmasıydı.
Başında kendi eliyle keçi tüyünden ördüğü altın renginde bir börk vardı. Börk ona iki kat heybet veriyordu. Kaşları da püskül püskül, geniş alnına, altın, uzun börküne, çağıldayarak akmış gitmiş bakır sakalına uyuyordu.
Uzun bir süre böyle hızlı, soluk soluğa yürüdükten sonra gene ayakları yavaşladı, sonra ağır ağır durdu, elleri gene sakalını tutamladı, gene dehşet bir düşünceye vardı. Gölgesi mor toprağa düşmüştü. Gölgesi de dehşet bir düşüncedeydi. Yandaki kayalıklara dökülen oluğun suları şakırdıyor, yere daha düşmeden parça parça, tuz buz oluyordu. Dökülen sularla birlikte, suların şakırtısına düşüncesini uydurmuş, gözlerinin önünden, aklından dünyalar geçiyordu.
Bre koca Allah, hay bre koca Allah… Çukurda bir kışlak ver bana kışlayım. Aladağda bir yaylak ver yaylayım. Eskiden vermiştin ne oldu? Eskiden vermiştin neden geri aldın? Hay bre boz atlı, yeşil donlu Hızır senden de imdat umarım. Bu gece varır huzurunda dururum, yardımını dilerim. Ala gözlerini görürüm.
Yorulmuştu. Yandaki kayaya tırmandı, kayanın aralığından bir çam fışkırmıştı, vardı sırtını ona dayadı. Çam da Demirci Haydar kadar yaşlanmıştı.
Gövdesi domur domur yarılmış, dalları bükülmüş, yere sarkmıştı.
Bu gece onu göreceğim, hiçbir çaresi mümkünü yok. Varıp huzuruna yüz süreceğim. Hiçbir çaresi mümkünatı yok. Padişahlar için yaptığım kılıcı ona vereceğim, hiçbir mümkünatı çaresi yok.
Gene sakalını sıkı sıkıya tutamlamıştı. Öğle güneşinde, altın ışıltısındaki börkünün altındaki bakır sakalı, püskül kaşları yıldırdıyordu. Çimeni yeşil gözleri bir ışıltıda ikide bir çakmak çakıyor, kararıveriyordu.
Bak, diyordu, koca Allah, güzelim, yiğidim, dost, aslanım, yeri göğü, inni cinni; seni beni yaratansın değil mi? İşte böyle kardaşım. Ben onlara, şu cehennemin dibine batasıca obaya dedim ki, bu Hıdırellezde ben onunla konuşurum, mümkünatı hem de çaresi yok, konuşurum, dedim. Demedim ya, onlara azıcık umut verdim. İşim yok da o deyyuslara, o alçaklara, o sürüngenlere Çukurda kışlak, Aladağda yaylak veresin diye sana mı yalvaracağım, senin o gülden ince, gülden nazik yüreciğini mi inciteceğim, işim yok da…
Başını göğe kaldırdı, gözlerini uzaklara, derinlere, bir ak bulutun salındığı
yerin arkasına dikti:
Söyle bakalım, verecek misin? diye sert söylendi. Vermezsin! diye de hemen ekledi:
Vermezsin aslanım. Hiç vermezsin. Ben seni bilmez miyim, sen bizi bıraktın.
Sen gökleri, yıldızları, ormanları suları bıraktın, sen camilerden çıkmaz oldun.
Sen kendine ışıklı, büyük kentler kurdun. Sen kendine gökte uçan demir kuşlar yaptın. Sen kendine toprağı yiyen, yerken uluyan canavarlar yaptın. Sen, üst üste evler, yedi denizler yaptın. Bize Çukurda bir kışlak, Aladağda bir yaylak ver desem, vermezsin ki… Ben de bu gece sana kışlak için yalvarmam, mümkünatı çaresi yok yalvarmam. Bu oba da sürünsün senin sayende. Varsın ölsünler, kırım kırım kırılsınlar. Senin yüzünden.
Çukurovayı getirdi gözünün önüne. Bir güz gecesini… Karanlıkta tekmil ova yıldız yıldız yanıyordu. Tarlalarda homurtularla akıp giden koca demir yıldızlar, koskocaman, demirden yıldız böcekleri… Gem vurulmuş akarsular, yollar, yollarda akıp giden, insanın başını döndüren yıldırım gibi beygirler… Toz duman, sıcak, ter, sıtma, bela… Bir acayip kurumuş adamlar… Yarı çıplak yanmış kadınlar. Hele kadınlar, hele çırılçıplak…
Çimeni yeşil gözlerinin akı gittikçe çoğalıyordu.
Aşağıdan bir ayak sesi geldi, bir taş derin uçuruma aşağı yuvarlandı, yanına bir sürü daha taşı katarak gürültüyle aşağıya inmeye başladı. Burnuna taze, ezilmiş, ince, güneşte buğulanmış çiçek kokusu geldi. Canı sıkıldı. Nerdeyse şimdi, şu anda iyice dalacak, şurada, şu taşın başında eski günlere gidecek, Çukurovaya, Adana şehrine, Mersine inecek, güneşten bacakları yanmış kızları, uzun bacaklı kızları görecek, oradan gerisin geri eski günlere, Çukurda koyun sürüsü gibi ceren dolaştığı günlere varacaktı.
Ayak sesine başını kaldırdı, sakalını bıraktı, aşağıdan arkadaşı Müslüm geliyordu. Saçı, sakalı, elleri, kaşı, bıyığı, her bir yanı apaktı. Aşağıdan yukarı bir pamuk yumağı gibi ağıyordu.
Kardaşlığım, kardaşlığım, hay yiğen Haydar, Haydar, sabahtan beri seni arıyorum.
Elindeki kirmeni hem eğiriyor, hem geliyordu.
Geldi soluk soluğa Haydar Ustanın yanına oturdu. Çarığının içine küçücük sümüklüböcekler girmişti, çarığını çıkardı, iyice temizledi, geri giydi, sıkı sıkıya bağladı. Küçücük, bir topak bir adamcıktı Müslüm.
Gözlerini Haydar Ustanın gözlerine dikti, baktı baktı, iki bakış derinden derine şimşeklendi, çakıştı:
Bu yıl bu işi obamız için yapacaksın Haydar. Yeter torunun için yaptığın. Bu yıl Hızırlan İlyas buluştuklarında, sen bizi, obayı unutmayacaksın. Biz öldük Haydar, biz rezil olduk. Kanadımız kolumuz kırıldı Haydar… Koca Allah imdadımıza yetişmezse bizde hayır kalmadı Haydar.
Haydar Usta gene sakalını tutamladı, dirseklerini dizine dayadı, düşündü, daldı, sonra birden çimeni yeşil gözleri açıldı, parladı: Para eder mi Müslüm? diye sordu. Allah bizi bırakmadı mı?
Bizi bırakıp dağlardan koca kentlere inmedi mi? Biz de Allahın gittiği, indiği yere inmeliyiz Müslüm.
Müslüm:
Hay yiğen, dedi; senin soluğun keskin, Hıdırellez gecesinde bir istekte bulunursan koca Allah bizim dileğimizi verir. Muradımızı verir. Yeter ki sen bu yıl bizim için iste, torunun için değil.
Ayağa kalktılar, Haydar Usta önde Müslüm arkada, yola indiler. Bahar gözünü daha yeni açıyordu. Çiçekler yarı açmışlar, yarı tomurcukta. Kuşlar, arılar ılık gün altında yumuşacık uçuşuyorlardı. Yarı uykulu. Toprak geriniyordu. Kayalar, ağaçlar, sular, börtü böcek, geyikler, tilkiler, çakallar, koyunlar, kuzular bir sabah buğusu içinde uykulu geriniyorlardı.
Oba buraya, bu koyağa gelip konalı üç gün olmuştu. Altmış çadırlık bir obaydı bu. Karaçullu obası derlerdi adına. Obanın en yaşlı adamı demirci Haydar Ustaydı. Demirciliği ne işe yaramıştı, yarayacaktı? Bir gün bir işe yarayacaktı ama!..
Bu kış Çukurovada analarından emdikleri burunlarından gelmişti. Şimdiye kadar, şu dünya dünya olalı beri, bu oba Çukura ineli beri böyle bela bir kış geçirmemişler, Çukurova adamından böyle bir düşmanlık görmemişlerdi. Daha dehşet bir şaşkınlık içindeydiler.
Oba eskimiş, yozlaşmış, yoksullamıştı ama geleneklerinin bir kısmını dahayitirmemişti. Oba koyağa iner inmez, çadırlar kurulur kurulmaz derimevi çadırı da kurulmuştu. Derimevi çadırı öyle öteki çadırlar gibi uzunlamasına değildi.
Derimevi çadırları hep yuvarlak olur. Ve kubbelerini keçelerle, kilimlerle örterler. Kapıları görülmedik nakışta bir kilimle örtülmüştür. İç duvarlar eski, nakışlı kilimdendir. Yer baştan ayağa turuncu keçelerle döşelidir. Uçta, kapının sağında köz dolu bir taş ocak vardır. Derimevi otuz yıldır aynı yere kurulur.
Çadırların ortasında, koyağın tabanında düz, üç harman yeri büyüklüğünde mermere benzer ak bir taş vardı. Taşın üstüne sabahtan bu yana keçeler, kilimler, döşekler, yastıklar taşınıp seriliyordu. Ak taşın üstü, ılık bahar güneşinin altında bir renk cümbüşündeydi. Büyük kazanlarda güzel kokulu yemekler pişiyordu. Yaşlı kadınlar büyük sinilere yemekler boşaltıyorlar, kazanlar dolduruyorlardı. Bir duman, bir buğu içinde yitip geri, ortaya çıkıyorlardı. Büyük toy hazırlığında, sevincindeydi herkes. Bir de, bir de Haydar Usta bir olur dese, değme keyfine o zaman. Toy, bir toy daha olacaktı.
Ne olur Haydar Usta… Bir seferlik bir seferlik de bizim için iste. Sen bu obanın en yaşlısı, babası değil misin? Bir yıl, bir bu yıl bizim isteğimizi yap, ondan sonra her yıl ne istersen yap. Allahın yılı mı yok Haydar Usta? Nolursun Haydar Usta… Gözüm Haydar Usta. Bak, bir obanın çoluğu çocuğu, yaşlısı genci senin ağzının içine bakıyorlar. Ne dersin Ustam?
Ulan ne biliyorsunuz Allahın benim her isteğimi yapacağını?
Allah senin her istediğini yapar.
Ulan ne biliyorsunuz?
Biz biliriz, o seni kırmaz.
Haydar Usta ortada, bütün oba dört bir yanını çevirmiş. Haydar Ustanın elleri sakalını kavramış, ellerinden sakal fışkırmış, bakır kızıltısında; göğsünden aşağıya kayıyor.
Ulan etmeyin, ulan köpekler, diyor Haydar Usta. Ulan etmeyin, ulan beni ele aleme, ulan beni Allaha rezil etmeyin. Ulan Allah benim babamın oğlu mu?
Çadırlar solmuş, yırtık, eğmeleri saçaklamış… Çocukların yüzlerinde kan kalmamış, gözlerinin feri kaçmış. Haydar Usta şimdiye kadar, bunca yaş yaşadı, böyle bir yoksulluğu, bu kışki rezilliği hiç görmedi.
Ah elimden gelse, diye inliyor. Aaaah elimden gelse… Aaah, bir gelse elimden.
Gelir, diye bağırıyorlar; hepsi bir yerden.
Bu gece kimse uyumasın. Hiç kimse. Bu gece bir tek kişi uyursa büyü bozulur, büyü… Ben de görür görmez, görürsem eğer…’ Görürsün! diye kalabalık hep bir ağızdan bağırdı. Aladağın, derin, uzun ormanlıklı, kayalıklı koyağı tepeden tırnağa yankılandı. Ben de onu görürsem, sizin isteğinizi isteyeceğim. Kim görürse onu bu yıl, obanın isteğini isteyecek… Tamam mı?
Tamam, diye bağırdılar hep bir ağızdan.
Kim hile yapar da bir başka şey isterse iş bozulur… Nekes olmayın. Çok sıkıştık. Bu yıl da ayağımızın üstünde duracak bir yer bulamazsak, yandık bittik.
Yandık bittik, dediler hep bir ağızdan.
Yaşar Kemal
Binboğalar Efsanesi’nden bir bölüm