“Beyaz, doğumdan önceki hiçliğin çekiciliğine sahiptir. Siyah ise tamamen ölü, içinde hiçbir olanak barındırmayan bir sessizliğe sahiptir. Siyah küller gibi tamamen yok olmuş, bir ceset gibi hareketsiz bir şeydir. Siyahın sessizliği ölümün sessizliğidir. Görünüşte siyah, en az armoniye sahip olan renk ve karşısında diğer renklerin önemsiz tonlarının öne çıktığı nötr bir zemindir. Beyazın, neşe ve lekesiz saflığın, siyahın ise acı ve ölümün simgesi olarak kabul edilişi mantıksız değildir. Siyahla beyazın karışımı, iki hareketsiz renkten oluşumu dolayısıyla sessiz ve hareketsiz olan ve sükunetinde gizil bir hareket barındırmayan griyi meydana getirir. “
Kandinsky, Soyut ve Sanat Üzerine Bir İrdeleme*
Soyut sanatı ilk ortaya atan ve ilk yapıtını 1910 yılında veren Kandinsky’dir. 1886’da Moskova’da doğdu; 1944’te Neuilly-sur-Seine’de öldü. Moskova’da hukuk ve politik ekonomi okudu, ancak 1896’da ressam olmak için Münih’e gitti. 1901’de Phalanx grubunun kurucu üyeleri arasına girdi ve çağdaş resim sergileri düzenledi. Çok seyahat etti, yapıtlarını Salon d’Automne’da sergilediğinde tekrar tekrar Paris’te bulundu. 1908-1914 arasında Murnau köyünde Münih Sanatçılar Birliği’nin ilk başkanı seçildi. 1912’de yayıncılığını Kandinsky ve Marc’ın yaptığı Blaue Reiter almanağı çıktı; aynı ad altında sergiler düzenlendi.
Wassily Kandinsky’nin 1912’de yayınladığı ilk kitabı, Batı sanatında devrimlerin yaşandığı yıllara rastlar. “Über das Geistige in der Kunst” isimli (İngilizce çevirisi: “Concerning the Spiritual Art” (Sanatta Ruhsallık Üzerine) adlı kuramsal yapıtı yayınlandı ve başka dillere çevrildi.
Bu kitapta sanatçı, geleceğin sanatı olarak soyut sanat üzerine düşüncelerini dile getirir. Ancak zaman içerisinde bu kitabının içeriğinin yeterince anlaşılamadığı ya da yanlış anlaşıldığı düşüncesiyle, düşüncelerine açıklık getirmek amacıyla 1913’de “Rückblicke” (Geri Bakışlar) kitabını yayınladı. 1914’de Rusya’ya döndü ve 1917’den sonra bu ülkedeki sanat enstitülerinin düzenlenmesinde önemli rol oynadı. 1921’de Rusya’yı terketti ve 1922’den 1933’e kadar Bauhaus’ta öğretmenlik yaptı. 1926’da “Point and Line to Plane” yayınlandı. 1933’te Paris yakınlarındaki Neuiliy’e yerleşti. Önemli Yapıtları: İlk Soyut Suluboya, Mavi Dağ, Çan Kuleli Manzara, Siyah Kemer ile Siyah Çizgiler, Beyaz Çizgiler, Mavi Daire Dilimi, Başat Mor, Başat Eğri, On Beş, Ilımlılık, Hareketler, Bölünme Birlik, Daire ve Kare, Beyaz Dengeli Hareket.
Kandinsky’ye göre soyut, yalnız günümüz sanatı için değil, gelecek sanatlar için de geçerlidir. “İnsan,” diyor Kandinsky; “Çevresinden vazgeçemez, ama, O, obje’den nasıl kurtulacağını da bilmez. Bu, benim dile getirmek istediğim sorundur. Çünkü, günümüz resminin ve yarının resminin de ana sorunu budur.” Tüm yazı, kitap ve resimlerinde Kandinsky’nin dile getirmek istediği şey, sanatın objesinin, “duyu yoluyla kavranan gerçeklik’ olmadığı, tersine, sanatın objesinin duyularla kavranamayan tinsel varlık, tinsellik olduğu düşüncesidir. Ancak, bu tinsellik anlamındaki soyutluğu, doğal objektiv (nesnelerle) karşılaştırma olanaklarından soyutlama olarak anlamamalı, tersine soyutlama bütün bu olanakların, (nesne ilgilerinden) bağımsız olarak, sanatsal ilgilerin çözümüne dayanır.(*2)
Kandinsky, soyut sanatın gelişimiyle ilgili düşüncelerini felsefi bir temele oturtur. Ama dayandığı felsefi düşünce, dilinin açık olmasına ve düşüncelerini somut örneklerle açıklamasına karşın satırlar arasında gizli kalıyor. Kandinsky’nin sanatla ilgili düşüncelerinin zihin ile bir ilişkisi yok.
Kendisi Geri Bakışlar’da, akla, beyine seslenmek kadar kaçındığı bir şey olmadığını söylüyor ve gelecekte “tinin sağlam kökler saldığı bir ortamda hiçbir şey tin için tehlikeli olamaz, sanatta çok korkulan beyin işi bile” diyor. Kandinsky koyu dindar biri.
Mistisizme olan eğilimi onu, yüzyılın başında sanat çevrelerinde çok etkili olan, Hıristiyan inancıyla Uzakdoğu inançlarını birleştiren Teozoti akımına yöneltiyor. Kitabında bu akımdan “zamanın en büyük akımlarından biri” diye sözediyor. Bu akımın temel düşüncesine göre, madde ile tin karşıtlık değil, aynı ilkenin değişik aşamalarıdır. Tanrı evrenin tinsel temelidir. Herşey ondan gelir ona gider. Dünya tanrısal gücün gerçekleşmesidir, onun yaşam sürecidir. İnsan yaşamının ereği aşama aşama maddeden sıyrılarak, tinselliğe, besin kaynağı olan tanrısal güce erişmektir. Kandinsky bu düşünceyi benimsemiş görünüyor. Gerçi kitabın bir yerinde, teozofların 21. yüzyılda dünyanın bu güne oranla bir cennet olacağı düşüncesini aceleci bulduğunu söylüyor, ama bu büyük tinsel hareketi, gecenin karanlığında çaresiz kalan kimi yüreklere yol gösteren bir yardımcı el olarak görüyor.(*3)
Şimdi de, Kandinsky’nin soyut sanata temel kabul edilen “Sanatta Ruhsallık Üzerine” kitabında çalıştığı konu ve kavramları irdeleyelim.
1. Ruhsallık
Her sanat yapıtı, çağının çocuğu ve pek çok durumda duygularımızın kaynağıdır. Uygarlığın her dönemi, asla tekrarlanmayacak olan, kendine özgü bir sanat meydana getirir. Geçmişin sanat ilkelerini canlandırma çabaları en fazla ölü bir sanat doğurur… Sanatçı, henüz adlandırılmamış olan daha ince duygularını uyandırmaya çalışmalı ve yapıtları, hissetme yeteneği olan izleyicilere sözcüklerin anlatabileceğinin ötesinde, yüce duygular vermelidir. İzleyici, bir sanat yapıtında, doğanın belirli bir amaca hizmet edecek bir taklidini ya da doğal form aracılığıyla ifade edilmiş içsel bir duyguyu; doğanın temel ruhunu arar. Yapıtlar gerçekten sanat olduklarında amaçlarını yerine getirir ve ruhu doyururlar. Bu tür yapıtlar, ruhu bayağılıktan korurlar, onu heyecanlandırırlar, yani ruhu belirli bir yüksekliğe çıkartırlar: Sanatın etki olanakları, izleyicilerin etkileşim kapasitelerinin uç noktalarına kadar kullanılmış olur. (KY/35)
Sanatçı, yapıt ve izleyici üçgeninde temel öge, şüphesiz sanatçının içsel değerleri ve ruhsallığıdır. Çünkü yapıt ve izleyici, sanatçının üretim ya da yaratımlarının sonucunda var olan ya da olacak olana bağlıdır. Yapıtın ortaya çıkmasında sanatçının ruhsal ve içsel değerler bütünü temel bir rol oynadığı içindir ki, yapıtların ruhsuzluğu, izleyiciye aktarılacak duygu veya düşünceleri zayıflatacak nitelikli olacaktır. Bu niteliklerden ruhsal zenginlik, yapıtın değer olmasına yardımcı olacak temel bir gerekliliktir.
2. Üçgen
Ruhun yaşamı, yatay bir şekilde eşit olmayan bölümlere ayrılmış, en dar bölümün en üstte yer aldığı büyük, dar açılı bir üçgen diagramıyla temsil edilebilir. Üçgenin tepesi bugünse, ikinci bölüm yarındır. Bugün bu tepe tarafından kavranabilen ve üçgenin geri kalanı için anlaşılmaz olan şey, yarın, ikinci bölümün gerçek duygu ve düşüncesini oluşturacaktır. Üçgenin her bölümünde sanatçılar vardır. İçlerinden kendi bölümünün sınırlarının ötesini görebilenler, etrafını çevreleyen diğerleri için birer kahindirler ve dik kafalı topluluğun ilerleyişine yardımcı olurlar. Her bölüm, bilinçli ya da çoğunlukla bilinçsiz olarak, kendisine karşılık gelen ruhsal gıdanın özlemini çeker; bu gıda sanatçı tarafından sunulmaktadır. (KY/45)
Kandinsky, ruhsal yaşamı üçgen temelli düşündüğünden ve tasarladığından, sanatın ve sanatçının yaşamdaki yerlerini ve ruhsallıkla ilişki ve bağlarını üçgen örneği üzerinden sürdürür. Yapıtlarında üçgeni bir form olarak yoğunlukla çalışması da bundandır; yaşamın kendisini, ruhsallığıyla bütünleştirme çabası içindedir. Sanatçı, sanatın ve yaşamın neresinde olduğunu “üçgen” örneğinden hareketle değerlendirebilir. Ancak bu üçgen, ruhsal düşünceyi ve ruhsal yaşamı temele ve merkeze almaktadır.
3. Piramit
Tüm sanat bildirilerinde, soyuta, maddesel olmayana ulaşma çabasının tohumu bulunur. Sanatçılar, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, Socrates’in “kendini bil” sözüne uymakta; onlara çalışma ayrıcalığı veren araçları incelemekte, denemekte ve o ögelerin ruhsal değerleri arasında bir denge kurmaktadırlar. Böylece sanatın farklı dalları kollarını biribirlerine uzatırlar. Bu kucaklaşmanın uygun bir biçimde değerlendirilmesi, gerçekten de yüce bir sanatı doğuracaktır. Sanatın ruhsal olanakları içinde demlenen her adam, bir gün “en iyi”ye ulaşacak olan ruhsal piramidin kurulması için değerli bir yardımcıdır. (KY/69)
Üçgen örnekli ruhsal yaşam ve sanatsal düşünce boyutları, her sanat dalının ve her sanatçının felsefi düşünceyle “en iyi”ye ulaşma temel çaba ve hedefi olarak bilinçlerde ve bilinçaltlarında yer almaktadır. Bu “en iyi”ye ulaşma; bir anlamda üçgenlerin birleşmesiyle bir piramite dönüşerek, Kandinsky’ye göre tek bir sanat dalı ile değil, birden fazla sanat dalının bütünleşerek ve hatta kucaklaşarak birlikteliğinin sanata (ve belki sanat yapıtlarına) aktarılması ve uyarlanabilmesi ile olası bir “en iyi”ye ulaşılabilecektir.
4. Renk
Renk, duyarlılık bakımından az gelişmiş bir ruh üzerinde yalnızca geçici ve yüzeysel bir etki bırakır. Bu yüzeysel etki, nitelik açısından farklılaşmaktadır. Göz, açık ve duru renkler tarafından etkilenmekte ve hatta duruluklarının yanısıra sıcak olan renkler daha da kuvvetli bir şekilde onu çekmektedir. Parlak kırmızı insanları her zaman etkilemiş olan ateşin cazibesine sahiptir. Keskin limon sarısı da gözü incitir ve izleyici, mavi ya da yeşilde ferahlık aramak üzere oradan uzaklaşır. Daha duyarlı bir ruh için renklerin etkisi daha derin ve yoğun bir şekilde etkileyicidir. Böylece renklerin ruhsal etkilerine ulaşırız. (KY/76)
Siyah-Beyaz: Beyaz, renksizlik olarak kabul ediliyor olsa da, içindeki tüm renklerin kaybolmuş olduğu bir dünyanın sembolüdür. Bu dünya çok uzağımızdadır; armonisi ruhlarımıza dokunamaz. Bu nedenle beyaz, bizi olumsuz yönde etkileyen bir sessizlik gibidir. Bu, ölü değil, olanaklara gebe bir sessizliktir. Beyaz, doğumdan önceki hiçliğin çekiciliğine sahiptir. Siyah ise tamamen ölü, içinde hiçbir olanak barındırmayan bir sessizliğe sahiptir. Siyah küller gibi tamamen yok olmuş, bir ceset gibi hareketsiz bir şeydir. Siyahın sessizliği ölümün sessizliğidir. Görünüşte siyah, en az armoniye sahip olan renk ve karşısında diğer renklerin önemsiz tonlarının öne çıktığı nötr bir zemindir. Beyazın, neşe ve lekesiz saflığın, siyahın ise acı ve ölümün simgesi olarak kabul edilişi mantıksız değildir. Siyahla beyazın karışımı, iki hareketsiz renkten oluşumu dolayısıyla sessiz ve hareketsiz olan ve sükunetinde gizil bir hareket barındırmayan griyi meydana getirir. (KY/105)
Renk olgusu ve gerçeği; tüm sanat dallarında ve tüm sanat yapıtlarında, sanatçının duygu ve düşünceleri ile izleyici arasındaki en belirgin bir etkileşim aracıdır. Tercih edilen ve yapıtlarda kullanılan renklerin, doku ve formlar kadar yapıta bir anlam kazandırdığı ve izleyicilerin doğrudan etkilendikleri bir gerçektir. Renklerin yanlış kullanılmasının, yapıtları anlamlarından uzaklaştırabileceği ve istenen etkiyi yaratamayacağı bilinmelidir. Renk bilgisi, form bilgisiyle bir bütün oluşturacağı için, sadece renklere ruhsal ve maddesel olarak sahip olmakla başarılı yapıtlar üretilemeyeceği ve ancak formsal bilgi ve değerlerin de yapıtlara doğru aktarılması ile bunun mümkün olabileceği üzerinde düşünmek gerekir. Rengin formdaki yeri ve önemi ile, formun renklerdeki yeri ve öneminin iç içeliği ve bunun yapıtlara yansıtılabilmesi, yapıtların başarılarında ciddi rol oynayacaktır.
5. Form
Form, renk yüzeylerini ayıran çizgilerdir. Bu çizgiler, formun dışsal anlatımıdır. Ama farklı yoğunluklarda içsel anlatımı da vardır. Form, bu içsel anlamların dışsal ifadesidir. Form, bir nesneyi temsil ederek ya da bir boşluğa veya bir yüzeye tamamıyla soyut bir sınır olarak yalnız başına durabilir. Soyut ya da somut olarak adlandırılamayacak sayısız form bulunur. Her formun mutlaka bir anlamı vardır, fakat çoğu zaman bu anlamlar bize ulaşamaz ya da ulaşsa bile tam olarak anlaşılmayabilir.
Form ne kadar soyutsa, çekiciliği de o kadar açık ve doğrudandır. Herhangi bir kompozisyonda somut yan, kullanılan formların az ya da çok somut oluşuna bağlı olarak, az ya da çok ihmal edilmiş olabilir ve somut formların yerine saf soyutlamalar ya da somut yönü büyük ölçüde ortadan kaldırılmış nesneler kullanılabilir. Sanatçı bu soyut formları daha çok kullandıkça, soyut krallığının derinliklerine doğru güvenle ilerleyecektir… Sanatçı, “kabul edilmiş” ve “kabul edilmemiş” form gelenekleri arasındaki ayrımlara kör, çağının geçici öğreti ve isteklerine sağır olmalıdır. O zaman, çağdaşları tarafından onaylanan ve yasaklanan araçların tümünü güvenle kullanacaktır. İçsel gereksinimlerin gerektirdiği tüm araçlar kutsaldır. İçsel gereksinimi gözden saklayan tüm araçları kullanmayı düşünmek ise yanlış olacaktır.
Sanatın bu ideali ile ilgili bir kuram ortaya koymak mümkün değildir. Gerçek sanatta, kuram uygulamadan önce gelmez; onu izler. Her şey, ilk olarak bir duygu sorunudur. Her kuramsal düzen, yaratımın belirlenmesi mümkün olmayan esasından – ifade isteğinden – yoksun olacaktır. İçsel gereksinimin niteliği ve öznel formu, ölçülemez ve tartılamaz. (KY/81)
Sanatta ve sanat yapıtlarında var olan ve yaratılacak olan tüm formlar, sanatçının ruhsal zenginliği ile ruhsal değerlerinin yapıta yansıtılabilme oranında var olacaklardır. Formlara bir sınırlama düşünülmesi olanaksızdır. Günümüzde var olan, düşünülen ve kullanılan tüm formların, form düşüncelerinin, form tasarımlarının dışında henüz hiç düşünülmemiş sayısız form olduğu bir gerçektir. Buradan hareketle her sanatçı, günümüze kadar kullanılmış ve kullanılmakta olan formların dışına çıkabildiği kadar, farklı düşünebildiği kadar yaratıcılığa yönelecektir. Sanatta yaratıcılığın olmaması ya da zayıf kalması durumunda ise sanattan söz etmek çok zor olacaktır.
6. Teori
Çağımız, bir yapıtın karşısında durup, onun kendi mesajını söylemesine izin vermekten hoşnut olmayan bir izleyici ve uzman tipi meydana getirdi. İzleyici, yapıtın içsel değerinin işlemesine izin vermek yerine, kendini “doğaya yakınlık”, “mizaç”, “işleme tarzı”, “tonalite”, “perspektif” ya da vs. aramakla meşgul eder. Gözü dışsal ifadeyi içsel anlama ulaşmak için incelemez. İlginç bir insanla sohbet ederken, onun esas düşünce ve duygularına ulaşmaya çalışırız. Kullandığı kelimeler, bu kelimeleri telafuzu, onları söylemesi için gerekli olan nefes, dilinin ve dişlerinin hareketleri, beynimizdeki psikolojik faaliyet, kulağımızdaki ses ya da sinirlerimizdeki fizyolojik etkiyle ilgilenmeyiz. İlginç ve önemli olmalarına rağmen bu şeylerin, o an için esas şeyler olmadığını ve bizi asıl ilgilendirenin anlam ve düşünce olduğunu farkederiz. Bir sanat yapıtıyla karşı karşıya geldiğimizde de aynı duyguya sahip olmalıyız. Bu genel bir hal aldığında, sanatçı, doğal form ve renkten vazgeçebilecek ve tamamıyla sanatsal bir dilde konuşabilecektir. (KY/124)
Kandinsky’nin burada verdiği harika örneği, her sanatçının gerçekten ciddi bir şekilde düşünmesi ve kendi öznel sanat yaşamı ile üretim sürecinde dikkate alması gerekir. Bir sanat dalının gerektirdiği maddesel araç ve koşulları, sanatın merkezine ve odak noktasına yerleştirme yanılgısına düşülmesinin ne denli yanlış ve hatta komik bir durum olacağı unutulmamalıdır. Yapıtta aranması gereken ruhsallık, duygu ve anlam derinliği yerine, yapıtın maddesel ve gözle görülebilen sıradan niteliklerine odaklanma ve bunları önemseme durumu, izleyiciyi yapıtın sanatsal değerinden uzaklaştıracaktır. Yapıttaki maddesel nitelikler de önemlidir tabii ki, ama asla yapıtın ruhunu oluşturan temel öge durumuna konulmamalıdırlar.
7. Sonuç
Geçmiş zamanlarda somut idealler tarafından tümüyle küçümsenen ve gözden saklanan soyut düşünce, sessizce sanata yaklaşmaktadır. Yavaş ilerlemesi doğaldır, zira organik form arka plana düştükçe, soyut ideal daha fazla önem kazanmaktadır. (KY/91) Sanat yapıtı, gizemli ve gizli bir biçimde sanatçıdan doğar. Ondan yaşamını ve varoluşunu kazanır. Varlığı tesadüfi ya da mantıksız değildir. Hem ruhsal hem de maddi yaşantı açısından belirli ve anlamlı bir gücü vardır. O vardır ve ruhsal atmosfer yaratacak güce sahiptir ve kişi, bu içsel açıdan, onun iyi bir sanat yapıtı olup olmadığı kararını verir. Yalnızca ruhsal değer tam ve tatmin edici olduğunda, iyi sonuç elde edilmiş olur… İnsan ruhunun güçlendiği dönemlerde sanatın da gücü artacaktır. Çünkü ikisi ayrılamaz derecede birbirine bağlıdır ve birbirini tamamlar. Ruhun maddi inançsızlıkla boğulduğu zamanlardaysa, sanat amaçsız bir hal alır ve “sanatın yalnızca sanat uğruna var olduğu” sözü duyulur. O zaman, sanatla ruh arasındaki bağ adeta bilinçsizliğe itilir. Sanatçı ve izleyici birbirlerinden uzaklaşır ve sonunda, izleyici sanatçıya sırtını döner ya da ona, becerisi ve ustalığı alkışa layık hokkabaz gözüyle bakmaya başlar. Sanatçının konumunu doğru ölçmesi; sanatına ve kendisine karşı bir görevi olduğunu; bir şatonun kralı değil, ulu bir amacın hizmetkarı olduğunu farketmesi çok önemlidir. Kendi ruhunun derinliklerini araştırmalı, geliştirmeli ve onunla meşgul olmalıdır. Böylece sanatı giydirebileceği bir şeye sahip olur; elsiz bir eldiven olarak kalmaz.
Sanatçının söyleyeceği bir şey olmalı; çünkü amacı, forma hakim olmak değil, onu içsel anlamına uyarlamaktır. İçsel gereksinimle meydana getirilen, ruhtan kaynaklanan şey, güzeldir.(KY/133)
Mahmut Özturan
Fotoğrafya sayı 24, Mart 2011
Kaynaklar:
*1. (KY) Vassily Kandinsky, Sanatta Ruhsallık Üzerine, altıkırkbeş, 2001
*2. Modern Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi
*3. Makale: “Kandinsky’nin sanatı tinsel mi zihinsel mi?” (Nazan İbşiroğlu : www.felsefeekibi.com/sanat)