Salvador Dali, ressamlığın yanı sıra heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmiş, Amerikalı animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı Destino adlı kısa çizgi film, 2003’te “en iyi kısa animasyon filmi” dalında Oscar adayı olmuştur.
Katalonya doğumlu olan Dalí, 711 yılında İspanya’yı fethetmiş olan Mağribiler’in soyundan geldiğini iddia etmiş, “süslü ve cafcaflı olan her şeye, lüks hayata ve doğu kıyafetlerine olan düşkünlüğünü” de “Arap kökeni”ne bağlamıştır.
Dalí hayatı boyunca, sanatıyla olduğu kadar eksantrik giyimi, davranışları ve sözleriyle de dikkat çekmiş, bu durum kimi zaman, onun sanatını takdir edenleri de etmeyenler kadar usandırmıştır. Bu davranışların getirdiği kötü şöhret, Dalí’nin geniş kesimlerce tanınmasını sağlamış ve eserlerine duyulan ilgiyi arttırmıştır.
[srizonfbalbum id=8]
Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech, kısaca Salvador Dalí (11 Mayıs 1904 – 23 Ocak 1989), sürrealizm akımının en önde gelen temsilcilerinden İspanyol ressam ve özgün baskı sanatçısı. Madrid Güzel Sanatlar Okulu’nda eğitim gördüğü sıralarda metafizik resmin öncülerinden de Chirico ve Carra’nın etkisi altında kaldı. Ön-Raffaellocuların ayrıntılı gerçekçiliğine ve Ernest Meissonier gibi 19. yüzyıl ressamlarının yapıtlarına da derin bir ilgi duydu. 1927’de Madrid’de İber Sanatçılar Derneği’nin sergilerine katılmaya başladı, ayrıca Barselona’da Dalmau Galerisi’nde sergiler açtı. Şair Federico García Lorca ve sinema yönetmeni Luis Bunuel ile bu sıralarda arkadaş oldu. 1928’de iki kez Paris’e gitti, Picasso ve Míro ile tanıştı. Ertesi yıl Goemans Galerisi’nde yapıtlarını sergiledi ve sürrealizm akımına katıldı. Aynı yıl şair Paul Eluard’ın eski karısı Gala ile evlendi. Dalí’nin yaşamında her zaman önemli bir yeri olan Gala onun sürrealizmle bütünleşebilmesinde de önemli bir rol oynadı. Dalí, Bunuel ile 1928’de Un chien andalou (Bir Endülüs Köpeği), 1930’da da L’Âge d’or’u (Altın Çağ) çevirdi. 1934’te Lautréamont’un Les chants de Maldoror (1869; Maldoror’un Şarkıları) adlı kitabını resimledi. 1937’de İtalya’ya bir gezi yaptı. II. Dünya Savaşı nedeniyle 1940’ta birçok Avrupalı sanatçı gibi ABD’ye gitti, 1941’de New York kentindeki Modern Sanat Müzesi’nde bir retrospektif sergi açtı. Aynı yıl La vie secrète de Salvador Dalí (Salvador Dalí’nin Gizli Yaşamı) adlı otobiyografisini kaleme aldı. Bu kitapta, çocukluğunda şiddetli isteri krizleri geçirdiğini belirtiyordu. Okulda öğrencileri ayaklandırmaya kışkırttığından cezalandırılmış, 1926’da da okuldan uzaklaştırılmıştı. Dalí yaşamı boyunca olağandışı tavırları ve gösterişçi yanıyla da ününü sürdürdü. Dalí’ye göre insan, klinik paranoya olayında olduğu gibi, gerçek bir düş dünyası yaratmalı, ama bunu yaparken de usun denetim altında tutulup iradenin bilinçli olarak bir süre askıya alındığını da unutmamalıydı. Bu yöntemin sanatsal yaratının yanı sıra, günlük yaşamda da benimsenmesini savunan Dalí, hem yapıtlarına hem de yaşamına bu doğrultuda yön verdi. 1936’da Londra’daki Uluslararası Gerçeküstücülük Sergisi’nin açılışına dalgıç giysileri içinde ve tasmalarından tuttuğu iki tazıyla gelmesi bu tür davranışlarının bir örneğiydi. Dalí, Sigmund Freud’un bilinçaltı imgelerin erotik çağrışımları üzerine yazdıklarından ve Paris sürrealistlerinin bilinçaltını ortaya çıkarma eğilimlerinden büyük ölçüde etkilenmişti. Sürrealizmde düşüncenin herhangi bir mantık çizgisi izlemeden akmasını temel alan otomatizm kavramını benimsediyse de, bunu öbür sürrealistlerden daha iyimser bir bakış açısıyla işledi ve bu eğilime “eleştirel paranoya” adını verdi. Yapıtlarında yarattığı düşsel (büyülü) gerçekçilik, betimlediği gerçekdışı düşsel mekan ve garip düşsel imgelem ile bir karşıtlık oluşturuyordu. Bu yapıtlarda düşle gerçeği ayırmak neredeyse olanaksızdı. Dalí’nin amacı günlük uğraşıları alaycı bir tavırla düşsel hale getirmekti. Çoğu kez karanlık bir Katalan manzarası içine yerleştirilmiş, vücudundan yarı açık çekmeceler çıkan insan figürleriyle (“Yanan Zürafa”, 1936-37, Sanat Müzesi, Basel) sanki balmumundan yapılmış ve güneş ısısıyla eğrilip bükülmüş saatler (“Belleğin Israrı, 1931, Modern Sanat Müzesi, New York) en sık kullandığı temalardı. “Veristik sürrealizm” olarak da anılan bu eğilim içinde Dalí birbiriyle ilişkisiz düşsel imgeleri gerçekçi bir yaklaşımla ve otomatizm yöntemini kullanarak bir araya getirmişti. “Aydınlatılmış Hazlar” (1929, Modern Sanat Müzesi, New York), “Delfli Vermeer’in Bir Masa Olarak Kullanılabilen Hayaleti” (1934, Salvador Dalí Müzesi, Cleveland, Ohio) ve “İç Savaş Sezgisi” (1936, Sanat Müzesi, Philadelphia) onun bu doğrultudaki önemli yapıtlarıdır. Dalí 1937’deki İtalya gezisinde Raffaello ile İtalyan barok ressamların etkisi altına girdi ve kendine özgü bir çağdaş klasikçilik arayışına yöneldi. 1939’da André Breton tarafından sürrealistler grubundan çıkartılan Dalí, II. Dünya Savaşı sonrasında mistik bir anlayışa yönelmekle birlikte, sürrealist öğelerden bütünüyle uzaklaşmadı. “Son Yemek” (1955, Ulusal Sanat Galerisi, Washington, D.C.), “Diriliş” (1961, Bruno Pagliali Koleksiyonu, Mexico) ve “Dalí’ye Bakan Gala” 81965, André François Petit Galerisi, Paris) geç dönem yapıtlarına örnektir. Dünya edebiyatından büyük yapıtların illüstratörü Dalí Tüm Rönesans sanatçıları gibi Dalí de kendini ifade etmek için tek bir yolla, yani yalnızca ressamlıkla yetinmek istemedi. Daha öteye gitmek, yeni buluşlar yapmak, yeni teknikler, yeni yöntemler denemek peşinde koştu. Ressam, yazar, illüstratör, yapımcı, tasarımcı, desenci olarak ortaya koyduğu tüm yapıtlar Dalí’ye özgü benzersiz özellikler taşır. Sanatçı sözcüğünü en geniş anlamıyla temsil eden Dalí için resim ile edebiyat neredeyse aynı şeyi ifade eder. Burada Horatius’un ut pictura poesis savı doğrulanmaktadır. Rönesans’a özgü özelliklerden biri olan şiir ile resim arasındaki bağlantı Dalí’nin büyük eğilim duyduğu gerçeküstücülük akımında yeniden hayat bulur. Büyük bir kültür adamı olan Dalí gençliğinde doymak bilmez bir okurdu. Zamanla yaratıcı bir yazara dönüştü. 20. yüzyıl ressamları arasında en fazla yazanların başında gelir ve 1919’dan başlayarak yaşamının sonuna dek yazmaya devam eder. Demek ki yazınsal üretimini sürdürmeyi gerçekten çok istemektedir. Hem resmi hem de yazıları içinde yaşadığı yüzyılın bir özeti gibidir; hem o yüzyılı yansıtır hem de onun yeniden yaratılmasına yardımcı olur. Dünya edebiyatından dev eserler için illüstrasyonlar üretirken, bir yandan ona ilginç ve cazip gelen metinlerin analizini yaptığını, öte yandan kendi dünyasının teknolojisini ve ikonografisini araştırmayı sürdürdüğünü söylemek mümkün. Bu nedenle kişisel dünyası, düşünceleri ve gelişimi illüstrasyonlarına da yansır. Yani gerçeklikle efsane birleşir.
Sürrealizm
“Gerçeküstücülük” olarak da bilinir, Avrupa’da iki dünya savaşı arası dönemde gelişen sanat akımıdır. Sürrealizm temelde 1910’ların ortalarında rasyonalizmi yadsıyarak karşı-sanat anlayışı doğrultusunda çalışan ilk dadacıların yapıtlarından kaynaklanır. Sürrealistler, geçmişte Avrupa sanatını ve siyasal yaşamını yönlendiren usçuluğun, I. Dünya Savaşı gibi bir felaketle doruğa ulaşan bir yıkıma yol açtığına inanıyor ve bu tür usçuluğa karşı tavır alıyorlardı. Sürrealist terimini ilk kez, şair Apollinaire 1917’de bir oyununu tanımlamak için kullanmıştı. 1924’te Manifeste de Surréalisme’i (Sürrealizm Bildirgesi) hazırlayan akımın öncüsü, şair ve eleştirmen André Breton’a göre, sürrealizm bilinç ile bilinçdışını bütünleştiren bir yoldu ve bu bütünleşme içinde düşsel dünyayla gerçek yaşam “mutlak gerçek” ya da “gerçeküstü” anlamda iç içe geçiyordu. Sigmund Freud’un kuramlarından esinlenen Breton için bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, “deha” ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneğiydi. 1922’de dadacı hareketten ayrılan Breton, Paul Éluard, Louis Aragon ve Benjamin Péret, çeşitli otomatik yazı yöntemleri üzerinde deneylerini sürdürdü ve “gerçeküstü” dünyanın düşsel imgelerini geliştirmeye başladı. Bu şairlerin dizelerinde sözcükler, mantıksal bir sıra izlemek yerine bilinçdışı psikolojik süreçlerle bir araya geldiği için, insanı irkiltiyordu. Şiirde sürrealist anlatımın temelinde Lautréamont’un Rimbaud’nun ve Jarry’nin yapıtları vardı. Resimde ise dadacılardan başka Hieronymus Bosch, Francisco Goya gibi daha eski dönemlerin ressamlarıyla Odilon Redon, Giorgio de Chirico, Marc Chagall gibi cağdaş ressamların gerçekdışı, garip resimleri etkili olmuştu. Sürrealizm, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. Breton bu kuram çevresinde güçlü bir “birlik” oluşturulmasını istiyordu. Ne var ki 1925’te Paris’te açtıkları ortak sergiye karşın sürrealistler, etkinlikleri süresince hiçbir zaman Breton’un istediği doğrultuda bir bütün oluşturamadı. 1925’ten sonra grup içinde farklı siyasal görüşler belirdi, bu da topluluktan çıkarılmalara ya da ayrılmalara yol açtı. Akımın resim alanındaki en önemli temsilcileri Jean Arp, Max Ernst, André Masson, René Magritte, Yves Tanguy, Salvador Dalı, Pierre Roy, Paul Delvaux ve Joan Miro’ydu. Amaçlanan birliğe ve otomatizm kavramına önem verilmesine karşın hepsinin yapıtları öylesine birbirinden farklıydı ki ortak bir sürrealist üsluptan, hatta bakış açısından söz etmek neredeyse olanaksızdı. Her sanatçı kendini çözümlemede kişisel bir yol bulmuştu. Bazısı bilinçdışını usun denetiminden arındırarak açığa çıkarma çabasındaydı; bazısı da (özellikle Miro) sürrealizmi kişisel fantezileri araştırmada bir boşalma noktası olarak kullanıyordu. İki uç nokta arasında bir dizi olanak yer alıyordu. Bir uçta, en saf örnekleri Jean Arp’ın yapıtlarında görüldüğü gibi, ancak sezilebilen, ama tam olarak anlaşılamayan imgeler, özellikle de biyomorfik biçimler vardı. Bunlar resme bakanın bilinçdışını serbest çağrışımlarla harekete geçirerek düşgücünün, sonsuza uzanan bir irdeleme süreci içine girmesini sağlıyordu. “Organik”, “simgesel” ya da “mutlak sürrealizm” olarak anılan ve temelde otomatizm ilkesinden yola çıkan bu eğilimi en çok Ernst, Masson ve Miro uygulamıştı. Öteki uçta ise izleyici, ayrıntılarının tümünün inceden inceye tanımlanmış olmasına karşın, hiçbir usçu anlamı olmayan bir dünya ile karşılaşıyordu. Bu tür resimlerde, gerçekçi ve doğrucu bir yaklaşımla betimlenmiş, kolayca tanınan görüntüler kendi doğal çevrelerinden çıkarılıyor, usa ters düşen, şaşırtıcı, düşsel bir ortam içinde veriliyordu. Bu davranışa “oneirizm”, akımın bu koluna da “veristik sürrealizm” adı veriliyordu. Yapıtın izleyiciyi us ve mantıkdışının taşıdığı anlamı yakalamaya zorladığı veristik sürrealizmin en tipik örnekleri René Magritte’in resimleriydi. Dalı, Tanguy, Roy ve Delvaux da buna benzer, ama daha karmaşık, garip, yabansı dünyalar betimlediler. Sürrealistler, ruhsal tepki yaratabilmek amacıyla bazı özel teknikler de kullandılar. Max Ernst, dokulu yüzeylerin üstüne koyduğu bir kağıda kurşunkalemi sürterek frotaj tekniğini uyguladı. Tuvali kazımak, boyalı bir yüzeyin üstüne ikinci bir yüzey bastırarak bir tür imge elde etmek (dekalkomani) sanatçının aklına gelen her türlü kaotik imgeyi ussallığın denetimi olmadan otomatizm ilkesi doğrultusunda tuvale aktarmak ve buluntu nesneleri kullanmak da sürrealistlerin uyguladıkları başka teknik ve yöntemlerdi. Sinema, başından beri sürrealistlere çekici gelen bir alandı. 1928’de Germaine Dulac, genel olarak sürrealist sinemanın ilk filmi kabul edilen La Coquille et le Clergyman’i çekti. Bununla birlikte sinemada sürrealizmin en önemli temsilcisi Luis Bunuel, başyapıtları da gene onun iki filmi, senaryolarını Dalı ile birlikte yazdığı Un chien andalou (1928; Bir Endülüs Köpeği) ve L’Age d’or’du (1930; Altın Çağ). Öteki sürrealist sinemacılar arasında Man Ray ve Jacques Brunius gibi adlar yer alıyordu. Bunun dışında, Marx Kardeşler’in komedileriyle Alfred Hitchcock’un bazı yapıtları gibi birçok filmde sürrealist etkiler görülüyordu. Türk sinemasında da başta Metin Erksan olmak üzere bazı yönetmenler yapıtlarında sürrealist öğelere yer verdiler. Breton, Ernst, Tanguy ve Masson gibi sanatçılar II. Dünya Savaşı sırasında göç ettikleri Amerika’da sürrealizmi tanıttı. Bu ülkedeki Arshile Gorky (1905-1948), Adolf Gottlieb (1903-1974) ve William Baziotes (1912-1963) gibi soyut dışavurumcular, sürrealizmin özellikle otomatizm ilkesinden büyük ölçüde etkilendiler. Kanada’da da Paul-Emile Borduas (1905-1960) öncülüğünde bir grup, 1947-50 arasında sürrealizmi benimsedi. Belçika’da Magritte’in çevresinde toplanan bir grup yazar, şair ve ressam, bu doğrultuda ürünler verdi. İngiltere, Danimarka ve Almanya gibi başka Avrupa ülkelerinde ise çeşitli sürrealist sergilerin açılmasına ve yayınların yapılmasına karşın, kısa süreli esnek gruplaşmaların ve bireysel girişimlerin dışında sürrealizm fazla etkili olmadı.
Sürrealizm ve Salvador Dalí
1924 yılında Fransız yazar André Breton Sürrealizm’in yani resimde bilinçaltını vurgulamayı amaçlayan gerçeküstücü akımının doğduğunu ilan etti. Gerçeküstücüler bilinçaltına gizlenmiş olan derin gerçekliği sergilemeyi hedefliyorlardı. Yeni bir gerçeklik düzeyine ulaşmak için sıradan resmin sınırlarını zorlayan başka imgeler üretmenin peşindeydiler. Yaptıkları denemelerde düşler, esinlenmenin temel kaynağı haline gelmişti; gizem ve bilinmezlik ise yaratılarında önemli roller oynuyordu. İspanyol sanatçı Salvador Dalí gerçeküstücü ressamların en ünlülerinden biridir. Her türlü ölçüyü aşabilen, acayip bir kişiliği vardı. Dalí’nin abartılı ve alaycı davranışları yaşamı boyunca geniş kitlelerin ilgisine hedef oldu ve sonunda onu şöhrete kavuşturdu. Buna karşın André Breton 1942’de Dalí’yi kendi reklâmını yapmaya yönelik etkinlikleri nedeniyle gerçeküstü akımdan resmen attıklarını açıkladı. Dalí’nin özyaşam öyküsüne ilişkin iki yapıtı kişiliği hakkında çok şey anlatır. Bunların ilki 1942’de yayımlanan “Salvador Dalí’nin Gizli Yaşamı”, öteki de 1965’de yayımlanan “Bir Dâhinin Güncesi”dir. Dalí her ne kadar kışkırtıcı ve dramatik tavırlarıyla ilgi toplamış olsa da, resimleri gerçeküstücü estetiğin gelişiminde ana ekseni oluşturdu. Dalí’nin en büyük arzusu “tümüyle akıl dışı imgeleri kapsamlı bir doğruluk tutkusuyla nesneleştirmek” olmuştu. Dalí bir düş dünyasından imgeleri öylesine titiz bir netlikle ve öyle ince ayrıntılarla resmeder ki bunları görenler sanrılar dünyasından manzaralara daldıkları duygusuna kapılırlar. Kendi de bu resimlere elle yapılmış düş fotoğrafları diyordu. Bu resimler acayip, tuhaf bir düzenle dizilmiş nesneler ya da başka bir forma dönüştürülmüş formları içerir. Örneğin, katı olarak bildiğimiz nesneler karşımızda yumuşamış, erimiş olarak belirirler. Ya da cansız nesneler canlanmış, bilinçlenmiş gibidirler. Dalí’nin yarattığı akıl dışı, sağı solu belli olmayan düşler dünyasındaki nesneler ve canlılar için fizik kuralları geçersiz değildir sanki.