İLYA EHRENBURG’UN HAYATINDA VE HATIRALARINDA ÇALIŞKAN BİR RESSAM PABLO PİCASSO

125

Atelyede adım atacak yer yoktu. Her yanı tablolar, karton parçaları, tenekeler, teller, ağaçlar dolduruyordu. Bir köşeyi, tüpler ve boyalar doldurmuştu. Ben bu kadar tüpü mağazada bile görmemiştim. Picasso, eskiden sık sık, boya alacak parası olmadığını, işte geçenlerde birkaç tablosunu satınca <<ömrü boyunca>>yetecek kadar boya almağa karar verdiğini bana açıkladı. Duvara, kırılmış bir tabureye, sigara kutusunun üzerine yapılmış resimler gördüm. Picasso, kimi zaman, üzerine resim yapılmamış bir düzey görmeğe katlanamaz olduğunu itiraf etti. Görülmemiş bir hırsla çalışıyordu. Başkalarında, yaratıcı ayların yerini, şair ya da resim sanatçının, -Puşkin’nin deyimiyle- aylak bir devir alır. Picasso ise, ömrü boyunca, aynı ihtirasla çalıştı ve çalışmakta devam etti.

Kendi kendime soruyordum: Picasso üzerine yazı yazmak, bana neden böylesine güç geliyor?.  Belki de bu, onun çok ünlü bir kişi olmasından, onun üzerine yüzlerce kitap yazılmış bulunmasından, değil yalnız her eseri üzerine, ama atölyeleri, güvercinleri, köpekleri, kasketleri, kazakları üzerine yazılmış uzun incelemeler bulunmasından ileri geliyordu? Evet, şüphesiz Picasso’yu birçok kişi anlatmıştır. Onun yakın dostları da onunla bir rastlantı ile tanışan kişiler de, akıllıca, ya da budalaca, güçlü, ya da başarısız olarak onu anlatmışlardır. Ama Picasso üzerine yazı yazmanın güçlüğü bundan ileri gelmiyor. Ben birçok seferler, çoktan anlatılmış olan bir şeyi anlatmak istediğimi bile bile, herhangi bir yazar gibi, masa başına geçip oturmuşumdur. Hiç şüphe yok ki, basbayağı bir sonbahar yağmurunu tasvir etmek, tepkili bir uçağın kalkışını anlatmaktan çok daha zordur. Hem ben bu kitabımda, benden önce birçok seferler, hem de çok daha iyi yazılmış olan şeyleri yazmağı sık sık denedim. Zorluk başka şeyden, doğrudan doğruya Picasso’dan geliyor.

Büyük bir resim sanatçısı bir gün bana şöyle demişti:
Bu bir gerçektir. Tıpkı Picasso’nun  büyük bir ihtirasla insanları,  tabiatı, sanatı,  yaşamı sevmesi kadar bir gerçek. Onun birçok tabloları yalnız hayatın güzelliğini söylemiyor, aynı zamanda onun duyulan sıcaklığını, tadını, kokusunu da veriyor.
Kimi zaman bana  adının nasıl söylenmesi gerektiğini soruyorlar : vurguyu son hece üzerine mi yapmalı, yoksa ondan bir önceki hece üzerine mi?. Yani, Picasso nedir : İspanyol mu, yoksa Fransız mı?. Elbet İspanyol. Dış görünüşü, karakteri, gerçekçiliğinin katılığı, ihtirası, derin, tehlikeli alaycılığı bakımından tamamıyla İspanyol’dur. İspanya’daki iç savaş onu derinden sarsmıştı. <>beklide zamanımızın en önemli bir tablosu olarak kalacaktır. Picasso’nun Saint – Ogusten sokağındaki atölyesinde her zaman İspanyol mültecilerine rastlamışımdır. Picasso, İspanyollardan hiç bir şeyini esirgememiştir. Burası böyle. Ama bir başka şey üzerinde de durmak gerek: Picasso niçin bütün ömrünü, hem de isteyerek, Fransa’da geçirmiştir? Cezaine onun için neden her zaman büyüktü ve büyük olarak kaldı? Neden Guillaume Apollinaire, Max Jacob, Paul Eluard gibi üç Fransız şairi onun en iyi arkadaşları idi. Hayır, Picasso’yu Fransa’dan koparamazsınız!..

Picasso üzerine söz söylemek neden zordur biliyor musun? Çünkü onun üzerine söyleyeceğin her şey, hem doğrudur, hem değil. Çeşitli ülkelerin mahkemelerinde tanıklara ettirilen yemin aynı ahengi taşır. Önce onlardan gerçekleri söylemeleri istenir. Sonra onlardan, söylenmesi her zaman ellerinde olmayan şeyleri söylemeleri istenir. Pek tabiidir ki, mesele sadece, sanığın suçu işleyip işlememesinde ise, tanık için bütün gerçeği söylemek hiç de zor değildir. Ama savcı, ya da avukat, sanığın neden sanık haline düştüğü konusunu derinleştirmeğe başladılar mı, o zaman tanıktan çok şey istemiş olurlar. Çünkü o ne Shakespare, ne Stendhal, ne de Tolstoy’dur.

Kimi yazarlar, Picasso’nun yaşamının ve eserlerinin çelişmelerle dolu olduğunu yazıyorlar. Bu pek biçimsel bir görüştür. Hollanda üzerine bir kılavuz kitabı hazırlarken, bu ülkedeki manzaraların, iklim şartlarının nasıl olduğunu anlatmak çok kolaydır; dümdüz, yemyeşil ovalar, kanallar, sıcak olmayan yağışlı yazlar, yumuşak bir kış. Ama, Sovyetler Birliğindeki manzaraları ve iklim şartlarını bir kaç cümle ile anlatmak imkansızdır. Tundralarla Kafkas dağlarını, Kırım şeftalileriyle kuzey üzümlerini <<çelişmeli>>sözüyle anlatabileceğimiz şüphelidir. Büyük ülkeler vardır, büyük insanlar da vardır. Normal ölçülere alışık kişiler için karmaşalık, daima çelişme çokluğu gibi görünür.

Picasso ile tanışınca, karşımda büyük bir adam olduğunu hemen anladım; daha doğrusu hissettim. Bu, Birinci Dünya Savaşı’ndan biraz önce, 1914 yılı baharında olmuştu.  Max Jacob’la oturuyorduk. Picasso geldi, bulunduğumuz masaya oturdu. Jacob, beni ona anlatmağa başladı. Picasso susuyordu. Sonra, Rusları ve şairleri sevdiğini söyledi. Doğru mu söylüyordu, yoksa bu alaycı bir nezaket ifadesi mi idi, pek anlayamadım. (Picasso’nun en iyi arkadaşlarının şairler olduğunu yukarıda söylemiştim. Rusları ise, gerçekten de seviyordu. Rusların, İspanyollara benzediğini bana birçok seferler söylemiştir.) O yılın ilkbaharında yeni resim sanatçılarının tabloları arttırma ile satıldı. Picasso’ya ait büyük bir tablosu da yüksek fiyatla, yanılmıyorsam on bin franga satıldı. Picasso meşhur olmuştu.

Bu olaydan çok önce bazı resim meraklıları Picasso’yu <> etmiş bulunuyorlardı. Bunların arasında Moskovalı resim tabloları koleksiyoncusuŞçukin yer almaktadır. Picasso ile Matiss’in bana anlattıklarına göre, Şçukin, atölyeye gelir gelmez, en iyi tabloları seçmekte hiç yanılmazmış. Matiss, bir kaç sefer, onu yanıltmağa çalışmış, Şçukin’in seçtiği tabloların kötülüğünden söz etmişse de, koleksiyoncu, özellikle Matiss’in kötülediği bu tabloları seçmiştir. Şçukin’den sonra bu iki sanatçının atölyesini  Morozov adlı bir başka resim meraklısı da ziyaret etmiştir. Morozov, rakibi olan Şçukin’in zevkine inanmakla birlikte, tabloların seçimini, sanatçılarına bırakmıştır. Bu iki resim meraklısının koleksiyonları sayesinde bugün Ermitaj ve Puşkin müzeleri, On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ve Yirminci yüzyılın başlarında yaşamış fransız resim sanatçılarının en iyi örnekleriyle süslüdür.
Başka ülkelerde de Picasso meraklılarına rastladım. 1950 yılında Çekoslovak şairi Nezval, bir gün beni Prag şehrinin bir kenar mahallesine götürdü. Orada Kramarj adlı ihtiyar bir emeklinin evinde, Picasso’nun kübizm devrine ait çok değerli tablolar gördüm. Kramarj gençliğinde Paris’e gitmiş. O zamanlar bir hayli de parası varmış. Picasso’nun atölyesine giderek, çok az bir para karşılığında Picasso’dan on kadar tablo satın almış. O zamanlar Picasso henüz daha meşhur değilmiş. Kramarj genç sanatçıya hayran olmuştu. Picasso’nun henüz bitirmiş olduğu bir elma natürmortunu satın aldıktan sonra, Picasso’dan, bu eserine modellik eden elmayı da kendisine vermesini rica eder. Kramarj, bu elmanın mumyasını bana gösterdi. Birlikte Picasso’ya bir mektup yazdık.

1915 yılı başında, soğuk bir kış günü, Picasso beni, <>den pek de uzak olmayan Chelcher caddesindeki atölyesine götürdü. Atölyenin pencereleri Montparmasse mezarlığına bakıyordu. Paris mezarlıkları, Rus ve İngiliz mezarlıklarının şiirinden yoksundur. Bunlar, dümdüz sokakları, mezarları, mezar taşları olan soyut şehirlerdir. Atelyede adım atacak yer yoktu. Her yanı tablolar, karton parçaları, tenekeler, teller, ağaçlar dolduruyordu. Bir köşeyi, tüpler ve boyalar doldurmuştu. Ben bu kadar tüpü mağazada bile görmemiştim. Picasso, eskiden sık sık, boya alacak parası olmadığını, işte geçenlerde birkaç tablosunu satınca <<ömrü boyunca>>yetecek kadar boya almağa karar verdiğini bana açıkladı. Duvara, kırılmış bir tabureye, sigara kutusunun üzerine yapılmış resimler gördüm. Picasso, kimi zaman, üzerine resim yapılmamış bir düzey görmeğe katlanamaz olduğunu itiraf etti. Görülmemiş bir hırsla çalışıyordu. Başkalarında, yaratıcı ayların yerini, şair ya da resim sanatçının, -Puşkin’nin deyimiyle- <>aylak bir devir alır. Picasso ise, ömrü boyunca, aynı ihtirasla çalıştı ve çalışmakta devam etti. Gazete muhabirlerini, ya da fotoğrafçıları çeken çeşitli tuhaflıklar, Picasso’nun yaşamı değil, onun sigara molalarıdır.

Gençliğinde Picasso’nun, <>adını taşıyan her şeye karşı tam bir ilgisizlik gösterdiğini belirtmek bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu kelime ile hükümet değişikliği, ya da gazete tartışmaları kastediliyorsa, doğrudur. Gerçekten de Picasso, <>gazetesinde bildirilerden çok neşeli fıkraları okurdu. Ama Rusya’da Şubat ihtilalı olduğu zaman onun ne kadar sevindiğini, hiç unutamam. O gün bana kendi tablolarından birini hediye etmişti.

Paris’te barış taraflılarının kongresi olduğu gün, Picasso’nun bir kızı dünyaya gelmişti. Kızının adını Paloma koydu. ( Paloma İspanyolca güvercin anlamına gelmektedir.) O gün Eluard’ı ve beni yemeğe çağırmıştı. Uzun uzun güvercinlerden söz edildi. Gülerek > demişti. Sonra bize, afişler için yaptığı yüzlerce güvercin resmi gösterdi. Milyonlarca insan, yalnız bu güvercinler yüzünden Picasso’yu tanıdı ve sevdi. Bu yüzden onunla alay edenler, onu ucuz başarı yolunu seçmekle suçlayanlar var. Ama, onun güvercinleri, onun bütün eserleriyle sıkı sıkıya bağlıdır.

Kaç milyon insan Rahael’i yalnız Saint – Sixte bakirasinin röprodüksiyonlarıyle tanır, kaç milyon insan Chopin’i yalnız cenaze törenlerinde dinlediği müziğinden tanır. Bunun için snopların Picasso ile alay etmesi yersizdir. Sadece bir güvercinle Picasso’yu tanımak, elbette imkânsızdır. Ama böyle bir güvercin yapmak için de Picasso olmak gerek.
Kimi zaman ülkü arkadaşlarının ona çattıkları olur. Buna çok üzülür ama sakin sakin: <> demekle yetinir.
Picasso, tablolarının, Birleşik Amerika müzelerinin duvarlarını süslediğini bilir. Ama uluslararası barış kongresinin üyeleriyle Amerika’ya gitmek istediği zaman, Amerikalıların kendisine vize vermediklerini de bilir.
O başka şey de bilir: sevdiği ve inandığı bir ülkede, uzun süre ona <
>denildiğini, tablolarının mahzenlerde durduğunu da bilir.
<<Çelişme…>>çok iyi, varsın öyle olsun: <>ama tarihleri hatırlayalım; Picasso ilk sergisini 1901 de açmıştı. Şimdi ise yıl 1966, bu 65 yıl içinde az mı çelişmeler oldu? Picasso, kendi çağının karmaşıklığını, heyecanını, umutsuzluğunu, umudunu yansıttı. O hem yıkıyor, hem yapıyor, hem seviyor, hem nefret ediyor.
Ben yine de mutlu bir adammışım! Çünkü yaşamımda yüz yılın çehresini belirten birçok insanlara rastladım.

Kaynak: İlya Erenburg Hatıraları
Altın Kitaplar Yayınevi 1968 Hasan Ali Ediz | Yayına hazırlayan: Sevim Ayık

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz