Ünlü Rus Klasik Müzik Bestecisi Çaykovski’nin İstanbul Gezisi – Emre Aracı

Büyük besteci Çaykovski 1886 ve 1889 yılları olmak üzere İstanbul’a iki defa geldi. Her iki ziyaretin sebebi de Avrupa ve Rusya arasında yaptığı deniz yolculuklarında bindiği gemilerin İstanbul Limanı’na uğramalarıydı. Ama yolculuğu sırasında karşısına çıkan turistik gezi fırsatlarını da kaçırmamıştı.

Mayıs 1886’da Armenie adlı bir gemi Batum’dan İstanbul’a doğru yol alıyordu. 14 Mayıs’ta gemi Trabzon Limanı’na vardı; muhteşem bir sabah güneşinde Trabzon  Çaykovski’ye çok güzel görünmüştü. Mektubunda burayı “rüya diyarı” olarak tanımladı. Hizmetkârı Alesha ile birlikte kısa bir süre için gemiden şehre indiler. Keşfettiği bu “doğu şehri”nin insanları çok hoştur; etrafta bilhassa yakışıklı erkekler ve güzel oğlanlar gördüğünü ifade eder. İstanbul’a vardığı 16 Mayıs’ı hatıra defterinde şu satırlarla ebediyete kaydedecektir:

“Sabah biraz sıkıntılı uyandım. Hava bulutlu […] Öğle yemeğinden sonra hiç durmadan elimde dürbünle boğazı göreceğim umuduyla baktım durdum. Ancak saat 2’ye kadar belirmedi. En nihayetinde boğaza demir attık. Saraylar. Türk dostum, Abaza-Gürcü  tercümanım oldu (sonrasında), yaşayan bir Baedeker gibi bana her şeyi sağda solda işaret etti. Sultanın sarayı, büyükelçilik (Büyükdere), vs. Sonunda saat üç gibi “Stambul”a vardık”.

Beyoğlu’ndaki Luxembourg Oteli’nde ne yazık ki Çaykovski’ye kalabileceği tek bir oda bile bulunamamıştır. Otel müdürü kibarca gülümser. Kahve ikram edilir ve Pera’da bir gecelik dahi olsa, kalabilecekleri bir oda temini için yetkili birisi görevlendirilir. Ancak sadece bir “maison meublee”, yani pansiyon havasında dayalı döşeli bir evde bir oda bulunabilmiştir. Burası Çaykovski’nin tabiriyle “iğrenç ve berbat” döşenmiş bir yerdir. “Böcek kaynayan bu küçük pis oda”da geçirirler İstanbul’daki tek gecelerini. Üstelik akşam vakti Çaykovski pansiyonun yolunu kaybeder; evin hangisi olduğunu buluncaya kadar da korku, panik ve telaş içerisinde mahallenin bütün kapılarını yumruklamaya başlar.

Bunlar Çaykovski’nin hatıra defterinden istanbul’da yaşadıklarına dair anlatımlar. Ama dahası da var…

Akşam saati Beyoğlu’nda yaşadığı korku dolu bu anlardan önce Çaykovski Pera ve Galata’yı çabucak dolaşır. Once Tünel’e binerek Karaköy’e inerler. Sonra da Yüksek Kaldırım’ın basamaklarını tırmanarak tekrar Pera’nın Büyük Cadde’sine gelirler. Bir pasajda yemek yenir ve sonrasında Çaykovski tek basına bir kafeye oturur. Yanı başındaki bahçeden askeri bando sesleri işitilmekte, yazlık tiyatroda ise klasik müzik konseri verilmektedir. Müzik tarihçemiz açısından anı defterine yazdıkları bir hayli şaşırtıcıdır Çaykovski’nin: “Leipzig tipinde genç bir adam şefti. Ruslar. Programın (Don Juan Uvertürü, Pastoral Senjbni’nin birinci bölümü, trombon için bir parça ve DvoSâk danstan) birinci yarısından sonra ayrıldım.” Yani Çaykovski açık ve net bir şekilde İstanbul’da Beethoven’in Pastoral Senfoni’sinden bir bölüm dinlediğini yazar anılarında. Konserin ikinci yarısına kalmaktan vazgeçmişti belki, ama şu bir satırda ne kadar da önemli ipuçları bulunmaktadır. Kimdi bu “Leipzig tipinde” genç adam? Peki bu konser gerçekten de İstanbul’da mı verilmiştir? Çaykovski’nin hafızası dinlediği eserler hakkında yanılmış olamaz mıydı? Zira yayımlanmış başka hiçbir mektubunda böyle bir konserden kimseye bahsetmemişti. Çaykovski’nin İstanbul’da bulunduğu günkü yerel basını incelemek en akıl kârı yoldur bu durumda. İstanbul’da 24 saat kalmış olsa da, onun da muhtemelen sayfalarına göz allımı yerel Fransızca basınındaki neşriyat bana sadece bu bilmecenin çözülmesinde en büyük ipucunu sağlamakla kalmadı, aynı zamanda sütunlannda o günün haberleri ve ilanlan arasında kaybolduğumu hissettirerek büyük Rus bestecinin gözünden o günün İstanbul’unun sanatsal gündelik havasını da solumama yardımcı oldu. Arşivdeki masamda bir dedektif havasında Çaykovski’nin hareketlerini, keşfi yüz küsur yıl gecikmiş bir GPS’le, takip eder gibi hissediyordum kendimi. 1886 yılı dev ciltlerini yerinden zor kaldırabildigim la Tunjuic  gazetesini Önümdeki rahleye koydum ve o sararmış yapraklan çevirirken, içimin de lime lime olmaya yüz tutmuş o yapraklar gibi titrediğini hissettim. Don juan’lı, trombonlu, Beethoven ve DvoSâk’lı bir konser gerçeklen ile İstanbul’da o gün verilmiş miydi?

Gazete sayfalarında yavaş yavaş 16 Mayıs’a doğru yaklaşırken “Concert Des Petits-Champs” başlıklı bir ilan dikkatimi çekti. Pazar akşamı saat 9’da verilecek olan senenin üçüncü büyük orkestra konserinin duyurusuydu bu. Başlığın altında detaylıca sıralanan programa göz gezdirdiğimde, içimde “eureka!” diye bir sesin avaz avaz haykırdığını duyar gibi oldum. Bugün yerinde bir kat otoparkının bulunduğu Tepebaşı koskoca Çaykovski oturup bir konser dinlemişti. Anı defterine titizlikle not ettiği program ise gazetedeki basılı programla, eşleştirilen aynı belgelerdeki parmak izlerinin aynı olması gibi tıpatıp örtüşüyordu. Bu ne mucizeydi ki bestecinin bir akşam için tesadüfen uğradığı İstanbul’da o akşam sezonun büyük orkestralı konseri gerçekleşmişti. O da bu fırsatı kaçırmamıştı.

Peki o akşam orkestrayı kim İdare ediyordu? Kimdi bu esrarengiz Leipzig tipindeki genç adam? Bunun cevabı da la Ttmplie gazetesinin sütunlarında karşıma çıktı Konserin şefi sonradan padişahın Bahriye bandolarının direktörlüğüne getirilecek olan Alman asıllı Paul Lange’vdi. Şimdi Çaykovski’nin neden “Leipzig tipinde” dediği anlaşılmış oldu. Acaba Paul Lange’nin haberi var mıydı o akşam İstanbul’da kendisini dinlemeye gelen ahali arasında Çaykovski’nin de bulunduğundan? Sanmıyorum.

Çaykovski’nin ise bir gün Paul Lange’nin oğlu Hans Lange’nin Arturo Toscanini’nin asistanı olarak New York Filarmoni Orkestrası’nın şefliğine, ardından da bir süre Chicago Senfoni Orkestrası’nın başına getirilerek kendi senfonilerini de başarıyla idare edeceğinden nasıl haberi olabilirdi? O tarih henüz yaşanmamıştı, çünkü Hans Lange 1886’da henüz iki yaşındaydı.

Bütün bu düşünceler âleminde Çaykovski’nin ikinci yarıya kalmayı tercih etmediği konserle ilgili gazete ilanına tekrar uzun uzun bakıyorum. Birinci yarıda gerçekten de Mozart’ın Don Juan Uvertürü seslendirilmiş, ardından “Allegro [ma] non troppo” temposuyla Beethoven’in Pastoral Senfonisi’n’m birinci bölümü çalınmıştı. Daha çok İtalyan opera repertlivarının hâkim olduğunu bildiğimiz o dönemin İstanbul’unda anlaşılan yavaş yavaş Beethoven senfonileri de konserlerde çalınmaya başlamıştı. Merak ettiğim trombon soloları ise Schubert’in – özgün Heine şiirinde olduğu kadar – müziğinde de karanlık olan Artı Meer üt”inin ve lirik Selenadt inin aranjmanları çıktı. İlk yarının son eseri ise gazetenin imlasıyla “Dwrzak”ın Slav Dımsı’ydı. İkinci yan VVeber’in Der Freisehutz’ü üzerine fantazi, Sodermann’ın Corlege Ntıptial Sıtt’ılois’sı ve Cari Philipp Emanuel Bach’ın Reveıl dıı Prıntemps’ı ile devam ediyordu. Pastoral Senfoni ve Reveıl dı Pnntenıps; İstanbul’da bir bahar konseri veriliyordu belli ki. Ayrıca bugün eserleri İsveç, dışında pek alınmayan İsveçli August Söderman’ın neşeli Dûgûn Mttrşı da {Coritge Nuplıal Suedoıs) istanbul’da bu konserde icra edilmişti. Ancak konser inanılması garip bir potpuri ile sona ermekteydi Büyük ustaların meşhur besteleri üzerine Grande Fantaısie adını taşıyan bu eser, Bach, Mozart {Marche Militaire), Konseri takip eden pek azdı.

Mina Urgan’ın Sovyet Rusya Gezisi ve Nazım Hikmet’in Mezar Ziyareti

Lange Bey’e eleştiri de vardı

Gazetede birkaç gün sonra çıkan yazıdan o akşam Tepebaşı’ndaki senfonik konserde dinleyici katılımının pek de yüksek olmadığı anlaşılıyordu. Üstelik Tepebaşı Bahçesi sezon için yeni açılmış; yazlık açık tiyatroda çalan orkestrayı bahçede gezinti yapan insanlar bilet almadan uzaktan dinleyebilmişti. Muhtemelen Çaykovski de konsere son anda böyle müdahil olmuştu. Ancak üst düzey sosyete, bir gece evvel keman virtüözü August Wilhelmj’in Alman Büyükelçiliğinde verdiği resitale gitmeyi tercih etmişti. Meşhur soprano Henriette Sontag’ın kendisini dinlediği zaman, “sen istikbalin Alman Paganini’si olacaksın” dediği, Franz Liszt’in de hakkında aynı görüşü benimsediği, zamanının tanınmış kemandan Wilhelmj de, tesadüf bu ya, Çaykovski ile aynı günlerde İstanbul’daydı. Savaş esnasında korunan ganimetler gibi günümüze ulaşmayı başarmış o kannea duası gazete sütunlarında saklı kalan küçük yazılar büyüteçle gözümün önünde büyürken İstanbul’un bilmediğimiz bu sanatsal hayatı da adeta hayalimde yeniden diriliyordu.

Tunjuıe gazetesi kritiğinde Mozart ve Beethoven yorumlan beğenilmiş; Schubert’in Am Meer üed’inin icrası Övülürken Serenade’ımn icrası ise bir hayli zayıf bulunmuştu. Slai’ Dansı’yU isveç Düğün Marşı bol bol alkış alırken, gazetede Paul Lange gibi bu kadar zevk sahibi bir şefin nasıl olur da konserine büyük bestecilerin eserlerinin birbirine karıştırıldığı, ne olduğu belirsiz garip bir potpuri ile son verdiğine hayret edilmişti. Demek ki İstanbul’da kültür ve sanat hakkında yazan insanlar o devirde bilinçlilerdi ve estetik sahibiydiler diye teselli buluyorum bu son yorumu okurken. Ama ya gelecek? Gelecekte Tepebaşı’nın tarihçesini yazacak olanlar o canım bahçenin nasıl yok edildiğine, beton yığınına çevrildiğine tanık olacaklar ve buraya nasıl binbir çabalamadan sonra projesi Frank Gehry gibi bir mimara çizdirtilen, finansmanı dahi hazır bir konser salonunun inşa ettirilmediğini okuyacaklar. Konserden sonraki sabah, 17 May ıs’ta, Çaykovski bir rehberle eski İstanbul’u ve bilhassa Ayasofya’yı çabucak gezmeye koyulur. Anı defteri biraz kesik kesik ve kriptik de olsa bize dolaş-tığı bölgeyi ana hatlarıyla çizer: “Galata Kulesi. Sultanın porselen köşkü. Müze. Yorgunluk. Manzara. Çınar ağacı. Ayasofya. Köprü yakınlarında öğle yemeği. Uzakta fresklerle bezeli bir cami. Köprü yakınlarında bir kafe. Gemiye dönüş.” Modeste’e ertesi günü gemiden yazdığı mektubunda Boğaziçi’nin beklentilerini çok aştığını, hiç tahmin etmediği gibi bulduğunu ifade eder. Şehre üç sene sonra, 1889 Nisan’ında tekrar geri dönecek, ama bu defa belki önceden yaşadığı tecrübeden ötürü otel aramak yerine akşamları limanda bekleyen gemisinde kalmaya devam edecek ve Yerebatan Sarnıcı, kayık sefası ve fayton gezintisi dahil, yine İstanbul’da pek çok turistik gezilere çıkacaktır. Ama gördüğü bu turistik manzaraların bir gün bir bestesinin İstanbul’da basılacak notasının kapak tasarımını süsleyeceğinden ise habersiz olmalıdır. Bir sahafın tezgâhında tesadüfen bulduğum ve üzerinde Kız Kulesi, At Meydanı, Küçüksu’daki Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi ve Galata Kulesi görüntüleriyle sanki geleneksel bir Türk bestesini lanse eder gibi İstanbul’da o devir Levant Herald gazetesinin “Edition Orientale”i tarafından basılan Çaykovski’nin keman ve piyano için aranje edilmiş haliyle Barcarole’ünün bu nüshası kim bilir hangi konaklarda, hangi Büyükada köşklerinde, Boğaziçi yalılarında çalındı durdu.

Atlas Tarih

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz