“Hayatımda hiç pişmanlık duymadım,” diyenler var. Arkasında bir yaşam felsefesi, bir deneyimler toplamı varmış gibi görünen, içeriği değer kaybına uğramış günün popüler sözlerinden biri de bu. Hiçbir pişmanlığı olmayan bir hayat olur mu? olabilir mi? O zaman insana sorarlar: “Nerede, nasıl öğrendin, nelerden ders aldın; hiçbir pişmanlığı olmayan hayat mümkün mü?” diye. Sürekli anılan pişmanlığın kimseye bir yararı yoktur elbet, ama anısının izlerini sonraki deneyimlerimiz için hayatımızda taşırız. Pişmanlık, yaşamın öğreticilerindendir. Hayata karşı efelenerek kişiliğini savunur gibi görünen bu cümleyle, sağlam bir karakter, şaşmaz bir tercihler kesinliği ve tutarlı davranış bilgisi sunma iddiasında olmaya çalışan bu profildeki insanlar, bize aslında içlerinin nasıl da boş olduğunu, yaşam hakkında ne kadar az şey bildiklerini istemeden söylemiş olurlar.
Bireyini yetiştirememiş toplumlarda örgütlü mücadele vermek neredeyse olanaksız
Özellikle akademik çalışmaları konu alan kitapların önsözü, kimi kurum ye kişi adları tek tek sayıldıktan sonra genellikle şu cümle ile biten “…teşekkürü borç bilirim.” çalışmalarda teşekkür borçlanılan kişiler) genellikle ilgili akademik çalışmanın tez hocası olan profesörlerdir ve buradaki “teşekkür“, çoğu kez içtenlikten, gönül payından yoksun olup, daha çok bir yağcılık gösterisidir. Gerçekten bir yol göstericinin iz düşürdüğü kişilerin çalışmalarını ve ifade ediliş biçimlerini bunların dışında tutuyorum elbet. “Teşekkürü borç bilirim” sözüyle ilk kez çocuk yaşımda karşılaştığımda, bu deyişin çok hoşuma gittiğini anımsıyorum.
Sözü edilen borcun edilen teşekküre bir derinlik kazandırdığını ayrımsamış olmalıyım. Duygularımızı adlandırmakta zorluk çektiğimiz dönemlerdir onlar, yalnızca bir parlaklık olarak yaşarlar içimizde. Nasıl bilmiyorum ama, daha o zamandan gönül borcu duymanın ne demek olduğunu bildiğimi, şükran duymayı tanıdığımı tanıdığımı sanıyorum. “Ahde vefa” duygusu çok erken yaşlarda ediniliyor, o zamanlar edinmediğiniz bir duygu, sonradan gelip yerleşmiyor içinize. Bu yüzdendir ki, yazdıklarıyla yıllar yılı elimden tutmuş birçok şairin ve yazarın şimdi düştükleri hazin durumlar nedeniyle çeşitli sataşmalarını “çocuk” olmanın bilgeliğiyle karşılayabiliyorum. Ben onları hatırlamak istediğim gibi hatırlamayı, yüreğimin onlara teşekkür eden yanını saklamayı yeğliyorum.
Yaranmak için ya da sözün gelişi teşekkür etmek, gündelik dilde bir gerekliliği yerine getirmenin kolaylığında neredeyse kendiliğinden işler. Oysa gerçekten teşekkür etmeyi bilmek zordur. Örneğin, özür dilemeyi bilmeyenlerin teşekkür etmeyi de bilemeyeceklerini düşünürüm. Özür dilemek de, teşekkür etmek de kişinin, karşısındakinden önce kendiyle kurduğu ilişkinin ifadesidir. Özür dilemeyi, azalmak, eksilmek, gurur örselenmesi olarak yaşayanların toplumunda, herhangi bir durumda duyulan suçluluk duygusu, bağışlanmak isteğinden çok, daha büyük kusur işleyerek ayıbını kapatma dürtüsünü harekete geçirir. “Özrümüzün kabahatimizden büyük olması” bu yüzdendir. Bağışlamak da, bağışlanmayı bilmek de gündelik teşekkürün ya da özürün küçük sularından başlayan ilişki bilgisinin, kalbin daha derin maceralarına ulaşabildiğinin işaretidir. Adını koyduğumuz ya da koyamadığımız bütün duygularımız birbirlerine görünmez bağlarla bağlıdır ve birbiriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi görünenlerin bile altında ortak bir işleyişin nabzı atar.
Ayrıca teşekkürü borç bilmek her zaman gönül yüceliği anlamına gelmeyebilir. Çoğu insan, pençesinde kıvrandığı aşağılık duygusu nedeniyle kendisine hiçbir şeyi layık görmediğinden, aldıkları ya da verilenler karşısında duyduğu ezikliği ancak bir borçlanma duygusuyla yaşar. Ya da derin bir başarısızlık duygusuyla yaşadığı hayatta başına gelen bütün iyi işleri, hayatındaki insanların varlığıyla açıklar; kendi payını reddeder. “Oscar” törenlerinde her “Oscar” heykelciği alanın, uzun uzun teşekkür etmesi, ağız alışkanlığı bir Amerikan geleneği, çekirdek aile yağcılığı yaparak orta sınıf değerlerinden puan toplama, bir kadirbilirlik gösterisi olduğu gibi, çoğu kişide o heykeli tek başına taşıyamayacağının yükünü hafifletmenin de bir yoludur.
Kimileri içinse, teşekkür etmek en yalın anlamıyla sahiden teşekkür etmektir. Onlar zaten bu yazının dışında tutulmuşlardır.
Sıradan bir teşekkür bile hiç de göründüğü kadar sıradan olmayabilir. Zamanla borca, minnete dönüşebilir. Borcu taşımaksa zordur. İnsanoğlu borcun fazlasını ihanetle öder. “Teşekkürü borç bilirim,” demek insan üzerinde şık bir etki yaratıyor elbet. Ama diğerlerinin arasında “borç bilinecek” teşekkürü tanımak bile, gönlün bin halini tanımış olmayı gerektirir. Ki, gönül eğitimi konusunda zengin bir toplum olmadığımız, basmakalıp duygu modelleriyle bir gönül sarayı kurduğumuzu sanmamızdan bellidir. Kalpleri klişelerle işleyenler, klişeleri parçalandığında kalplerinin kırıldığını sanır.
Genel olarak iç dünyamızın temel örüntülerine bakıldığında, duygu dünyamızın bir gasp dünyası olduğunu görürüz. Zaten hakkımız olduğuna inandığımız şeyleri alır ya da el koyarız. Duygularımız, sanıldığından çok daha fazla toplumsaldır. Bireyleşmiş kişilerle, bireyleşmesi tamamlanmamış kişilerin duygusal süreçleri arasında, toplumsal kopmalar bağlamında önemli farklar vardır. Bir sanat yapıtı, çoğu kez malzemesini bu kopmaların oluşturduğu çatışmalar üzerine kurar.
Gündelik hayatta istemeyi bilenler verileni almayı, bunun için teşekkür etmeyi de bilirler. Duygularımızın, isteklerimizin hem kendileri, hem yaşama biçimleri bir bilgidir. Hak, talep, mücadele gibi toplumsal işaretli duygu ve kavramlarsa sanıldığından çok daha fazla bireyseldir… Bu yüzden bireyini yetiştirememiş toplumlarda örgütlü mücadele vermek neredeyse olanaksız olduğu gibi, devrimlerin yenilgiye uğradığı toplumlara bakıldığında da kendi bireylerinin yetişmesine izin verilmediği görülür.
Konu borçsa, geçmişe değil, geleceğe borçlanmak gerekir. Sanıldığının tersine, yazarlar yalnızca kahramanlar yaratmazlar, kahramanları yoluyla kendilerini de yaratırlar. Yazarların çoğu, kendilerini kahramanlarına borçlanırlar. Sözü edilen toplumsal kopmayı yaratı sürecinde daha ciddi bir şiddetle yaşarlar.
*
Aslında yalın, gündelik bir klişeden yola çıktı bu yazı: “Teşekkürü borç bilirim.” Oysa sözlerin zaman içinde neredeyse bizden bağımsız bir tarihi oluşur. Ağızdan ağıza kopyalanarak çoğalır. Amacından, kaynağından, hatta anlamından uzaklaşarak yapaylaşan, bu yüzden gerçek duygulan bile böyle ifade edildiğinde sahteleştiren bir süreci işletir. Başlangıçta anlamın ulaşımını kolaylaştıran bir söz, bir deyiş sonradan düpedüz anlamı kaybettirir.
Dil sürekli yenilenen, hem sözcük dağarı hem kullanım biçimleriyle zenginleşen; insanın kendine yeni ifade yolları aradığı bir alandır. İnsanlar her zaman yeni sözcüklere, deyişlere, adlandırmalara gerek duyarlar. İçinde yaşadıkları kendi zamanlarının dilini ararlar. Her konuda olduğu gibi dilde de “yenilik” ciddi bir gereksinimdir. Önemli olan bu gereksinimi iyi ve doğru değerlendirebilmek, bilgiyle yönlendirebilmektir. İnsanlara dil duygusunu kazandırmak; dile emek harcamayı öğretmektir. Elbette gündelik dil kendi zamanının takvimiyle çeşitlenerek, günün moda deyişlerini yaratacak, zenginleşme yolları da önceki yüzyıllardan farklı olacaktır. Sorun, gereksinimde değil, bu gereksinimin giderilmesindedir.
Düşünce tembeli toplumlarda klişeler, sloganlar, beylik sözler, düşüncenin yerini tutar. Anlam, yerini yalnızca işaret değeri olan çeşitli kısaltmalara bırakır. Görsel medyanın aşırı şişmesi dolayısıyla ekrana kilitlenmiş halkın yeni söz kaynakları elbette buralardan devşiriliyor. Yaygınlaşan yanlış kullanımlar üzerine söz alınması, alanı kuşatamıyor, çünkü ne yapılırsa yapılsın oraya ulaşılamıyor. Yanlış olduğu defalarca söylendiği halde hâlâ “doyumsuz sanatçılardan söz edilebiliyor olması, bu çaresizliğin en belirgin örneğidir.
Günümüzde birçok hayat röportaj cümleleriyle geçiyor. Örneğin, uzun süredir dilde egemenliğini ilan etmiş olan, bazı koca adamların ya da kadınların “duygulu anlar yaşandı” diye tabir edilen kimi durumlarda ağzında gezip dolaşan şu “içimdeki çocuk” edebiyatını anımsayalım. Sizce de birdenbire ortalığa çok fazla çoluk-çocuk doluşmaya başlamadı mı?
Çocuk olmak, çocuk kalmak niye tek basma bir değer olsun ki?
Hem herkesin çocukluğu bir mi?
Belki de o “içinizdeki çocuk“, şimdiye kadar çoktan büyümüş olması gereken münasebetsiz, şımarık, huysuz bir çocuktur ve sandığınızın tersine başkaları tarafından hiç de sevimli bulunmuyordun Her an birileri çıkıp, “Biraz büyütün canım şu içinizdeki çocuğu milleti rahatsız ediyor,” diyebilir.
Neden birdenbire içlerindeki çocuktan söz etme gereği duyar oldu insanlar?
Bazı duygu ve davranış taşkınlıklarının hoşgörülmesini sağlamak, kendilerini şirin, sevimli göstermek, yaptıkları münasebetsizliklere gerekçe bulmak, kişiliklerindeki sürprizlere dikkat çekmek, onların bizim sandığımızdan daha zengin bir iç dünyaları olduğuna inandırmak gibi çeşitli nedenlerle “içlerindeki çocuğa” başvuruyorlar galiba. Büyümemiş, kirlenmemiş, saf ve temiz olduğu düşünülen bir “çocuk imgesi” üzerinden kişiliklerine bir safiyet, bir derinlik katmak istiyorlar.
Yaşını başını aldığı halde, biraz yakınlık gösterdiğinizde, boynunu kırıp çocuk sesiyle konuşmaya başlayan geçkin kadınlar, hiç gerekmezken ufukta belirsiz bir noktaya diktikleri nemli gözleriyle şiirli şiirli konuşmaya başlayan sakallarının kın yıllara karışmış koca adamlar, kısacası bu “çocuk kadın” ve “çocuk adam” nüfusu nicedir can sıkıcı olmaya başladı.
’80’li yıllarda yaygınlaşan bu “içimdeki çocuk” deyişinin tek başına bir günahı yok elbet. Onu kirleten dolaştığı ağızlar; anlamını kurutup, onu hiçbir geçerliliği olmayan boş bir klişeye dönüştürenler… Yoksa çoğunuzun bildiği gibi, ben de “Kırılgan” adlı şarkı sözümde içimdeki çocuktan söz ederim. Herkesin çocukluğu farklı olduğu gibi, içindeki çocuklar da farklı oluyor. Bütün bir hayatı ergenlik duyarlığıyla yaşamanın özenilmesi gereken bir şey olduğunu sanmıyorum.
İkinci altın değerindeki cümlemiz de “Kendiyle barışık olmak.” Bu cümle de elbette tek başına iyi, olumlu bir şeye işaret ediyor.
Ama herkesin ağzında uluorta gezdiğinde bütün anlamını, içeriğini ve gerçekliğini yitirdiği için artık kimseye bir şey söylemez oluyor.
Birçoğunun ağzından duyuyoruz, söylediklerine güç ve gerçeklik kazandırmak için şöyle tamamlıyorlar sözlerini: “En önemlisi kendimle barışığım.”
“Bütün dünyayla kavgalıyken niye kendinle barışıksın?” demek geçiyor insanın içinden. “Hele barışık olduğunu söylediğin birçok özelliğin, değiştirmen, düzeltmen gereken bir dolu defo içeriyorsa… Bu kadar kusurluyken nasıl kendinle barışık kalabiliyorsun?”
Bu çeşit durumlarda, insanın kendini hiç gözden geçirme gereği duymaksızın, her çeşit kusurunu ve defosunu kabullenmesi bir kendiyle barışıklık örneği sayılabilir mi? Sonunda kendiyle barışık olma hali, yapılan iç hesaplaşmalarının, verilen mücadelelerin, geçirilen aşamaların sonucunda varılan bir ruh dinginliği hali değil midir? Tersi durumlarda insanın kendini olduğu gibi kabul etmesi, sağlıklı bir barışıklıktan çok, bir kişilik uyuşukluğu ve ruh tembelliği belirtisi sayılmaz mı?
Bir de “Hayatımda hiç pişmanlık duymadım,” diyenler var. Arkasında bir yaşam felsefesi, bir deneyimler toplamı varmış gibi görünen, içeriği değer kaybına uğramış günün popüler sözlerinden biri de bu. Hiçbir pişmanlığı olmayan bir hayat olur mu? olabilir mi? O zaman insana sorarlar: “Nerede, nasıl öğrendin, nelerden ders aldın; hiçbir pişmanlığı olmayan hayat mümkün mü?” diye. Sürekli anılan pişmanlığın kimseye bir yararı yoktur elbet, ama anısının izlerini sonraki deneyimlerimiz için hayatımızda taşırız. Pişmanlık, yaşamın öğreticilerindendir. Hayata karşı efelenerek kişiliğini savunur gibi görünen bu cümleyle, sağlam bir karakter, şaşmaz bir tercihler kesinliği ve tutarlı davranış bilgisi sunma iddiasında olmaya çalışan bu profildeki insanlar, bize aslında içlerinin nasıl da boş olduğunu, yaşam hakkında ne kadar az şey bildiklerini istemeden söylemiş olurlar. Pişmanlıklara teslim olmamak başka bir şeydir; onların öğreticiliğinden kendine yeni hayatlar ve yeni seçenekler yaratmak başka şey.
Verdiğim örneklerin ortak özelliği, emeksiz öğrenmelerin, kısa yoldan kendine bir kimlik söylemi edinmenin kurnazlıklarına işaret etmesidir.
Annem hayattayken hep “hayırlı basanlar” dilerdi. O zamanlar bu sözü annemin Türkçe zaaflarından biri sayardım. “Başarı”yı tek başına bir hayır olarak gördüğüm için olsa gerek, bu söz bana fazla gelirdi. İnsan zamanla başarının da “hayırlısını” dilemeyi öğreniyor. En yalın haliyle basan dilemek tek başına yeterliyken, insanlar neden ille de basanlarımızın devamını dilerler? Başarıya bir süreklilik kazandırma dileği anlaşılabilir elbet, ama bana öyle geliyor ki, asıl bunda bizim kısa cümlelerle yetinmeme merakımızın payı var. Tek başına “hoş“, “güzel“, “iyi” demeyi bilmeyiz. İlle de “çok güzel“, “çok hoş“, “çok iyi” deme gereksinimi duyarız. Abartı, toplumsal histerimizin dildeki ifadesidir, bu yüzden şiddetli sıfatlardan, tekerlemesi bol sözlerden, nakaratı bol şarkılardan hoşlanırız. Bu nedenle duygularımızı ifade etme repertuarında, hıçkırık, iç çekme, ağlayarak şiir okuma gibi unsurlar, kederimize prestij sağlayarak bir ifade değeri kazanır.
Başarıya gelince, toplumsal olarak da, bireysel olarak da az bildiğimiz bir olgudur. Başarıyı tanımlamakta bile güçlük çekeriz. Biz kendimizin başarısı ya da başarısızlığıyla ilgilenmekten çok, başkalarının başarısı ya da başarısızlığıyla ilgiliyizdir. Hem de yakından ilgiliyizdir. Kendi varoluşumuzu, hayatımızı, toplumdaki duruşumuzu başkalarının üzerinden tarif ederiz. Bu yüzden başkalarının başarısızlığı, kendi başarımızdan bile daha değerlidir. Herkes aynı hizada olsun, kimse öne çıkmasın isteriz. Öne çıkanlar varsa, yeniden aşağıya, arkaya çekmeye çalışırız. Başarısının nedenlerini başka yerlerde gerekçelendiririz. Kendi inanmak istediklerimiz uğruna gerçekleri değiştirmekte bir sakınca görmeyiz. Kişisel başarı duygusundan yoksun olduğumuz için, anonim basanlarda var olmaya çalışır, bir partinin ya da bir futbol takımının başarısında kendimize marazi bir aidiyet alanı yaratırız. Kendi içini kutlayamayanların toplu kutlamalardaki çaresizliğini sergileriz.
Kuşkusuz herkesin başarı tanımı birbirinden farklıdır. Ama başarının ortak tanımı daha çok klişeleşmiş projelerin gerçekleştirilmesinde anlamını bulur. Güç, statü, ün, ödül, para ise bu projelendirmelerin kutsal simgeleridir.
İçinde benim de bulunduğum kimilerine göreyse basan, en başta insanım kendinden ne yapmak istediğiyle ilgili bir şeydir. Bence en büyük basan, insanın kendini gerçekleştirmesi, kendini oldurmasıdır. Kendine seçtiği “kendini” mümkün kılmasıdır. Hayalleriyle, toplumsal koşullar ve içinde yaşadığı zaman arasında kurduğu dengenin formülünü bulabilmesidir. Bunlar yalnızca bize bağlı şeyler değildir. Biz, bize düşeni sonuna kadar savunmaya, korumaya, yaşatmaya çalışırız. Başarı insanın kişisel sürekliliğini erkinleşerek koruyabilmesidir.
Başarı tıpkı ün, güç, erk gibi hem taşıması güç bir şeydir, hem de iyi bir öğretmen. Başarıyı yaşamanın, mümkün ve sürekli kılmanın da diğer birçok şeyde olduğu gibi bir dile gereksinimi vardır. Bu da bir bilgidir. Karşıtlarıyla birlikte var olur. Trajedi duygusuna sahip olmayan toplumlarda, komedi ve mizah nasıl bir arsızlığa ve yılışıklığa dönüşüyorsa, kederin ve hüznün incelikli törenlerinden haberi olmayanlar nasıl eğlenmeyi de biliniyorlarsa, şenlik bilincinden ve ritüellerinden yoksun toplumlarda kutlamalar nasıl hoyrat tepişmelere, saldırgan bir neşeye dönüşüyorsa, başarı da linç psikozuyla karşılanarak “kurban” olmaya doğru ilerler. Adağımız, başkalarının yıkımıdır.
*
Evet, şu satırları yazdığım günlerde artık iyiden iyiye yazdayız. Güneş, deniz, uyku, tembellik, keyif, ruh erinci ve dinginlik dilerim.Otu, çiçeği, dalı, ağacı, toprağı, yaprağı, börtüböceği, kuşu, göğü, sulan ve dağlarıyla kâinatın bir parçası olduğunuzu her zerrenizde hissedebilme yeteneği dilerim. Var olmanın, yalnızca var olmanın mutluluğunu yaşamanızı dilerim.
Üst tarafı dünya hali, konuşuyoruz işte.
Haziran 2002
Bir Kutu Daha
Murathan Mungan