Murathan Mungan: Görüntüye koşmaktan okuyup yazmıyor gerçeklere yabancılaşıyoruz

Bugün yazıya başvurmamızın çeşitli nedenleri başka kaynaklar tarafından daha az zamanda ve daha ucuza gideriliyor. Örneğin, açık bir TV ekranında boy gösteren yetkili bir kişinin ağzından çıkan sözler sayesinde herhangi bir konuda öğrenmeniz gerektiğini düşündüğünüz kadarını öğreniyorsunuz. Daha fazlasına ne siz gereksiniyorsunuz, ne hayat talip oluyor. Düşünce ve fikir kaynağı olan yazıyı kullanmak yerine, başkalarının ağızlarından işittiklerinizi, onların fikirlerini, yargılarını, klişelerini alıp rahatlıkla kullanabileceğiniz bir olanak verilmiş oluyor böylelikle. TV ekranlarında boy gösteren yetkili ağızlarından çıkan sözler nesnel ve bilimsel doğrular yerine geçebiliyor.

Yazının Aynasında

Kendi ekseni etrafındaki kadim dönüşünü sürdürürken, bir yandan da kendini yazının aynasında seyreden bir dünya var. Yazının bulunuşuyla birlikte kaydı tutulan, dökümü yapılan, yazıyla saklanan ya da açıklanan; gizlenen ya da bozuşturulan, yazıldıkça başkalaşan bir tarih, dünyanın dönüşüne yetişmeye çalışıyor. İnsanlık yol aldıkça, zamanın altında kalanlar kadar, yazının altında kalanlar da her seferinde yeniden kazılıp okunarak “tarih” güncelleniyor.
Yazı sayesinde kayda geçirilmiş yüzlerce yıl önceki insanların düşünceleri, duyuşları, bilgileri hakkında bilgi sahibiyiz bugün. Örneğin, eski, çok eski kitapları, diyelim Antik Yunan metinlerini okuduğunuzda, birdenbire derin bir ümitsizliğe kapılabilirsiniz. Sizin, yakın ya da yeni zamanlara ait bildiğiniz nice tanıdık düşüncenin, duyuşun, bilginin daha o zamanlardan başlayarak dile getirilmiş olduğunu görmek, sizi şaşırttığı gibi, kimi durumlarda üzebilir de… Öncelikle kendi “yeni”liğinizden kuşkuya düşer, sonra ta o zamanlar var olmuş bu düşünceler bile, dünyayı bu kadarcık değiştirebildiğine göre, tarihe rağmen zaman içinde çok az yol alındığı kanısıyla şimdiki sözlerinizin çaresizliğine ait bir hayal kırıklığına kapılabilirsiniz. Bunca yıl, bunca yüzyıl, bunca fikir, bunca söz, bunca yazı, bunca kitap, dünyaya ne kadar yardım etmiş, edebilmiş; onu ne kadar değiştirmiş, değiştirebilmiştir ki, bize ait birkaç sözün, birkaç yazının, birkaç kitabın zamanın akışında hükmü ne olsun? Buradan bakmaya başladığınızda, dünya kararır elbet; söz seyrelir, yazı biter. Dünyanın gidişine, insan ilişkilerine, hayata, olaylara, durumlara, iç dünyamıza ait nice gözlemin, saptamanın, çıkarsamanın

Plutarkhos’tan, Konfüçyüs’ten, Aquinolu Thomas’tan, Mevlatva’ dan günümüze varana dek bunca yazılıp çizilmesine karşın, dünyanın hâlâ aynı yerde dönüp durması içinizi acıtabilir elbet. Söylenmiş onca sözden sonra, çok değişmiş gibi görünen dünyanın aslında nasıl aynı kaldığına, kalabildiğine şaşırarak, yazının gücünden kuşkuya düşebilir; yazı insanın içine sızmıyor, hayata işlemiyorsa neden yazılıyor, diye düşünebilir, bizden yüzlerce yıl önce söylenmiş sözlerden bir tane de bizim söylememizin ne anlamı var, duygusuna kapılabilirsiniz. Dünya kurulduktan beri bilinegelen onca savaş gerçeğinden barış adına ne öğrenebildiysek, bir bakıma yazıdan da hayat adına o kadar öğrenebilmişizdir. Sorun bu biçimde ortaya konulduğunda “ilerleme” kavramının ne demek olduğu ya da “bilginin yaygınlaşması” gibi sorunların etrafında, teknolojinin ilerlemesiyle insanlığın ilerlemesi denkleminde kilitlenir kalırız.
Sonuçta, yazıyı iş edinmiş insanlar olarak dünyada bulunmuş şeylerle dünyaya bir iz bırakmaya çalışıyoruz. Yazı da bunlardan biri. Bulunmuş, uydurulmuş bir şey. Hayatımızın kalmadığı bizden sonraki bir dünyaya, yazıdan bir hayat bırakmak istiyoruz. Okunanın, öğrenilenin, bilinenin dünyayı değiştirebileceği, daha güzel, daha uygar, daha anlamlı bir yer yapacağını düşündüğümüz günlerden kalma sonradan kırılan ümitler ve dağılmış hayal parçalan ile elimizden yazıdan ve yazmaktan başka hiçbir şeyin gelmediğini anladığımız solgun günlere geçiyoruz. Ne kadar öyle sanılsa da, yazı bir kahramanlık alanı değildir oysa. Yazı bir karınca sanatıdır. İlk rüzgârın, ilk yangının, ilk selin alıp götüreceği karıncaların sanatı… Her şeye karşın var olmanın, sürdürmenin, yeniden başlamanın sanatı… Ümit kadar, ümitsizliğin de sanatı… Belki de dünyaya değil, kendimize yardım etmeye karar verdiğimizde, yazı saflaşıp billurlaşıyor; asıl anlamını buluyor. Onun içinde katedeceğimiz yol da, yolculuk da asıl o zaman başlıyor. Yazıyı zaman karşısında en dayanıklı kılan şeyin, ümitsizliğin gücü olduğunu düşünüyorum nicedir. Onca ümit, düşünce, emek ve deneyimden sonra varılmış olan bir ümitsizliğin gücünden söz ediyorum burada. Oysa sıradan düşünce, ümitsizliği, vazgeçmekle karıştırır; yanlış. Yazıda kötümserlik bile emek ister, onu güdük ruhların sıradan karanlığından ayıran şey budur. Ümitsizlik, kısa erimli yararlardan, ödülünü hemen bekleyen çabalardan caydığında; bakışlarının menzili kendi ömrünün sınırlarını aştığında başlı başına bir güç kaynağı olur. Yazı, ancak kendinden başka dayanabileceği hiçbir şey kalmadığında yazı olur. Saf yazı. Bizi hiçbir şey ümit etmeden hâlâ yapacak bir şeyler olduğuna inandıran yazı.
Kendi de uzun süre yazar olmak hayalleri kurmuş, kitap yazmak istemiş bir tanıdığım, internetin Türkiye’de dolaşıma yeni girdiği dönemlerde, kendi macerasında uğramış olduğu hayal kırıklığının etkisiyle olsa gerek, bana tarih öncesinden kalmış biriymişim gibi, “Sen hâlâ kitap yazmaya devam mı ediyorsun? Artık internet diye bir şey var, insanlar kendilerini orada ifade ediyorlar,” demişti. Bunu söylerken, kendi yazısının altında kalmış bir bozgunun izleri yüzüne vuruyor, onu içine almayan “yazı”dan dünya onun intikamını almış gibi için için seviniyordu.
Her yenilik hayatımızdan geçmişin ne kadarını süpürüyor, bilemiyoruz elbet. Bütün sözler için çok erken. Taraf tutmak için de… Öte yandan “Yazının ‘bulunuşu’ ile ‘kaybedilişi’ arasındaki tarih içinde yaşadığımız zaman dilimi nereye karşılık düşüyor acaba?” diye de düşünmeden edemiyor insan. Biz yazıyı öğrenene kadar yazı yer mi değiştiriyor? Günümüzde yazı kaybediliyor, kısaltmalara, imlere, işaretlere, simgelere, amblemlere, logolara azalırken, fotoğraf ile başlayıp çeşitli teknolojik buluşlarla ilerleyen süreçte yazının ciddi kayıplara uğradığı, görsel iletişimin yazılı iletişimin yerini tutmaya başladığı da bir gerçek. Teknolojik devrim sonrasının tüm dünyada yaşanan sorunları ortak belki, ama yazılı toplum aşamasından görsel toplum aşamasına çevrimini tamamlayıp kurumlarını oluşturarak doygunluk içinde geçen gelişkin toplumlarla, bizim gibi daha yazılı toplum aşamasını geçiremeden görsel kültürün bombardımanına maruz kalan gelişmemiş toplumlar arasında, bu sorunları yaşayış farkının getirdiği tarihsel açık kolay kapatılacağa benzemiyor. Genel benzerliklerine karşın, uğradığımız hasarın boyutları da aynı değil. “Aydınlanma çağı”ndan, “Rönesans”tan geçmiş, yazılı bilginin kurumlaşıp gelenekselleştiği Batı’nın bu görüntü taarruzu karşısındaki direnci ve bağışıklığı da bizim kumdan kalelerimizle karşılaştırılamaz elbet.
Bir toplumun okuma yazma oranı demek, çoğu kez yalnızca harfleri tanımak anlamına gelir. Okumanın, yazmanın yaygın olduğu, yazılı kültürün üretilerek çoğaltıldığı, paylaşıldığı anlamına gelmez. Bu nedenle yazının hem bir bilgilenme ve düşünce üretme aracı, hem de bir güzelsanat olarak yaratılıp tüketilmesi, okuma yazmak bilmekten başka bir şeydir. Okumanın yazmanın bir alışkanlığa dönüşerek insan hayatında bir yer kaplaması, o ülkede basılan kitap sayısı ve çeşidi, mevcut ve işleyen kitaplıklar ve insanların bunlardan yararlanma oranı gibi çeşitli unsurlar bir toplumun yazıyla ilişkisine ait temel göstergeleri oluşturur. Bu açıdan bakıldığında, yazının bulunuşu ile Türkiye’nin şimdiki zamanı arasında çizdiğimiz hayali bir eğriyi izleyecek olursak, yüzümüzün fazla gülmeyeceği kesin!
Algının toplumsal dolaşımında yazı dikey derinleşme, görüntü ise yatay yaygınlaşma olarak ifadesini bulur. Günümüz dünyasında “yazı” ile “hız” arasındaki ilişki, büyük ölçüde yazı aleyhine işliyor. Yazı sizden durup dinlenmenizi, derinleşmenizi, bakışlarınızı bilemenizi, aklınızı ve ruhunuzu açmanızı istiyor. Oysa biz görüntüden görüntüye koşmanın hipnozunda içimize bakmaktan kaçıyoruz. Yazının “derinleşmesi” ile “yaygınlaşması” arasındaki ilişkideki denge bizim gibi toplumlarda bir türlü sağlanamıyor. Yazının hem derinleşmesine hem yaygınlaşmasına zaman kalmadan, görüntünün yayılma hızı, yazıyı ihtiyaçdışı bırakıyor. Akıp giden görüntülerin sersemleticiliğinde günlerin akışına, zamanın geçip gidişine bırakıyoruz kendimizi.

Öte yandan yazı neredeyse her yerde kullanılıyor, üzerimizdeki tişörtlerimiz bile yazılı artık. Çünkü, yazı bir anlam ve fikir içermekten çok, gündelikte hayatımızı renklendiren bir dekoratif unsur yerine geçiyor; sloganların giderek felsefi önermelerin, reklam cıngıllarının giderek şiirin yerini alması gibi, gündelik kullanımda alabildiğine kestirme kullanımlarıyla çoğalır görünüyorken, anlam, fikir ve ruh bakımından seyreliyor. Yazının günümüzdeki bu kestirmeden gitme özelliğini yalnızca süslü levha yazıları, ışıklı reklam panoları gibi herkesçe görünür kaba örnekleri için anmıyorum; birer kırıntıya dönüştüğü gazetelerdeki sözde köşe yazılarından, bol resimli dergi sayfalarında fotoğraf altına döşenecek dekoratif bir malzemeye azalmış haline kadar birçok çeşidinden söz ediyorum. “Modern hayat”ın “hızlı ritmine” uygun olarak kısalan yazılar artık fazla düşünce kaldırmıyor. Her şey “compact” ve dört köşe olmalı. Çabuk yuvarlanabilirlikte ve kolay tüketilebilir olmalı. Her şey internet dilindeki ya da cep telefonlarının mesaj hanelerindeki sessiz harflere kadar kısaltılmalı. Bütün bu özelliklere sahip, besin değeri düşük, ama doygunluk hissi veren “fast-food” yazılar, gazete ve dergilerin fikir boşlukları için dolgu malzemesi işlevi görüyor nicedir. Hayat içinde kullandığımız dilin tükenmişliğine koşut olarak, “yazı”nın içi boşalıyor. Oysa yazı, bilindiği gibi aynı zamanda bir düşünme tekniği edinmektir. Yazı yazmak, aynı zamanda bir düşünme yoludur. Düşünmeyi bilmek, İngilizce, Almanca bilmek gibi bir şeydir; yazının içinden geçer. Sözcükler, kavramlar, terimler olmadan düşünemeyiz. Ayrıca insan bunları gerçek anlamları ve doğru içerikleriyle öğrenmek zorundadır; yoksa belirsiz duygularımızın, bulanık düşüncelerimizin yaklaşık ve yanıltıcı tarifleme çabaları olarak iletişimi sağlamaya değil, güçleştirmeye yarar.
Bugün yazıya başvurmamızın çeşitli nedenleri başka kaynaklar tarafından daha az zamanda ve daha ucuza gideriliyor. Örneğin, açık bir TV ekranında boy gösteren yetkili bir kişinin ağzından çıkan sözler sayesinde herhangi bir konuda öğrenmeniz gerektiğini düşündüğünüz kadarını öğreniyorsunuz. Daha fazlasına ne siz gereksiniyorsunuz, ne hayat talip oluyor. Düşünce ve fikir kaynağı olan yazıyı kullanmak yerine, başkalarının ağızlarından işittiklerinizi, onların fikirlerini, yargılarını, klişelerini alıp rahatlıkla kullanabileceğiniz bir olanak verilmiş oluyor böylelikle. TV ekranlarında boy gösteren yetkili ağızlarından sözler çıkan nesnel ve bilimsel doğrular yerine geçebiliyor.
(…)
Ekran karşısında hiç savunmasız olarak oturanlarla, bu konuda dikkatler geliştirmiş, belirli filtrelere sahip olan donanımlı kişilerin ekrandan yansıyan zihni radyasyona aynı biçimde maruz kalmadıklarını söylemeye çalışıyorum.
İnsan kimi zaman dönüp kendine bakıyor, yalnızca dünyanın yazısında değil, kendi yazısında da… Bir zamanlar yazdığı bir yazıdaki kendisini arıyor. O yazının tarihinde kilitli kalmış kendisinde geçmişin izlerini arıyor. Belki de bu yüzden yazılan hiçbir kitap için, “Şimdi yazsaydınız nasıl yazardınız?” sorusunun yanıtı yoktur. Onu yazarkenki benle şimdiki ben aynı değilim ki… Yazı benim içimde de akıyor. İyi yazarların kemikleri kendi yazdıklarının arasında çürüyüp zamana karışır. O yazarlardan biri olmak için kemiklerinizi verirsiniz. Bütün ömrünüzü. Zaman zaman durup doğru mu yapıyorum acaba, diye düşünerek, kendinizden, yazıdan ve zamandan kuşkuya düşerek, yazınızın neden hayatınızdan daha önemli olduğuna dair yeniden ikna olma gereği duyduğunuz havada asılı kalmış zamanlar yaşarsınız. Kendinize yeni cevaplar bulmak için, sizi yazmaya iten, zorlayan, güdüleyen bildiğiniz, bilmediğiniz bütün nedenleri tekrar tekrar kurcalarsınız. Hangi çağda, nasıl bir toplumda yaşadığınızı gözden geçirmek; sözlerinizin, insanların aklında, ruhunda, kalbinde nasıl yankılandığını yeniden duymak istersiniz. Kaç okurun hayatına sızdığınızı hayal edersiniz. Sözünüzün, yazınızın zamanla sökülmüş yanlarını görmeye, onarmaya çalışırsınız. Bir yerlerde henüz bulamadığınız sözler, sözcükler, deyişler, tümceler, anlatım gücü yüksek ya da taze ifadeler, durum tanımlamaları, söz oyunları ve olanakları, birçok bulanıklığı gideren, karanlık noktayı ışığa çıkaran çözümleme, saptama tümceleri olmalıdır. Hepimizi bir kez daha, bir kez daha yazıya döndüren sonsuz bir arayışı, ümitsiz bir umudu yeniden aramaya çıkarsınız, yazıda. Kendinizi yeni soruların anaforuna bırakırsınız. Kırgınlıklarınız, küskünlükleriniz, ıskalandığınızı düşündüğünüz nice kırık anı parçası, zamanın kemirdiği onca şey, kayıplarımız, kazançlarınız, yanlış anlaşılmalar, bir kez daha açıklama gereksinimleri, yazınıza kapalı gözlerin zamanla sizi ve yazınızı göreceğine dair inanç, yazıya verdiğiniz açık ömür, gizli yemin. Bir kez başladığınızda arkası tükenmek bilmeyen nice hesaplaşma, ödeşme… Entelektüel tahrik noksanlığı yaşayan bir kültür ortamında ilkelerinizi, değerlerinizi, doğrularınızı, emeğinizi, kendinize seçtiğiniz inançları korumanın, kendinden heykel dökmeye çalışan bir imgenin kovuğuna sığınmadan çıplak yaşamanın bedelini kimseden istemeye hakkınız yoktur. Yazı aşk gibidir. İstemezsiniz, verirsiniz. Yalnızca verirsiniz. O kadar.

Mart 2004
Yazının Aynasında (Bir Kutu Daha)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir