Felsefe Tarihinin En Gizemli Şahsı Sokrates ve Düşünce Dünyası – Jostein Gaarder

sokratesM.Ö. 399 yılında “devletin tanrılarını tanımadığı” ve “gençlerin düşüncelerini bozduğu” için ölüme mahkûm edildi. 500 kişilik jürinin yarıdan biraz fazlasınca suçlu bulundu.
Af dilenebilirdi kuşkusuz. En azından Atina’yı terketmek suretiyle paçayı kurtarabilirdi. Ama böyle yapmış olsaydı Sokrates olmazdı. Gerçek şu ki o, kendi vicdanını -ve doğruyu- kendi hayatının önüne koydu. Devletin çıkarı için uğraştığını belirtti. Ama yine de ölüme mahkûm edildi. En yakın arkadaşlarının yanında bir kupa baldıran zehiri içti. Ve yığılıp öldü.
Sokrates Sofistlerle aynı dönemde yaşadı. O da Sofistler gibi, doğa filozoflarının sorunlarından çok insan ve insan yaşamı ile ilgiliydi. Sokrates’ten birkaç yüz yıl sonra yaşamış Romalı filozof Cicero şöyle diyordu: “(O) felsefeyi gökyüzünden Dünya’ya indirip şehirlerde barındırdı. Felsefeyi evlere sokup insanları hayat ve töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorladı.”

Doğru Bilgi, Doğru Eylemi Gerçekleştirir

M.Ö. 450 yıllarında Atina Yunan dünyasının kültür merkezi olmuştu. Felsefe de bu dönemde yeni bir yöne girmişti.
Doğa filozofları öncelikle doğayı incelemekle meşguldüler. Bu yüzden bilim tarihinde de önemli bir yer aldılar. Atina’da ise daha çok insanla ve İnsanın toplumdaki yeriyle ilgileniliyordu.

Atina’da giderek meclisler ve mahkemeleriyle bir demokrasi oluşmaya başladı. Demokrasinin ön koşullarından biri, demokratik süreçlere katılacak kişilerin gerekli eğitimden geçmeleriydi. Genç bir demokrasinin öncelikle halkı eğitmesi gerektiğini günümüzden örneklerle de biliyoruz. Bu yüzden Atinalılar için her şeyden önemlisi retorikten, yani konuşma sanatından anlamaktı.

Çok geçmeden Atina’ya Yunan kolonilerinden pek çok öğretmen ve filozof geldi. Bunlar kendilerine Sofist diyorlardı. “Sofist” sözcüğü eğitim görmüş, uzman kişi anlamına gelir. Atina’da Sofistler kentin yurttaşlarına ders vererek geçimlerini sağlıyorlardı.

Sofistlerle doğa filozoflarının ortak bir yanları vardı. Her ikisi de varolan mitlere eleştirel yaklaşıyorlardı. Ancak Sofistler buna ek olarak, gereksiz felsefi spekülasyon olarak gördükleri şeyleri de reddediyorlardı. Felsefi sorulara belki yanıtlar bulunabilir, ancak doğanın ve evrenin gizleri kesin olarak çözülemez, görüşünde idiler. Felsefede bu görüşe Şüphecilik denir.

Biz insanlar doğadaki tüm soruları yanıtlayamasak da bir arada yaşamamız gerektiğini biliriz. Sofistler de insanlar ve insanın toplumdaki yeri ile ilgilenmeyi seçtiler.

Sofist Protagoras (İ.Ö. 487-420) “insan her şeyin ölçüsüdür,” diyordu. Bununla anlatmak istediği şey, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunun hep insanın ihtiyaçlarından yola çıkarak değerlendirilebileceği idi. Yunan tanrılarına inanıp inanmadığını sorduklarında, “Tanrılar konusunda bir şey söyleyemem çünkü bu konuda bilgiyi engelleyen şeyler var: konunun zorluğu ve insan yaşamının kısalığı.” diye yanıt vermişti. Bu şekilde tanrının varolup olmadığı konusunda kesin bir yanıt veremeyenlere Bilinemezci denir.

Sofistler çoğunlukla pek çok yer gezmiş, değişik pek çok yönetim tarzı görmüş kişilerdi. Hem gelenek ve görenekler, hem de şehir devletlerinde geçerli olan yasalar birbirinden çok farklı idi. Sofistler tüm görüp bildikleri şeyler çerçevesinde Atina’da neyin doğa tarafından, neyin toplum tarafından belirlendiğine dair bir tartışma başlattılar. Böylelikle Atina şehir devletinde bir toplum eleştirisinin temelini oluşturdular.

Örneğin “doğal arlanma duygusu” türünden tanımlamaların her zaman geçerli olamayacağını öne sürdüler. Utanmanın “doğal” bir şey olması için, doğuştan gelme bir şey olması gerekirdi. Çok gezip görmüş birisi için bu sorunun yanıtı basittir: çıplak görünmekten utanmak “doğal” ya da doğuştan gelme bir şey değildir. Arlanma -ya da arlanmama- öncelikle toplumun gelenek ve göreneklerine bağlı bir şeydir.

Sokrates Kimdi?

Sokrates (İ.Ö. 470-399) felsefe tarihinin belki de en gizemli şahsıdır. Tek bir kelime olsun yazmamıştır. Buna rağmen Avrupa düşüncesine çok büyük etkisi olmuş kişilerden biridir. Bunda kuşkusuz acıklı ölümünün de bir rolü olmuştur.

Sokrates’in Atina’da doğmuş olduğunu ve zamanının çoğunu sokaklarda ve meydanlarda karşılaştığı insanlarla konuşarak geçirdiğini biliyoruz. Kırlardaki ağaçlar bana bir şey öğretemez, demişti. Saatlerce kıpırdamadan durup derin düşüncelere daldığı da olurdu.

Daha hayatta iken bile sır dolu bir insan olarak görülen Sokrates öldükten sonra pek çok felsefi akımın kurucusu sayıldı. Tam da böylesine sır dolu ve bilinmez olduğu için birbirinden çok farklı pek çok görüş onun düşüncelerine sahip çıktı.

Kesin olan tek şey, Sokrates’in müthiş çirkin olduğu idi. Şişman, kısa boylu, patlak gözlü, hap burunlu idi. İçininse “mükemmel bir güzellikte” olduğu söylenir. Ayrıca, “ne şimdi ne geçmişte Sokrates gibi birisi bulunamaz” da denir. Tüm bunlara karşılık Sokrates felsefi uğraşları yüzünden ölüme mahkûm edildi.

Sokrates’in yaşamı, öğrencisi ve sonradan tarihin en büyük filozoflarından biri olacak olan Platon tarafından gün ışığına kavuşmuştur. Platon, Sokrates’i konuşmacı olarak kullandığı pek çok diyalog -felsefi konuşmalar- yazmıştır.

Platon’un Sokrates’in ağzından yazdığı bu yazılara bakarak bunları gerçekten Sokrates’in söyleyip söylemediğinden emin olamıyoruz. Neyin Sokrates’in öğretisi, neyin Platon’un kendi sözleri olduğunu ayırdedemiyoruz. Aynı sorun, ardında yazılı eser bırakmamış olan pek çok başka tarihsel şahsiyette de karşımıza çıkar. Elbette buna en bildik örnek İsa’dır. “Tarihteki İsa’nın” gerçekten Matta’nın ya da Luka’nın yazdıklarını söyleyip söylemediğinden emin olamayız. Aynı şekilde “tarihteki Sokrates’in” dedikleri de bir sır olarak kalacaktır.

Öte yandan Sokrates’in “gerçekten” kim olduğu o kadar önemli değildir. Batı düşüncesini 2500 yıldır yönlendiren, Platon’un bize tanıttığı Sokrates’tir.

Konuşma Sanatı

Sokrates’in uğraşındaki temel öğe, onun kimseye bir şey öğretmek peşinde olmayışıdır. O, tersine, konuştuğu insandan bir şeyler öğrenmek istediğini dile getirmiştir. Yani diğer okul öğretmenleri gibi ders vermek değildi derdi. Onun derdi, konuşmaktı.

Ama sadece başkalarını dinleyerek meşhur bir filozof olunmazdı elbette. Yalnızca başkalarını dinledi diye ölüme mahkûm de etmezlerdi insanı! O genellikle konuşmanın başında soru sorardı. Böylece hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapardı. Konuşma sırasında genellikle karşısındaki kişinin kendi düşünce biçimindeki zayıflıkları görmesini sağlardı. Sonunda konuştuğu kişinin bir köşeye sıkıştığı ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine itiraf etmek zorunda kaldığı olurdu.

Sokrates’in annesinin ebe olduğu ve Sokrates’in konuşma sanatını ebelerin “doğurma sanatına” benzettiği söylenir. Çocuğu doğuran kişi ebe değildir. Ebe yalnızca doğum sırasında hazır bulunup doğuma yardımcı olur. Sokrates de kendine düşen şeyin insanların doğruyu “doğurmasına” yardımcı olmak olduğuna inanıyordu. Çünkü gerçek kavrayış insanın içinden gelir. Başkaları tarafından öğretilemez. İnsanın içinde kavradığı şeydir gerçek “bilgi”.

Sokrates hiçbir şey bilmiyormuş gibi yaparak, insanları tam da buna, mantığını kullanmaya zorlardı. Cahili “oynardı” – ya da olduğundan daha aptalmış gibi görünürdü. Buna “Sokratesçi İroni” diyoruz. Bu şekilde Sokrates sürekli olarak Atinalıların düşünce biçimlerindeki boşlukları ortaya çıkarıyordu. Bu meydanın ta ortasında, yani herkesin içinde olabilirdi. Sokrates’le bir karşılaşma, alaya alınıp herkesin içinde gülünç duruma düşürülme anlamına gelebilirdi.

Böyle bir kişinin giderek diğerlerini, özellikle toplumda gücü elinde bulunduranları rahatsız etmeye başlayacağını anlamak güç değil. “Atina uyuşuk bir at. Ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim,” diyordu Sokrates.

Tanrısal Bir Ses

Sokrates’in diğer insanları devamlı mat etmekteki amacı onları rahatsız etmek değildi. İçinde öyle bir şey vardı ki ona başka bir şans tanımıyordu. Sokrates hep içinde “tanrısal bir ses” olduğunu söylüyordu. İnsanlara ölüm cezası vermeye karşıydı örneğin. Politik muhalifleri ele vermeyi de reddediyordu. Bu da sonunda hayatına maloldu.

M.Ö. 399 yılında “devletin tanrılarını tanımadığı” ve “gençlerin düşüncelerini bozduğu” için ölüme mahkûm edildi. 500 kişilik jürinin yarıdan biraz fazlasınca suçlu bulundu.

Af dilenebilirdi kuşkusuz. En azından Atina’yı terketmek suretiyle paçayı kurtarabilirdi. Ama böyle yapmış olsaydı Sokrates olmazdı. Gerçek şu ki o, kendi vicdanını -ve doğruyu- kendi hayatının önüne koydu. Devletin çıkarı için uğraştığını belirtti. Ama yine de ölüme mahkûm edildi. En yakın arkadaşlarının yanında bir kupa baldıran zehiri içti. Ve yığılıp öldü.

Sokrates Sofistlerle aynı dönemde yaşadı. O da Sofistler gibi, doğa filozoflarının sorunlarından çok insan ve insan yaşamı ile ilgiliydi. Sokrates’ten birkaç yüz yıl sonra yaşamış Romalı filozof Cicero şöyle diyordu: “(O) felsefeyi gökyüzünden Dünya’ya indirip şehirlerde barındırdı. Felsefeyi evlere sokup insanları hayat ve töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorladı.”

Ancak Sokrates Sofistlerden önemli bir noktada ayrılıyordu. O kendini bir “Sofist”, yani eğitimli ve bilge bir kişi olarak adlandırmıyordu. Sofistlerin aksine öğrettikleri için para almıyordu. Hayır, Sokrates kendine kelimenin tam anlamı ile “filozof diyordu. “Philosophos”un kelime anlamı “bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişidir.

Yani filozof, anlamadığı pek çok şey olduğunu kabul eden kişidir. Ve bu da onu huzursuz eder. Ama tam da bu bakımdan, bilmediği şeyleri biliyormuş gibi yapıp övünen insanlardan çok daha akıllıdır. “En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir,” demiştim. Sokrates de tek bir şey bildiğini söylüyordu ve bu da hiçbir şey bilmediğiydi! Bu açıklamayı not almalısın Sofi, çünkü filozoflar arasında bile bunu böyle rahatlıkla söyleyebilene çok az rastlanır. Üstelik bunu açık açık söylemek insanın hayatına malolacak kadar tehlikeli olabilir. Her zaman en korkulan kişiler soru soran kişilerdir. Sorulara cevap vermek o kadar sakıncalı değildir. Tek bir soru bin cevaptan daha güçlü olabilir.

Atinalı birinin Delphoi’deki kâhine, Atina’nın en bilge kişisinin kim olduğunu sorduğu anlatılır. Kâhin, Sokrates, diye yanıt verir. Sokrates bunu duyduğunda şaşırır. (Bence çok eğlenmiştir, Sofi!) Doğru şehre gidip, hem kendince hem de başkalarınca çok akıllı biri diye bilinen bir adam bulur. Ancak adam Sokrates’in sorularına hiç de kesin yanıtlar veremeyince, Sokrates kâhinin aslında haklı olduğunu anlar.

Sokrates bilgimizin temelini bulmanın önemli bir şey olduğunu düşünüyordu. Ve o, bu temelin insanın mantığı olduğuna inanıyordu. İnsan mantığına bu denli güvenişi açısından kesin bir Akılcı idi.

Sokrates’in içinden gelen “tanrısal sese” ve bu “vicdanın” ona neyin doğru olduğunu gösterdiğine inandığını söylemiştik. O , “doğruyu bilen, doğru davranır,” diyor, doğru bilginin doğru eylemi gerçekleştireceğine inanıyordu. Ve yalnızca doğru davranan kişi “doğru kişi” olabilirdi. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler, bilseler kötü olmazlar. Aklımızın iyiye ermesi bir bilgi işidir, bunun için bilgimizi artırmak çok önemlidir. Sokrates bu yüzden neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair kesin ve her zaman geçerli olan yanıtlar bulmak peşindeydi. Sofistlerin tersine o, doğru ile yanlışı birbirinden ayırma yeteneğinin toplumda değil insan mantığında yer aldığına inanıyordu.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz