Özellikle o iki katilin otelde öldürülenlerle anılması anlaşılır bir şey değil. Otel yandıktan sonra bile hala saldırmaya devam eden ve askerin açtığı ateşle ölen iki kişinin yitirdiğimiz değerlerle anılması bizi çok incitiyor. Ben o iki katili asla hiçbir zaman kardeşlerimle anmayacağım. Diğer iki otel görevlisi çocuğu bizimle aynı kaderi paylaşmış, yazık olmuş iki genç insan olarak görüyorum. Ama onları da kardeşlerimle beraber anmayacağım. Biz orada taşlanırken o iki görevli patronlarına iletmek üzere neye zarar verdiğimizin notunu tutuyordu.
Bir de şuradan bakalım; velev ki Ergenekon, bu sizin için o gün size saldıranların kökten dinciler olduğu bilgisini değiştirir mi?
Böyle bir şey olabilir mi? O zaman o aşırı dincilerin topyekûn geri zekalı filan olduklarını düşünmek gerekiyor. Biri onlara balkondan atlayacaksınız sürü halinde dese, yapacaklar mı? Siz gazete ve dergilerinizde “Şanlı Sivas kıyımımız” derken herhalde bunu da Ergenekon yazdırmadı size… Aralarında üç beş tane ajan olabilir, ama bu oradaki recim vakasının sosyolojik boyutlarını yok etmez. Üstelik inatla devam ediyorlar. Kırmızı bültenle aranan sanık Sivas’ta ehliyet alıyor, nikâh kıyıyor. Bir tanesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde gişe memuru çıkıyor. Kim bilir kaç belediyede daha kaçı çalışıyordur.
.
1993 yılında Madımak’ta yaşanan katliamda kardeşi Serkan’ı 36 kişiyle birlikte kurban veren oyun yazarı Serdar Doğan, Devrim Sevimay anlatıyor…
.
“Madımak’ta 2 gün”
Pansuman odasından gelen garip sesle irkilir Lütfiye Aydın. “Boğazlanan bir dana sesi gibi” der içinden… Aynısını kendi de yaşadığı için o odada neler olup bittiğini az çok tahmin ediyordur. Birden ağlamaya başlar. Ses telleri berbat olmuş, derdini çok zor anlatmaktadır, ama bir gayret kocasına sorar, “Kim bu?” Adam, öykü yazarı karısına döner, “Bu da bizim gibi gelen bir çocuk. Adı Serdar Doğan…”
29 Haziran 1993 DİKMEN
Birkaç gündür pencerenin önüne bir kuş dadanmıştır. Perize anne bakar; karga mı dese, güvercin mi, belli bile değildir. Çok hastalıklı, çok çirkin bir kuş… Garip garip sesler çıkarır. Öyle batıl inançları yoktur Perize’nin, ama yarın gece iki oğlu Sivas’a gidecek… Serkan’ı 19, Serdar’ı 21… Serkan çok güzel saz çalar, semah döner; Serdar ise tiyatrocu, ikisi de cıvıl cıvıl… Perize anne onları düşündükçe aklına kötü bir şey getirmeye dahi kıyamaz. Zaten kuş da en son 1 Temmuz günü görünür, sonra uçar gider.
30 Haziran Çarşamba, saat 23.30 PİR SULTAN ABDAL DERNEĞİ ÖNÜ
Kaç etkinlik için yine otobüslere atlayıp gitmişlerdir, ama o gece herkeste bir gariplik göze çarpar. İlk kez o gece gidenlerle kalanlar arasında derin vedalaşmalar olur. Otobüsten tekrar tekrar inip sarılmalar, ağlamalar… Hatta eve dönüp “Alacağım şu, borcum şu” diye not kâğıdı bırakanlar… Araca bindiklerinde dahi o hava dağılmaz. Halay çekerler, fıkra anlatırlar, döndüklerinde daha profesyonel bir tiyatro kurmayı konuşurlar, ama akılları hep o veda sahnesindedir.
1 Temmuz, saat 06.00 suları… SİVAS
Mahmur gözlerle otobüsten indiklerinde önce bir sert soğuk çarpar yüzlerine. Sonra kızlardan gelen talep doğrultusunda hemen bir tuvalet aramaya koyulurlar. Yakınlarda okul gibi bir bina vardır. Binanın dışında da işçiler; o saatte boya yapıyorlardır. Birden boyayı bırakırlar. Delikanlıların Pir Sultan armalı şapkalarını alıp yere atar biri. Öbürü çiğner. Bir başkası Pir Sultan t-shirtlerini tutup “Kim bu ya” diye küfür eder. Tabii hemen kızları toparlayıp oradan uzaklaşır delikanlılar. Çünkü istikamet baştan bellidir; 4. Pir Sultan Abdal Şenlikleri.
Saat 16.00 suları… BURUCİYE MEDRESESİ
Valilik önündeki saygı duruşu ve kültür merkezindeki konuşmalardan sonra bütün yazarlar medreseye geçip kitaplarını imzalamakta, okurlarıyla sohbet etmektedirler. Gençler de stantlarının başında… Ancak birden biri peyda olur. “Şerefsizin kasetini mi satıyorsunuz?” deyip Ruhi Su’yu yere atar. Tam onunla ilgilenirken öteki posteri yırtar. O yetmezmiş gibi özel bir haber ajansından gelme bir muhabirin Aziz Nesin’e tehditkâr soruları başlar, ki lafı takım elbiseli bir adamın havaya kalkan eli böler. O el dilediği gibi Nesin’in suratına inemez, ama uzaklaşırken havada sallanır. Üstelik tam da şöyle diyerek: “Beğenmediğin Allah seni yakacak!”
Saat 23.00… DEVLET SU İŞLERİ MİSAFİRHANESİ
Akşam 4 Eylül Spor Salonu’nda yapılan şenlik çok güzel geçmiştir. Herkes gündüz yaşanan gerginlikleri geride bırakmış neşe içinde otellerinin yolunu tutar. Sanatçılar Madımak otelinde, gençler ise DSİ’nin misafirhanesinde konaklayacaktır. Aslında gençler yurtta kalmayı planlıyorlardır, ama hepsi doludur. Meğer o gün çevre illerden gelenler varmış. “Hicret koşusu” adı altında bir koşu için gelmişler. Gelenekselmiş o koşu. Ne tesadüfse sordukları hiçbir Sivaslı böyle bir koşuları olduğunu bilmiyormuş, ama sonuçta Pir Sultan’cıların geldiği aynı gün Hicret koşucuları da şehirdeymiş.
2 Temmuz Cuma, sabaha karşı… SERKAN’LA SERDAR’IN UYKUSU
O gece DSİ’nin misafirhanesi bile yetmez gençlere. Mecbur herkes gibi Serdar’la kardeşi Serkan da koyun koyuna yatmak zorunda kalır. Gerçi hiç de şikâyetleri yoktur. Tam tersine tıpkı çocukluklarındaki gibi sarılarak uyumaktan mutludurlar. Sabah neler olacağını bilmeden ve birbirlerine 16 yıldır silinmeyen bir kardeş kokusu bırakarak uyurlar…
26 Haziran 2009 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ
2 Temmuz Cuma, uyandınız; nedir durum?
Yine stantlarımızı açmaya medreseye gittik, fakat caddelerde kimse yok. Araba bile geçmiyor. Gecesi de öyleydi zaten. Sanki terk edilmiş bir kent… Ta ki öğleden sonra bir tekbir sesiyle yüzlerce cübbeli, sarıklı, şalvarlı ortaya çıkana kadar…
Ondan önce, sabah saatlerinde bir olay oldu mu?
Oldu; birkaç sivil polis gelip bize “İnsanlar camide toplanıyor ve namazdan çok sizi konuşuyorlar. Eşyanızı toplayın, onlar gelmeden hemen ayrılın, yoksa biz engel olamayabiliriz” dediler. Yani, siz bilirsiniz başınıza gelenlerden sorumlu olmayız gibi bir tavırları vardı.
Ne yaptınız?
Kasetleri, kitapları kaçarcasına topladık, arabalara koyduk, bize ayrılan lokantaya gittik. Oradan da kültür merkezindeki konsere geçeceğiz. Fakat daha biz lokantadayken 15-20 kişilik bir grup sloganlar atarak önümüzden geçti. Biz hemen çıkmaya yeltendik, fakat bizim yöneticilerden biri yolumuzu kesti. Saat 11.00’den itibaren kültür merkezinin taşlandığını, yolların tutulduğunu, otelin daha yakın olduğunu, hemen oraya geçmemiz gerektiğini söyledi.
Otele sağ salim gidebildiniz mi peki?
Gittik, ama biz hâlâ bundan fazlasının olabileceğini düşünmüyoruz. Hatta hayranı olduğumuz sanatçılarla sohbet etmeye dalmış, dışarıdan yaklaşan sloganları bile duymuyoruz. Ta ki saat 14.00 sularında şangır diye bir ses gelene kadar. Bir baktık koca bir taşla girişteki büyük cam yerle bir olmuş.
İşin ciddileştiği dönüm noktası o mudur?
Evet, o andan itibaren akşam 19.00’a kadar taşlamanın ardı arkası kesilmedi.
İyi de tarla mı orası, caddenin ortasında o kadar taşın işi ne?
O bizimkilerin de dikkatini çekmiş ve hatta sormuşlar, otelin tam karşısında ne bu taşlar diye. “Kaldırım yenilemesi” denmiş. Ama biz kentin başka hiçbir yerinde kaldırım yenilemesi falan görmedik. Bir tek Madımak’ın karşısına yığılmıştı o taşlar.
Çok enteresan tesadüfler değil mi?
Tabii, meğer bunların hepsi savaş alametiymiş, ama anlamadık. Hatta tam tersine “Üç beş çapulcunun işi, baksanıza duvardaki hiçbir afişimize dokunulmamış bile” diyorduk. Nasıl yanılmışız… Sonra görüntülerden izledik ki, tırnaklarıyla dişleriyle söküyorlar o afişleri, sonra da çığlıklarla yakıyorlar.
Peki cam yerde; taşlar geliyor; siz ne yapmaya karar verdiniz?
Erdal Ayrancı; ilk kendine gelen oydu. 12 Eylül’de yatmış, çok işkence görmüş biri. O olmasaydı daha ilk anda gitmiştik. Erdal Abi hemen “Bütün sanatçılar, yaşlılar, çoluk çocuk, kadın kız yukarı çıkın; kalanlar bir yere ayrılmıyorsunuz, barikat kuracağız” dedi.
Otel beş katlı, biz girişteki lobideyiz. Hemen masaları ters çevirdik, sandalyeleri yığdık. Ayaklı küllüklerin çubuklarını çıkardık, güya kendimize savunma silahı yaptık, bekliyoruz.
Birazdan biri girmeye kalktı. Erdal Abi “Özellikle yüklenin, başkalarının gelmemesi için öyle yapmamız gerekiyor” dedi. İçimizde bir insana ilk kez vuranlar vardı, ama gerçekten de saldırganlar bir daha barikata doğrudan saldırmaya fazla cesaret edemediler.
Dışarıdakileri görüyor musunuz?
Yok, ama köşelerde durmuş taş atıyorlardı. Polis tarafından uzaklaştırılıyor, ama sonra gelip yine atıyorlardı. O manzarayı görünce Erdal Abi bizimle şöyle bir konuşma yaptı: “Dışarıda ciddi bir durum var ve belli ki buradan çıkamayacağız, ama her ne olacaksa barikatta olup bitecek. Çünkü bizden bir iki kişi ölürse yukarıdakilere dokunmaz, iki kişiyi öldürdük, artık gidelim derler. O yüzden barikatı terk etmeyeceksiniz. Durmak istemeyen varsa anlayışla karşılarım, ama kalanlar bir daha yukarı çıkamaz.”
Bu hayati konuşmayı dinlerken Serkan da yanınızda mı?
Tabii, zaten hemen ben ona döndüm, “Haydi ağabeycim, sen yukarı çıkıyorsun” dedim. Direndi falan ama itiraz ettirmedim. Biz orada vedalaştık Serkan’la. Sarıldık, öpüştük. Ben dedim ki “İnmeyeceksin aşağıya. Burada ne olursa olsun, yukarıdan beni ne halde görürsen gör inmeyeceksin.”
İndi mi hiç?
Defalarca… İşi gücü beni kontrol etmek tabii, ama en sonunda “Yok artık” dedim, “Bir daha asla inmeyeceksin.” Zaten o son görüşüm oldu. (Burada bir süre teybi kapatıyoruz.)
Sonra, barikatta neler oldu?
Bir iki kere daha denediler, ama uzaklaştırdık. O sırada Erdal Abi bir şey fark etti, “Serdar bir yukarı çıkın bakın, bu taşlar en üst kata kadar geliyor, bunlar içeri molotofkokteyli falan da atabilirler. Bir de bakın nereden atıyorlar yukarıya…” Hemen çıktık.
Yukarıdaki hava nasılmış; mesela Aziz Nesin nerede?
Görmedim, ama herhalde dördüncü kattaki odasındaydı. Diğerleri koridorlarda. Çünkü odalarda durmak imkânsız, felaket taş yağıyor. Baktık camdan, karşıki binaya çıkmışlar. Bir bankanın binasıydı galiba. Çığlık çığlığa bağırıyorlar… Volumleri o kadar yüksek ki…
Neler söylüyorlar?
Resmen çığlık atıyorlar. Bir de “Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak”, “Şeytan Aziz, şerefsiz vali”, “Vali istifa”, “Aziz Sivas sana mezar olacak”… Hele o tekbir sesi ve tekbirden sonraki onların coşkusu yok mu, inanılmazdı.
Sonra biz tekrar aşağı indik. Baktık Aziz hocanın koruması Komiser Mehmet’in telsizinden anonslar geliyor, “Camların önüne çıkmayın, tahrik oluyorlar” diye.
Komiser Mehmet barikatta mı?
Tabii, çok iyi bir adamdı, bizi hiç yalnız bırakmadı. Erdal Abi gibi günün bir başka hayat kurtaran kahramanıydı. (Bu arada o Erdal Abi kurtarılamadı.)
Kimseyi aramıyor musunuz otelden, SHP’yi, Ankara’yı falan…
SHP’de çaycısından Erdal İnönü’ye kadar herkesi aradık. Arif Sağ’ın elinde pek çok milletvekilinin numarası vardı. Hepsini arayıp, telefonu yukarı bağlıyorduk.
Sonuç?
Sonuç sıfır. Erdal İnönü galiba Tekirdağ’da bir atom santralı açıyormuş, nasılsa yardım gelecekmiş, korkmaya gerek yokmuş falan. Aziz Hoca ahizeyi pencereden dışarı uzatmış, “Bak bu sesleri dinle” diye. Acaba o sesleri duyduktan sonra hiç başını yastığa rahat koyabildi mi, bilmiyorum. Bir başbakan yardımcısı nasıl sözünü geçiremez, Genelkurmayı bile kulağından tutup oraya getirme hakkı var, nasıl yapmaz anlamak mümkün değil.
Gün boyunca askeri görmediniz mi peki?
Türkiye’nin en büyük üçüncü ordusu Sivas’ta, ama o gün ne hikmetse bir çatışmaya gönderilmişler. Öyle bir çatışmanın izine bugüne kadar hiç rastlayamadık. Kaldı ki hepsi mi gitti?
Haydi bizi geçtim, gerçekten geçtim, ama orası cumhuriyetin kurulduğu yer, Sivas Valisi’ne bir sürü hakaret ediliyor, Atatürk büstü kırılıyor ve bunların hemen karşısında garnizon var. Peki bu ülkenin bölünmez bütünlüğünün, laikliğinin olmazsa olmaz bekçisi illa ki orduysa, o gün neredeydi diye sormak gerekiyor.
Polis?
3-5 sivil polis aynı göstericiler gibi yüzlerini otele dönerek duruyorlardı. Sonra zaten onlar da gitti ve saat 19.00’dan itibaren artık saldırganlar tamamen otelin önüne geldiler. Burun burunayız, nefeslerini duyuyoruz. Yangının başlamasına bir saat falan var. Birden bir rütbeli subay, yanında iki çevik kuvvetle otele girdi. Elektrikler kesik. Subay elinde çakmak, çakmağı çaka çaka lobide yürüyor.
“Komiser Mehmet kim?” dedi. Komiser kendini tanıttı. Subay, “Komiserim çıkalım” dedi. “Nasıl yani” dedi bizim Mehmet Komiser. “Çıkalım komiserim, ortalık fena karıştı, daha fena karışabilir” yanıtını verdi subay. Mehmet Komiser “Beraber girdik beraber çıkarız” dedi. “Hayır komiserim ben sizi almaya geldim.” Komiser, “Ben çıkabiliyorsam buradaki herkes çıkabilir tek başıma çıkmayı reddediyorum” dedi.
Sonra bizim Ertan vardı, o “Peki biz nasıl çıkacağız” diye sordu. Subay döndü, sizden özür diliyorum, ama aynen şu ifadeyi kullandı “Nasıl girdiyseniz öyle çıkın o… çocukları.” Sonra komisere çok sert bir biçimde “Çıkalım diyorum size” dedi. Bir daha ret yanıtını alınca da “Ne halin varsa gör” deyip gitti. Biz o andan sonra dedik ki “Bitti bu iş, birazdan ölüyoruz.” Zaten biz bunu derken 10 binin üzerinde saldırgan otelin etrafını sarmıştı bile.
10 bin miydi?
Telsizden geçen anonslarda öyleydi. 10 binin üzerinde adam var, engelleyemiyoruz, diyorlardı. Hepsini biz göremiyorduk, ama önce Arif Sağ’la Ali Çağan’ın arabalarını ters çevirdiler. Küçük çocuklar ellerinde bidonla benzin getirdi, ağabeyleri alıp onları arabanın üstüne döktüler ve iki arabayı ateşe verdiler. Duman otele çok direkt gelmeye başladı. Hemen komiser Mehmet itfaiye çağırdı telsizden. Ama itfaiyenin önüne yatmışlar, gelemiyormuş araç. Artık komiserin anonslarına da yanıt gelmiyordu.
Tam o esnada birkaç saldırganın asma kattaki kahvaltı salonuna girmiş olduğunu fark ettik. Lobinin bir üstü. Girmişler, bir yandan ellerine ne geçerse kırıp döküyor bir yandan da hayvanca uluyorlar. Erdal Abi, “Bunlar burada yangın da çıkarırlar” demeye kalmadan bir baktık kahvaltı salonunun perdeleri tutuştu.
İlk ne yaptınız?
Çarşafları ıslatıp maske yapsak 5-6 saat daha dayanabilirmişiz, ama kimse düşünemedi. Koşarak üst katlara çıkmaya başladık. Yerler halı kaplama, her yer yatak yorgan, yangın anında bir alev topu olup yukarı sıçradı. O kadar ısındı ki otel, duvara değemiyorsunuz bile.
Serkan nerede o sırada?
Serkan’ın sesini duyuyorum, sürekli benim adımı sesleniyor, fakat hem elektrikler kesik hem de dumandan göz gözü görmüyor. Bir yandan alevler saçlarınızı yalayıp geçiyor. Ben koşuyorum, ama bir an beynimin ciğerlerimin falan burnumdan, ağzımdan aktığını hissettim. Baktım ağzım köpük köpük. Ve her tarafım korkunç sızlıyor.
Kaçıncı kattasınız artık?
Onu kestiremiyorum, ama ben hep Serkan’ı bulmaya çalışıyorum. “Serkan” diye bağırıyorum, o da bana “Ağabey” diyor. Çok yakından geliyor sesi. Hiç değilse elini tutayım, yan yana olalım, yani tek düşüncem o artık, tamam öleceğiz belli bir şey ama, bizi hiç olmazsa o halde bulsunlar diyorum.
Bir aşağı bir yukarı bütün odalara girip çıkıyorum. Bu hafta 16’ncı yılı olacak, ama hâlâ aklımdan gitmiyor o çığlıklar. “Kurtarın, yanıyoruz” diye bağıranlar, annesini çağıranlar, “Baba” diye ağlayanlar, herkes birbirine çarparak kaçmaya çalışıyor. Ben ise hâlâ Serkan’ı arıyorum, ama bulamıyorum.
Kaçıncı kattaymış?
Onu hiçbir zaman öğrenemedim. Fakat bana hep yukarıda gibi geliyordu. Hep onun sesine doğru koşuyordum. Sonra zaten birden sesi kesildi. “Serkan” dedim, “Ağabey” demedi. Nefesimin beni taşıdığı son yere kadar “Serkan” dedim, ama ses gelmedi ya da ben duyamadım, bilmiyorum, ama “Abi”yi duymuyordum artık.
Tam o sırada bir şeyin yukarıdan üzerime düşüyor olduğunu gördüm. Bir cam eriyiği geldi bacağıma yapıştı. Bir anlık çok büyük bir acı verdi, ama hemen bitti. Artık hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyordum. Ben artık orada değildim.
37 kişi gericilerin kurbanı olmuştu
Tarihe “Sivas katliamı” olarak geçen olaylar zinciri, 2 Temmuz 1993’teki Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri’ne katılan 37 kişinin hayatına mal olmuştu. Etkinlikleri provoke etmek isteyen binlerce kişi, aydınların kaldığı Madımak Oteli’ni kuşatmış, bina tekbir sesleri eşliğinde ateşe verilmişti.
Otelde bulunan Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de aralarında bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak can verdi. Aziz Nesin ve 50 kişi de kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla olaydan kurtuldu. Dönemin Refah Partili Belediye Meclis Üyesi olan Cafer Erçakmak, olayların provokatörü olarak gösteriliyordu.
Madımak Oteli’ne itfaiyenin müdahalesi sırasında merdivenlere çıkarak halkı galeyana getiren Erçakmak, Yazar Aziz Nesin’e de saldırmıştı. Uzun süre dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu ile karıştırılan Erçakmak daha sonra ortadan kaybolmuştu. Olayların ardından açılan davada 34 kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis, 4 kişi müebbet, 4 sanık 20’şer yıl, 1 sanık 15 yıl, 9 sanık 7.5’ar yıl, 1 sanık da 5 yıl hapse mahkûm edildi, 14 kişi beraat etti.
Ana dava sürerken, 7 sanık hakkında “terör örgütü kurmak ve yönetmek” suçundan açılan dava ise, sanıkların uzun süre bulunamaması gerekçesiyle ayrıldı. Aralarında katliamın sorumlusu Cafer Erçakmak’ın da bulunduğu 7 sanığın yargılandığı davanın Kasım 2008’de zaman aşımından düşürülmesi istendi. Ancak Aralık 2008’de görülen duruşmada davanın zaman aşımından düşmesini isteyen savcı, bu kez Cafer Erçakmak hakkında, “anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs” maddesinin uygulanması ihtimali ortaya çıkınca dosyanın ayrılmasını istedi.
“Biz ‘öteki’ olduğumuz için o günü yaşadık”
Serdar Doğan’a “Sizce Alevisiniz diye mi orada yakılmaya kalkıldınız, Aziz Nesin yüzünden mi, neden?” diye sorduğumuzda aldığımız yanıt şu oldu:
“Aziz Nesin işin bahanesiydi. Alevi olmak da tek başına açıklamıyor. Asıl kavramsal olarak biz ‘öteki‘ olduğumuz için o günü yaşadık”
Eğer 2 Temmuz 1993’te ne olduğunu henüz bilmeyenler varsa umarız Serdar Doğan’ın iki gündür Milliyet’e anlattıklarını okuma fırsatı bulmuşlardır. Eğer biliyor, ama biraz unuttu gibi olanlarımız varsa umarız yine onlar da okuyabilmişlerdir. Yok, eğer unutmak isteyen ya da unutulabileceğini düşünenler çıkıyorsa işte asıl inşallah onlar okumuştur.
Ve son temenni: Bu yazıyı bugün bitirip kenara koyarken yaşı müsait olanlarımız hep beraber şunu düşünelim mi: “Ben 2 Temmuz 1993 günü saat 11.00-20.00 arası neredeydim, ne yapıyordum?”
Şimdi Doğan’la söyleşimize dün kaldığı yerden devam ediyoruz:
– 2 Temmuz’dan hatırladığınız en son kare bacağınıza yapışan erimiş camdı; sonra ne oluyor?
Sonra ben, kardeşim Serkan ve Hasret Gültekin karga tulumba üst üste konup, morga atılmışız.
– Siz mi?
Tabii ben de… Nefes yok, nabız yok, ağzımdan köpükler gelmiş, kaslar gitmiş, her yerim yanık, ölmüş gibi duruyorum.
– Serkan?
Çok yanığı yokmuş Serkan’ın, o asıl karbondioksit zehirlenmesinden…
– Anne-baba; onlar nasıl duymuş peki?
Televizyonda alt yazıdan… Benim, kardeşimin, bir de uzaktan bir akrabamızın adını okur okumaz hemen hazırlanıp üç tabutla yola çıkıyorlar. Sabahın ilk ışıklarında da kaza yapıyorlar. O ruh haliyle bir tarlaya uçmuşlar. Allah’tan tarla…
Ama asıl vahimi sonra yaşanıyor. Katilleri serbest bırakanlar sabah sıkıyönetim ilan edip cenazeyi almaya gelenleri kente sokmuyor. O acılı insanlar ancak uzun süren kimlik tespitlerinden sonra girebiliyorlar. Her şeyi atlatıp sonunda morgun kapısına kadar geliyor babam. Ama artık gücü bitmiş, içeri giremiyor. Orada yığılıyor.
– Kim teşhis ediyor sizi?
İş dayıma düşüyor. Yanında da bir doktor. Ettiği yemine saygılı bir doktor olmalı ki cenazeyi son bir nabız kontrolüyle teslim etmek istiyor dayıma. Serkan’a bakıyor, nabız yok. Bana bakıyor, yok. Ama bana bir daha bakıyor, çok zayıf da olsa bir şey hissediyor. Birkaç kere daha kontrol ediyor, kalp atışlarımı dinliyor, sonunda diyor ki “Bu çocuk yaşıyor, çok zayıf da olsa nabzı atıyor.” Tabii dayım hemen babamın yanına koşuyor. Enişte diyor, Serkan’ı kaybettik, ama Serdar yaşıyor.
– Ne yapıyor baba?
Daha sonra bizim davanın avukatlarından da olan dayımın o sahne için ifadesi şudur: “Kim ne anlatırsa anlatsın, isterse ciltlerce kitap yazılsın, oğullarından birinin yaşadığını öğrenen o babanın attığı çığlığı, yüzünün bir tarafı salya sümük ağlarken, bir tarafının nasıl kahkaha attığını kimse tarif edemez. İşte Sivas oydu.”
SİVASTA MORG HASTANEDEN DAHA GÜVENLİYDİ
– O sırada hemen müdahale edildi herhalde size?..
Şehrin elektriği, 2 Temmuz akşamından beri kesik olduğundan morgun soğutucusu çalışmıyormuş. Zor da olsa bir oksijen tüpü buluyorlar ve beni hemen hasta katına alıyorlar. Ama aslında o sırada morgda olmak hasta katından olmaktan daha güvenli. Çünkü saldırganlar bu sefer de yaralıların odalarını basıyor. Hastaların odaları değiştiriliyor, kapıya dolap falan konuyor ki açmasınlar diye.
– Sizinkiler ne yapıyor?
İki gün sonra beni hastaneden çıkarıp GATA’ya getiriyorlar. Tabii ben hala her şeyden habersizim. İlk kendime geldiğim ana kadar 16 gün geçmiş. Aslında çoğu zaman konuşulanları duyuyordum, ama konuşamıyordum, gözümü açamıyordum. Beyin o kadar oksijensiz kalmış ki komutlar gitmiyor. Tek yaptığım bağırmak.
Hatta hiç unutmuyorum, Yanık servisinin bölüm başkanı ayakucumda duruyordu, doktora “Murat şu çocuğa bir şey yap, ben bu çığlıklara dayanamıyorum artık, bu ağrıları durdurun, bir şey yapın” dedi. Murat doktor da “Hocam her şeyi yaptık, beklemekten başka çare yok” yanıtı verdi.
TEDAVİ İÇİN JİLETLE DERİMİ SOYUYORLARDI
– Bacağınız dışında başka yerde yanık var mı?
Sırtım, kollarım, özellikle dirseklerim ve ellerim… Kaçış sırasında alevlerin deydiği, sıcak duvarlara çarptığım her yer. Olduğu gibi derim kavrulmuş ve oralardan kirli kanı akıtmak için o ölü derinin bildiğiniz jiletle kazınması gerekiyor. Tabii korkunç bir acı, çünkü resmen derinizi yüzüyorlardı. Fakat özellikle biri bu işlemi yaptığında canım çok daha fazla yanıyordu. Yoğun bakıma girebilenlerden biriydi ve bir keresinde onun yanındakilere “Yaşıyor mu len bu hâlâ” dediğini duydum. Kendime geldikten sonra izini sürdük, ama bulamadık o kişiyi.
– Peki, bu sesinizin kısıklığı, yavaşlığı o da mı Madımak hatırası?
Zehirlenme sırasında ses tellerim zarar görmüş, ama biraz da beyinle ilgili bir şey. Bazen iletimde bozukluk oluyor ve düşündüğümü ağzımdan çıkaramıyorum. Bazen okumakta da geç kalıyorum.
– Üzerinizde bıraktığı başka bir hatıra?
Hala sıcak bir şey tutamam. Ne zaman çay taşısam dökerim. Sıcağı hissettiğim an titremem artıyor. Mesela ben sigara içerken bile çakmaktan çıkan alev, sigaradan gelen duman hep bana eziyet gibi gelir.
PSİKOLOGUN İSYAYINA ÇARPICI YANIT
– Serkan’ı ilk ne zaman duydunuz?
Kendime geldiğimde Sivas’ı hiç hatırlamıyordum. Sürekli ziyarete gelenler oluyor, ama Serkan yok, onu soruyordum, “Siz trafik kazası geçirdiniz, Serkan da başka hastanede” diyorlardı. Üzerinden iki hafta daha geçtikten sonra bir gün bir doktor söyledi, “Serkan öldü” diye. Abim vardı yanımda, hemen ona sordum, “Doğru mu?”, Abim hepsini anlattı. Ölenleri teker teker saydı. İlk duygum bir daha anne babamın yüzüne bakamayacağım oldu. Serkan bana emanetti ve ben onu koruyamamıştım. Tabii annemler hemen gelip beni öptüler, teselli ettiler, ama çok uzun bir süre bunu atamadım. Belki de hâlâ..
– Psikolojik bir destek aldınız mı?
Altı ay tedavi gördüm. Bir gün psikoloğum bana “Kusura bakma ama bazen çektiğin acının dozunu bilerek senin artırdığını düşünüyorum” dedi. “Çünkü acı önce çıkar, sonra yatay bir seyir izler, ardından inişe geçer. Ama sende hep çıkıyor, yataya dahi dönmüyor. Bu kuramda da böyle değil, kitaplarda da böyle yazmaz” dedi. Ben de sanırım otelden sağ çıkan herkesin vereceği yanıtını aynısını verdim doktora: “2 Temmuz gibi bir gün dünyanın hiçbir kitabında, hiçbir kuramcısının yaşamadıysa yazabileceği bir şey değildir.”
“37 CAN” DENMESİ SİNİRİMİZİ BOZUYOR
– Sivas’ta ölenlerin sayısının 37 denmesi sinirinizi bozuyor mu?
Hem de çok. Özellikle o iki katilin otelde öldürülenlerle anılması anlaşılır bir şey değil. Otel yandıktan sonra bile hala saldırmaya devam eden ve askerin açtığı ateşle ölen iki kişinin yitirdiğimiz değerlerle anılması bizi çok incitiyor. Ben o iki katili asla hiçbir zaman kardeşlerimle anmayacağım.
– Diğer iki otel görevlisi için?
Ben orada ölen iki otel görevlisi çocuğu bizimle aynı kaderi paylaşmış, yazık olmuş iki genç insan olarak görüyorum. Ama onları da kardeşlerimle beraber anmayacağım. Biz orada taşlanırken o iki görevli patronlarına iletmek üzere neye zarar verdiğimizin notunu tutuyordu. İkisine de kaç kez söyledim çıkın, size bir şey yapmazlar diye. Ama onlar inatla patronlarının malını korumaya devam ettiler. Bize ne olduğu ise umurlarında bile değildi.
AÇILIMI ÇALIŞTAYI BIRAKSINLAR, SAMİMİLERSE MADIMAK’I MÜZE YAPSINLAR
– Madem orası otel olarak duruyor, madem dönerci yapmışlar altını, Aleviler neden bugüne kadar Madımak’ı satın alıp kapatmadı?
Alınmaması çok da hayırlı bir şey oldu. Çünkü biz alsaydık saldırılardan koruyamazdık ve orayı her gün yeniden tadilat ettirmek zorunda kalırdık. Aynı Ruhi Su’nun mezarı gibi olurdu, sürekli yıkılırdı. Bunu yapması ve sonra da koruması gereken devlet.
– Orası ne yapılırsa sizin acınızı biraz olsun dindirir?
Kitapçı olsun diyorlar; bu nasıl bir rahatlıksa orada koruyamadığın adamların kitaplarını satacaksın. Çiçekçi olsun diyorlar; Koray 12 yaşında çiçek gibi çocuktu. Sen öylesi çiçek gibi insanları, kızları, o yaştaki çocukları katledeceksin, sonra dalga geçer gibi çiçekçi dükkanı açacaksın. Bunların hiçbir samimi değil. Oranın olması gereken tek bir yer var; utanç müzesi. İçine bir şey koymalarına bile gerek yok. Sadece önünden geçenler “Burada böyle bir şey olmuştu” diye hatırlasın yeter.
– Ancak otel sahibi kolay satacağa benzemiyor galiba?
Şükrü Erbaş’ın dediği çok güzel bir dize var; başkasının ateşiyle kendini ısıtana lanet olsun… “Artan marka değeri” olduğu için en son sekiz milyon Euro istiyormuş. Bu söylediği fiyatla Sivas’ın yarısı alınabilir.
– Peki sizce devletin sekiz milyon Euro’su yok mudur?
Zaten Alevi açılımı, çalıştayı osu busu yerine bir bunu yapsalar samimi olup olmadıklarını asıl o zaman kanıtlamış olurlar. Ama çok da bir şey beklememek lazım. Sonuçta Temel Karamollaoğlu, Şevket Kazan’la birlikte siyaset yapmış insanlar. İstedikleri kadar gömlek değiştirsinler. O zihniyet kemiklerine kadar işlemiş bir kere.
– Yalnız AKP yedi yıldır var; onun öncesindeki dokuz yıl için ne diyeceksiniz?
Biz zaten bir tek Ecevit’in iktidarda olduğu dönemden umutluyduk, ama hele de onun zamanında Madımak’ın müze olmaması bize çok daha acı verdi.
BİZİ ACITMAK İÇİN, ORADA İNADINA ET YEDİLER
– Otel sahibi öyle, siyasiler böyle; ama bir de geçen yıla kadar o otelin lokantasına gidenleri sormak gerekiyor: İnsan etinin yakıldığı bir yerde yine etin yakılmak suretiyle yapıldığı döner yemeğe gidilmesi size nasıl geliyor?
Oraya zevkle gidildiğini düşünüyoruz biz. Çünkü orası bazıları için kutsal bir yer. Bizim dostlarımızın gülüşlerinin ve kokularının hala olduğu yerde onlar et yiyebiliyor olmanın keyfini yaşadılar ve bunu da inadına yaşadılar. Hiç bilinçsiz bir durum değildi o. Bizi acıtmak içindi.
– Bilmeden gidenler olmuş olamaz mı?
Olabilir, bilmeden yoldan geçerken gelen insanlar da vardır, ama kaçının öğrendikten sonra boğazı düğümlenip çıktığından emin değilim. Belki olmuştur, ama genel hava orada sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi.
– Vatandaş unuttu mu sizce 2 Temmuz’u?
Öyle görünüyor. Mesela bu Perşembe günü Ankara’da bir markanın büyük bir şenlik organizasyonu düzenleniyor. Oysa 2 Temmuz bu milletin ortak bir acımız olmalı, sadece Alevilerin değil, ama o duyarlılık gösterilmiyor.
Gerçi Fenerbahçe’nin 100’üncü yıl kutlaması da 2 Temmuz’da yapılacaktı. Biz bir mektup gönderdik, özür dileyerek hemen iptal ettiler. Böyle örnekler de var tabii…
– AKP’nin Alevi milletvekili Reha Çamuroğlu ise, “Ben müzeler, kırım anıtları sevmem. Uluslaşma sürecinin hatırlamalar kadar bazen de unutmalarla gerçekleşebileceğine inanıyorum” demişti.
Ben ise unutmamak için yanık izlerime deri nakli yaptırmıyorum. İnsan yapısıdır, unuturum, duyarsızlaşırım diye…
TAZMİNATI EVİMİZDEN SOKMADIK
– Devlet Serkan için ne kadar tazminat verdi, Serdar için ne kadar?
İkisini de almadığımız için bunu ben bilemeyeceğim. Çok büyük bir küfürdü o bizim için. Oğlunuzun birinin ölmesine, diğerinin yanmasına göz yumduk, kusura bakmayın, alın bu parayı, unutun. O yüzden öyle bir paranın miktarını bile sormadık, bilmiyoruz. Galiba bir hesaba yatırılmış, oradan bizim dernek için kullanılmış, ama biz evimize sokmadık o parayı.
O GÜNDEN BERİ SİVAS’IN ÖNÜNDEN DAHİ GEÇEMEDİM
– Geçen yıl Arif Sağ’a “Madımak’a gidip orada söyleşi yapalım mı” demiştik; “Ben Sivas’ın önünden bile geçemiyorum” yanıtını vermişti. Siz 16 yıldır hiç gittiniz mi Madımak’a?
Umarım bütün gücümü toplayarak bu 2 Temmuz’da gitmeyi planlıyorum, ama bugüne kadar ben de Sivas’ın önünden dahi geçemedim. Nörolojideki doktorlarım da oraya gitmeyi biyolojik olarak kaldıramayacağımı, aşırı stresten inme gelebileceğini, tekrar konuşamamaya başlayabileceğimi söylemişlerdi. Ama umarım bunu bu yıl aşarım.
16 YILDIR FİKRİ SAĞLAR’IN NE DİYECEĞİNİ BEKLİYORUZ
– Siz daha Sivas’a gitmeden gelen tehdit telefonları varmış, peki hiç “Gitmesek, başımıza bir şey gelir” demediniz mi?
Demedik, çünkü şunlara güveniyorduk: Birincisi, bir şey olacaksa bile en fazla kolumuzu bacağımızı kırarlardı, ama yakacaklarını aklımızın ucundan dahi geçiremezdik. İkincisi, orası Sivas’tı. Cumhuriyet’in kurulduğu, bütün devrim kararlarının alındığı yer. Üçüncüsü, etkinlik Valiliğin ev sahipliğinde yapılıyordu. Yani arkamızda devlet vardı. Dördüncüsü, yanımızda ünlü isimler olacaktı, onlara herhalde kimse bir şey yapmazdı. Beşincisi de dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar 2 Temmuz günü heykelin açılışını yapmak için geleceğini defalarca söylemişti. Onun orada olması bizim de garantimizdi. Bizi oraya götüren de biraz onun verdiği cesaretti.
– Sağlar’ın o gün oraya gelmekten son anda vazgeçmesine ilişkin kuşku uyandıran açıklamalar yapıldı; siz ne düşünüyorsunuz?
Biz gelmemesini bir şekilde anlamaya çalıştık. Ama Sivas sonrası hiç konuşmuyor olmasının ne anlama geldiğini hâlâ çözemedik. Susurluk Komisyonu’nda yer aldı, dosyalar hazırladı, binlerce kez Susurluk paneli verdi, yetmedi dizisini yaptı, ama ne hikmetse Sivas hakkında 16 yıl boyunca tek kelam etmedi.
8 SAAT RECİM, ANCAK ŞERİATLA YÖNETİLİYORSANIZ OLUR
– Sizce Alevisiniz diye mi orada yakılmaya kalkıldınız, Aziz nesin yüzünden mi, neden?
Aziz Nesin işin bahanesiydi. Alevi olmak da tek başına açıklamıyor. Asıl kavramsal olarak biz “öteki” olduğumuz için o günü yaşadık.
– Yani o günden çıkardığınız siyasi ders nedir?
Biz Madımak’ta siyasallaştırılmış İslam’ın istediği zaman neler yapabileceğini, kimleri yedeğine alabileceğini gördük. İkincisi Alevilerin hiçbir zaman devlete güvenmemesi gerektiğini. Olan hep bize olmuştur ve bu böyledir. Üçüncüsü de en azından 2 Temmuz 1993 günü Türkiye aslında şeriatla yönetiliyordu. Çünkü sizin sekiz saat recİm edilmeniz ve güvenlik güçlerinizin bunu seyretmesi ancak şeriatta olabilecek bir şey.
SİVAS DERİN BİR ORGANİZASYONDU AMA BU KÖKTEN DİNCİLERİ KURTARMAZ
– Bu ay tamamlanması beklenen üçüncü iddianamede Sivas’la derin organizasyonların arasındaki bağlantıların masaya yatırılması bekleniyor; sizce Sivas’ta Ergenekon var mıydı?
Maraş’ta ne vardıysa Sivas’ta da o vardı. Ben bunların üç tane çapulcunun işi olduğuna asla inanmam. Sivas derin bir organizasyondu.
– Peki arkasındaki niyet?
Eğer bu niyet bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmak idiyse bu çok salakça. Biz Kerbela’dan beri katlediliyoruz, ama hiç karşılık vermemişiz, bunu hâlâ anlamıyorlar mı?
– Bir de şuradan bakalım; velev ki Ergenekon, bu sizin için o gün size saldıranların kökten dinciler olduğu bilgisini değiştirir mi?
Böyle bir şey olabilir mi? O zaman o aşırı dincilerin topyekûn geri zekalı filan olduklarını düşünmek gerekiyor. Biri onlara balkondan atlayacaksınız sürü halinde dese, yapacaklar mı? Siz gazete ve dergilerinizde “Şanlı Sivas kıyımımız” derken herhalde bunu da Ergenekon yazdırmadı size… Aralarında üç beş tane ajan olabilir, ama bu oradaki recİm vakasının sosyolojik boyutlarını yok etmez.
Üstelik inatla devam ediyorlar. Kırmızı bültenle aranan sanık Sivas’ta ehliyet alıyor, nikâh kıyıyor. Bir tanesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde gişe memuru çıkıyor. Kim bilir kaç belediyede daha kaçı çalışıyordur. Peki biz bunları unutur muyuz sanıyorlar?
ASKER GELİNCE “BOSNA’YA GİDİN” DİYE BAĞIRDILAR
“2 Temmuz günü olaylar sürerken -saat kaçtı hatırlamıyorum- 15 kişilik bir asker grubunun otelin önüne geldiğini gördük. Birden hepimize bir umut geldi. Öyle sevindik ki anlatamam, birbirimize sarıldık, kurtulduk, geldiler dedik. Ama çok geçmedi birden saldırganların sloganları değişti, ‘Asker Bosna’ya’, ‘En büyük asker bizim asker’, ‘Bosna’daki Müslüman kardeşlerimizi kurtarın’. Sonra içlerinden birileri askerin yanına gelip bir şeyler konuştu. Konuşma bittikten sonra asker hızlı bir şekilde geri çekildi. Biz daha kuvvetli gelirler diye düşündük, ama işte öyle olmadı, bir daha gelmediler.”
BİZİ KURTARMAYAN BBP’LİLER YARGILANMALIYDI
“Otelden BBP’ye giden havalandırma boşluğunu önceden keşfedebilsek ya da ne halde olduğumuzu gören BBP’liler ‘Arkadaşlar çatıyı zorlamayın, gelin buradan kurtulabilirsiniz’ deseler yangın çıktığında dahi kimsenin burnu kanamadan kurtulabilirdik. Ama tam tersine bizimkiler keşfettiği halde almamak için uzun süre direnmişler. En sonunda Aziz Nesin’in koruması komiser Mehmet kimliğini gösterip silah çekmiş de öyle girebilmişler. O yüzden BBP’nin oradaki tavrı çok önemlidir, ama ne hikmetse onların hiçbiri yargılanmadı. Kimse onlara siz ne biçim adamsınız demedi.”
“GEREKİRSE SEN ÖL, AMA AZİZ NESİN’İ SAĞ İSTİYORUM”
“Sonradan öğrendim ki, taşlar odanın içine yağıyor ve cam kırılmış vaziyetteyken Aziz Nesin, Lütfü Kaleli’ye ‘Lütfü beni yatağıma yatır. Sen benden genç bir insansın, daha çok dayanırsın, ama ölümümle bunları sevindirmeyeyim. Kötü bir halde, kıvranırken beni bulmasınlar. Yatağımda bulsunlar hiç olmazsa’ demiş ve uzanmış. O sırada fark ediyorlar ki itfaiye merdiveni gelmiş, Aziz hocayla Lütfü hocayı alacaklar. Ama tabii oradaki alçaklar Aziz hocayı merdivenden atıyor, düştüğü yerde dövmeye çalışıyorlar. Allah’tan hemen yetişen bir polis aracına alınıp götürülerek kurtarılmış Aziz Hoca. Zaten söylenene göre dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş Vali Ahmet Karabilgin’i arayıp emir vermiş; Ne yap ne et gerekirse sen öl, ama Aziz Nesin’i sağ istiyorum, demiş.”
BİR ÖZGEÇMİŞTEKİ MADIMAK İZLERİ
Serdar Doğan 1972, Ankara doğumlu. Anne babası Tuncelili, ancak beş çocuklarının kütüğü de Çankaya. Nüfus kimliğinde Tunceli yazmasının zararlarına karşı babalarının koruma refleksi…
İkinci bir refleksi de Keçiören’den taşınırken gösterdiler. “Niye Ramazan’da ışıklarınız yanmıyor”, “Çocuklar niye Kuran kursuna gitmiyor”, “Babanın sakalları niye Stalin’inki gibi” sorularından tedirgin olan Doğan ailesi kendilerini daha güvende hissettikleri başka Alevilerin yanına taşındılar.
2 Temmuz öncesinde Altındağ Belediyesi, Pir Sultan Abdal Tiyatro Topluluğu ve Ankara Deneme Sahnesi’nde tiyatro çalışmalarına katılan Doğan, 2 Temmuz yüzünden altı yıl gecikmeli olarak Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü kazandı. Dört yıl sonra mezun olduğunda ise bir dramaturg olarak TRT ya da Kültür Bakanlığı’na girme yaşı geçmişti.
Bunun üzerine Canlar Tiyatrosu’nda oyun yazarlığına başlayan Doğan’ın Sivas katliamını anlattığı “Simurg” adlı oyunu ilk kez 2006’da AST’ta sahnelendi. İki aylık Avrupa turnesinden daha geçen hafta dönen Serdar Doğan aynı zamanda Pir sultan Abdal Derneği Ankara Şube Başkanı, evli ve 19 aylık Deren’in babası.
22-25 Temmuz arası, 1993 GATA
Söyleşi:Devrim Sevimay
Milliyet, 29-30 Haziran 2009.