Aşk şiirdir, şiir aşktır
“İşte asıl bu ayrıntılar, kötü seçilmiş bir giysi, dişlerdeki hafif bir bozukluk, nefis bir ruh zayıflığı, bunlardır bir kadını gerçek ve canlı kılan şeyler.
Afişlerdeki ya damoda dergilerindeki kadınlar, ki bugün bütün kadınlar onları taklit etmeye çalışıyorlar, çekicilikten yoksundurlar, çünkü gerçek değildirler, çünkü soyut bir takım önerilerden oluşmuşlardır. Onlar bir güdümbilim makinesinden doğmuşlardır, bir insan bedeninden değil !”
Bu Goethe’nin hoşuna gidiyor ve çok dostça bir gülümsemeyle karşılıyor.
Öğrenci: “Size tapıyor,” diyor. “Kendisine bir sunuda bulunmanız için kitaplarınızdan birini verdi bana.”
“Verin,” diyor Goethe ve dizelerini toplayan kitabı öğrencinin elinden alıyor. Sunu sayfasını açıyor ve, “Bana biraz ondan sözedin,” diyor. “Güzel mi?” Goethe’nin karşısında öğrenci yalan söyleyemiyor.
Kasabın karısının öyle ahım şahım güzel olmadığını söylüyor. Üstüne üstlük bugün gülünç bir biçimde giyinmişti. Bütün gün Prag’da, boynunda kocaman incileri ve ayaklarında uzun zamandan beri giyilmeyen siyah gece ayakkabılarıyla dolaşmıştı.
Goethe, öğrenciyi içten bir ilgiyle dinliyor ve he men hemen özlemle: “Çok güzel bu,” diyor. Yüreklenen öğrenci, kasabın karısının ağzında yaldızlı bir sinek gibi parlayan altın dişi olduğunu bile itiraf ediyor.
Goethe neşeyle gülerek düzeltiyor: “Bir yüzük gibi.” “Bir deniz feneri gibi,” diye karşılık veriyor öğrenci.”Bir yıldız gibi!” diye haykırıyor Goethe.
Öğrenci, kasabın karısının gerçekte sıradan taşralı bir kadın olduğunu, ama işte asıl bu yüzden kendisine çekici geldiğini açıklıyor.
“Sizi çok iyi anlıyorum,” diyor Goethe. “İşte asıl bu ayrıntılar, kötü seçilmiş bir giysi, dişlerdeki hafif” bir bozukluk, nefis bir ruh zayıflığı, bunlardır bir ka dini gerçek ve canlı kılan şeyler. Af işlerdeki ya da moda dergilerindeki kadınlar, ki bugün bütün kadınlar onları taklit etmeye çalışıyorlar, çekicilikten yoksundurlar, çünkü gerçek değildirler, çünkü soyut birtakım önerilerden oluşmuşlardır. Onlar bir güdümbilim makinesinden doğmuşlardır, bir insan bedeninden değil! Dostum, inanın, o taşralı hanım bir şaire gereken bir kadındır ve bundan dolayı sizi kutlarım!”
Daha sonra, kitabın sunu sayfasının üstüne eğiliyor, dolmakalemini alıyor ve yazmaya koyuluyor.
Bütün bir sayfayı dolduruyor, büyük bir şevkle yazı yor, kendinden geçmiş gibi ve yüzünden sevginin ve aşkın ışıkları yansımakta.
Öğrenci kitabı geri aldığında yüzü övünçten kı zarıyor. Goethe’nin, tanımadığı bir kadına yazdıkları, güzel ve hüzünlü, özlem dolu ve tutkulu, akıllıca ve sevimli. Öğrenci bugüne kadar hiçbir kadına bu kadar güzel sözler söylenmediğinden emin. Christine’i düşünüyor ve onu fena halde arzuluyor. Kaba ve çirkin giysilerinin üstüne şiir en değerli sözcüklerden örülmüş bir manto örtüvermiş ve onu bir kraliçeye çevirmiş bulunmakta.
Bir şair taşınıyor.
Garson salona girdi ama bu kez yeni şişeler getirmedi. Şairlere .artık gitme zamanının geldiğini hatırlattı. Kulübü biraz sonra kapatmaları gerekiyordu.
Kapıcı, kapıyı dışardan kilitlemekle ve onları sabaha kadar burada hapsetmekle tehdit etmekteydi.
Garson, bu uyarıyı, kâh yüksek sesle, kâh yavaşça, kâh hepsine birden, kâh ayrı ayrı, birçok kez yinelemek zorunda kaldı. Sonunda bütün şairler kapıcıyla alay edilemeyeceğini anladılar.
Petrarque, beli ne bir tekme yemiş gibi, kırmızı bornozlu karısını bir den anımsayarak yerinden fırladı. İşte o zaman, Goethe, sonsuz bir hüzünle, “Dostlarım, beni burada bırakın. Burada kalmak istiyorum,” dedi. Koltuk değnekleri yanında masaya dayanmış duruyordu, ken disini birlikte gitmeye ikna etmeye uğraşan şairlere başını sallayarak yanıt vermekle yetiniyordu.
Herkes onun karısını tanır, zâlim ve kötü kalpli bir kadındır. Hepsi biliyor ki, Goethe zamanında eve dönmezse, karısı ona yapmadığını bırakmayacaktır.
Yalvarmaya başlıyorlar: “Johann, mâkul ol, eve dönmen gerek!” Ve çekinerek koltuk altlarından yakalayarak sandalyesinden kaldırmaya çalışıyorlar. Ama Olimpos’ım kralı çok ağır ve onların kollan çok gevşek. Goethe onlardan en az otuz yaş daha büyük ve bu yaş farkı dolayısıyla onların gerçek bir atası durumunda. Birden, onu kollarından kaldırıp koltuk değneklerini ellerine tutuşturacakları sırada, kendilerini şaşkın ve küçük buluyorlar. Ve o durmadan burada kalmak istediğini yineliyor!
Kimse onunla aynı görüşte değil, yalnız Lermon tov ötekilerden daha şeytan olduğunu gösterme fırsatını kaçırmıyor: “Dostlarım onu burada bırakın, ben sabaha kadar ona arkadaşlık ederim. Onu anlamıyor musunuz?. Gençliğinde haftalarca evine gitmediği olurdu. Şimdi gençliğini bulmak istiyor. Bunu anlamıyor musunuz, aptal sürüsü! Değil mi Johann, burada ikimiz halının üstüne uzanırız, şu kırmızı şarapla sabahlarız, ötekiler çekip gitsin! P£trarque, kırmızı bornozlu, saçları çözülmüş karısının yanına gitmek için koşabilir!”
Oysa Voltaire, Goethe’yi burada tutan şeyin, gençliğine duyduğu özlem olmadığını biliyor. Goethe hastadır ve içki içmesi yasaktır. İçtiği zaman bacakları onu taşımıyor. Voltaire, iki koltuk değneğini yakalıyor ve ötekilere gereksiz utangaçlığı bir yana bırakmalarını emrediyor. Bunun üzerine çakırkeyf şairlerin zayıf kollan Goethe’yi koltuk .altlarından yakalıyor ve sandalyesinden kaldırıyor. Sonra onu salondan hole kadar taşıyorlar, daha doğrusu sürüklüyorlar.
(Goethe’nin ayakları kâh yere değiyor, kâh büyükleriyle oynayan bir çocuğun ayaklan gibi havada salınıyor.) Ancak Goethe oldukça ağır ve şairler sarhoş. Ara odaya geldiklerinde yere bırakıveriyorlar,
Goethe sızlanıyor ve, “Dostlarım., bırakın beni burada öle
yim!” diye bağırıyor.
Voltaire öfkeleniyor ve şairlere onu derhal yerden kaldırmalarını buyuruyor. Ş&irler utanıyorlar.
Goethe’yi kimi kollanndan, kimi bacaklanndan yakalıyor, yerden kaldırıyorlar, kulübün kapısından çıkıyorlar, merdivenin başına geliyorlar. Herkes taşıyor onu. Voltaire taşıyor, Petrarque taşıyor, Verlaine taşıyor, hatta sallanan Yessenin bile düşme korkusuy la Goethe’nin bacağına sarılıyor.
Öğrenci de büyük şairi taşımaya çalışıyor, çünkü insan hayatında böylesine bir fırsatla ancak bir kez karşılaşabilir. Ama boşuna. Lermontov onu çok seviyor. Kolundan yakalamış ve durmadan söyleyecek bir şeyler buluyor.
“Bunlar yalnız ince olmamakla kalmıyorlar, üste lik beceriksizler de. Bunların hepsi de şımartılmış çocuklar. Bak şuna, onu nasıl taşıyorlar! Neredeyse bırakacaklar! Hiçbir zaman elleriyle çalışmış değiller.
Benim fabrikada çalışmış olduğumu biliyorsun, değil mi!”
(Unutmayalım ki, o zamanın ve o ülkenin bütün kahramanları fabrikalarda çalışmışlardır, kimi devrimci heyecanıyla ve isteyerek, kimi bir mahkûmiyetten sonra, zorunlu olarak. Her iki halde de bununla övünürler, çünkü onlara, fabrikada, kaba yaşamın, bu soylu Tanrıçanın öpücüğünü almışlar gibi gelir.)
Atalarım kollanndan, bacaklanndan tutarak şairler onu merdivene kadar taşıyorlar. Merdivenin yuvası dört köşedir ve birçok dik dönemeçleri vardır, bu da onlara çok zor bir beceriklilik ve güç sınavına sokuyor.
Lermontov sözüne devam ediyor, “Dostum, sen travers taşımak nedir, bilir misin? Sen hiç taşımadın. Sen öğrencisin. Ama, şu herifler de hiç taşımadılar. Bak, nasıl aptalca taşıyorlar! Adamı düşürecekler!” Sonra şairlere dönerek bağırıyor: “İyi tutun onu aptal sürüsü! Adamı düşüreceksiniz! Hiç ellerinizle çalışmadınız mı!” Sonra, öğrencinin koluna asılıyor ve gitgide ağırlaşan Goethe’yi kaygıyla ve sendele yerek taşıyan şairlerin arkasından ağır ağır iniyor.
Sonunda aşağıya, kaldırıma varıyorlar yükleriyle ve onu bir elektrik direğine yaslıyorlar. Petrarque ile Boc cacio düşmesin diye onu tutarlarken, Voltaire yola çıkıyor ve otomobillere işaret ediyor. Hiçbiri durmuyor.
Lermontov, öğrenciye: “Gördüklerinin ne anlama geldiğini anlıyor musun?” diyor. “Sen bir öğrencisin ve yaşam hakkında hiçbir fikrin yok. Ve bu inanılmaz bir sahne! Bir şair taşınıyor. Bunun nasıl bir şiir ola bileceğini biliyor musun?”
Oysa o arada Goethe kaldrrımın üstüne kayıyor, Petrarque le Boccacio onu yeniden doğrultmaya çalışıyorlar.
“Şunlara bak,” diyor Lermontov, öğrenciye, “onu kaldırmayı bile beceremiyorlar. KoUarmda güç yok.
Yaşamın ne olduğu hakkında hiçbir fikirleri yok. Bir şair taşmıyor! Ne enfes bir başlık! Anlıyorsun değil mi? Şu günlerde iki şiir kitabı yazıyorum. Birbirinden çok farklı iki kitap. Biri tümüyle klasik ölçülerle, ölçülü uyaklı, öbürü serbest. Bunlara “Tutanak özeti” adını vereceğim. Kitabın son şiiri ‘Bir şair taşınıyor’ başlığını taşıyacak. Bu sert ama namuslu bir şiir olacak. Namuslu bir şiir.”
Bu, Lermontov’un italikle söylediği üçüncü sözcük. Bu sözcük, süsleme ve fikir cambazlığı olan her şeyin tersini anlatıyor. Petrarque’in düşlerinin ve Boccacio’nun güldürülerinin tersini anlatıyor. İşçinin çalışmasının dokunaklılığını ve kaba yaşam denilen tanrıçadaki tutkulu inancı dile getiriyor.
Verlaine, gecenin temiz havasıyla sarhoş olmuş,kaldırımın ortasına yerleşmiş, yıldızlara bakarak şarkı söylüyor. Yessenin, sırtını duvara dayamış uyuyor.
Voltaire, yolun ortasında elini kolunu sallamaya devam ediyor ve sonunda bir taksiyi durdurmayı başarıyor. Boccacio’mm yardımıyla Goethe’yi arka koltuğa yerleştiriyor. Petrarque’a şoförün yanına oturmasını söylüyor, çünkü, Bayan Goethe’yi yine de bir parça yumuşatabilecek olan tek kişi odur. Ama, Petrar que, deli gibi savılmıyor .kendisini:
“Niye ben! Niye ben! Ben korkuyorum yahu!”
“Görüyorsun,” diyor Lermontov, öğrenciye. “Bir arkadaşa yardım etmek gerekince nasıl kaçıyor. Hiç biri Goethe’nin ihtiyar karısıyla konuşacak güce sahip değil.” Sonra, Goethe, Boccacio ve Voltaire’in güç belâ sığıştıkları arabanın arka kanapesine doğru eğiliyor, “Dostlarım,” diyor, “ben de sizinle geliyorum.
Madam Goethe’yle konuşmayı ben üstleniyorum.” Son ra, şoförün yanındaki boş koltuğa kuruluyor.Petrarque, Boccacio’nun gülüşünü kınıyor.
Şairlerle yüklü taksi uzaklaşınca, öğrenci Madam Christine’inin yanma gitme vaktinin geçmekte olduğunu anımsıyor.
Petrarque’a, “Eve dönmem gerek,” diyor.
Petrarque. başıyla onaylıyor, ama koluna giriyor
ve onu oturctuğu. yerin tam ters yönüne doğru sürüklemeye başlıyor:
“Siz çok duyarlı bir çocuksunuz,” diyor. “Siz baş kalarının söylediklerini dinleyebilecek yetenekte olan tek kişisiniz.”
Öğrenci sürdürüyor: “Şu genç kız, odanın orta sında elinde kılıcıyla Jeanne D’Arc gibi dikiliyor, evet hepsini sizin kullandığınız sözcüklerle tıpkı anlata bilirim.”
“Üstelik şu sarhoş herifler beni sonuna kadar dinlemediler bile! Kendilerinden başka şeyle ilgilenirler mi onlar?”
“Ya da, karınızın bu kızın sizi öldüreceğinden korktuğunu söylediğiniz zaman, o sıra kıza yaklaşmıştınız ve gözlerinin Tanrısal bir barışla dolu olduğunu farketmiştiniz, bu küçük bir mucizeye benzi yordu.”
“Ah dostum, asıl şair sizsiniz! Sizsiniz, onlar de
ğil!”
Petrarque, öğrenciyi kolundan tutuyor ve onu oturduğu uzak banliyö semtine doğru götürüyor.
Öğrenci, “Peki olay nasıl sona erdi?” diye soruyor.
“Karım ona acıdı ve geceyi bizim evde geçirmesine izin verdi. Yalnız, düşünebiliyor musunuz? Kaynanam, mutfağın arkasında sandık odası gibi bir yerde yatıyor ve çok erken kalkıyor. Bütün camların kırımış olduğunu görünce, rastlantıyla bitişik evde çalışmakta olan camcılara gidip haber veriyor, öyle ki, biz uyandığımızda bütün camlar yeniden takılmış bulunuyordu. Geceki olaylardan’ bir iz bile kalmamıştı.
Nerdeyse düş gördüğümü sanıyordum.”
“Ya genç kız?” diye soruyor öğrenci.
“O da, sabah erkenden, gürültü etmeden evden çıkıp gitti.”
Şimdi, Petrarque, yolun ortasında duruyor ve öğrenciye nerdeyse, sert bir ifadeyle bakıyor: “Biliyor musunuz dostum, eğer bu olayı Boccacio’mın hepsi de yatakta son bulan fıkralarından biri gibi yorumlarsanız çok üzülürüm. Şunu bilmelisiniz: Boccacio puştun biridir. Boccacio kimseyi anlayamayacaktır, çünkü anlamak karşısındakiyle kendisini karıştırmak, onda kendisini bulmaktır. Şiirin sırrı buradadır. Sevdiğimiz kadınla kendimizi tüketiyoruz, inandığımız fikirlerle kendimizi tüketiyoruz, bizi heyecanlandıran bir görünüm karşısında kendimizi tüketiyoruz.”
Öğrenci, Petrarque’i coşkuyla dinliyor, gözlerinin önüne birkaç saat önce hakkznda kuşkular duyduğu Christine’in hayali geliyor. Şimdi bu kuşkularından ötürü utanç duyuyor, çünkü onlar varlığının en sefil yarısına ait bulunuyor (Boccacio ile paylaştığı bölüme) ve bu kuşkular güçlülüğünden değil, zayıflığından doğmuştur; bunlar kendisini sevgiye bütün varlığıyla veremediğinin, sevilen kadınla yanıp tutuşmak korkusuyla aşka cepheden girmeye cesaret edemediğinin kanıtıdır.”Aşk şiirdir, şiir aşktır,” diyor .
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı – Milan Kundera