Bu sefer Raif efendinin hastalığı biraz uzunca sürdü. Her zamanki gibi basit bir soğukalgınlığına benzemiyordu. Nurettin beyin getirdiği ihtiyar doktor, hardal lapası tavsiye etti ve öksürük ilacı yazdı. Ben iki üç akşamda bir uğruyor ve her defasında onu biraz daha çökmüş buluyordum. Fakat kendisi fazla telaş etmiyor ve hastalığına ehemmiyet vermez görünüyordu. Belki de ev halkını telaşlandırmaktan çekiniyordu. Mihriye hanımla Necla’nın halleri hakikaten insana endişe verecek gibiydi. Senelerden beri iş yapmaktan düşünmeyi bile unutmuşa benzeyen kadın, büyük bir şaşkınlık içinde hastanın odasına girip çıkıyor, arkasına hardal lapası korken elinden havluları veya tabağı düşürüyor, içeride veya dışarıda daima bir şey unutuyor ve hiç durmadan aranıyordu. Çıplak ayaklarında eğrilmiş topuksuz terlikler ile dört tarafa koştuğunu hâlâ görüyor ve her rast geldikleri insana imdat ister gibi takılıp kalan bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyorum.
Necla annesi kadar kendini kaybetmiş olmamakla beraber, büyük bir üzüntü içindeydi. Son günlerde mektebe gitmiyor ve babasını bekliyordu. Akşam üzerleri hastayı yoklamaya geldiğim zaman kızarmış ve şişmiş gözlerinden onun biraz evvel ağlamış olduğunu fark ediyordum. Fakat bütün bunlar Raif efendiyi daha çok sıkıyor gibiydi.
Yalnız kaldığımız zamanlar bundan şikâyet etmiş, hatta bir kere:
“Yahu, ne oluyor bunlara? Hemen ölüyor muyuz?” diye söylenmişti.
“Ölsek ne olacak sanki… Onlara ne? Ben onlar için neyim?..” Sonra, daha acı ve insafsız bir tavırla ilave etmişti:
“Ben onlar için hiçbir şey değilim… Hiçbir şey değildim… Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık… Bu adam kimdir diye merak etmediler… Şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar…”
“Aman Raif bey” dedim. “Bunlar ne biçim laflar… Gerçi biraz fazla telaş ediyorlar, ama bunu böyle tefsir etmek doğru değil… Karınız ve kızınız!”
“Evet, karım ve kızım… Ama işte o kadar…”
Başını öte tarafa çevirdi. Son sözlerinden bir şey anlamamış ve başka bir şey sormaktan çekinmiştim.
Nurettin bey, ev halkını teskin etmek için bir dahiliye mütehassısı getirdi. Bu adam uzun uzun muayeneden sonra hastalığın zatürree olduğunu söyledi ve etrafındakilerin şaşkınlığını görünce:
“Yok canım, o kadar mühim değil… Maşallah bünyesi mukavim, kalbi de sağlam, atlatır. Yalnız dikkat etmek lazım… Üşütmeyin. Hatta hastaneye kaldırsanız daha iyi olur!” dedi.
Mihriye hanım hastane lafını duyunca büsbütün kendini bıraktı. Holdeki iskemlelerden birine çökerek avaz avaz ağlamaya başladı.
Nurettin bey de, haysiyetine dokunulmuş gibi yüzünü buruşturarak:
“Ne münasebet?” dedi. “Evinde herhalde hastaneden iyi bakılır!”
Doktor omuzlarını silkerek gitti.
Raif efendi evvela hastaneye gitmeyi istiyor, “Orada hiç olmazsa kafamı dinlerim!” diyordu. Yalnız kalmak istediği her halinden belliydi, fakat etrafındakilerin bunu ne kadar şiddetle reddettiklerini görünce, o da sesini çıkarmaz oldu. Yüzünde ümitsiz bir tebessümle:
“Beni orada da rahat bırakmazlar ki!” diye mırıldandı.
Bir gün, hâlâ aklımdadır, bir cuma günü akşamı Raif efendinin başucundaki iskemleye oturmuş, hiç konuşmadan, onun göğsü hırıldayarak nefes alışını seyrediyordum. Odada başka kimse yoktu.
Yanı başındaki komodinin üzerinde, ilaç şişelerinin arasında duran büyük bir cep saati odayı madeni bir sesle dolduruyordu. Hasta, çukura kaçan gözlerini açarak:
“Bugün biraz iyiyim!” dedi.
“Elbette… Hep böyle devam edecek değil ya…”
O zaman, adeta müteessir bir edayla:
“Peki ama, bu daha ne kadar devam edecek?..” diye sordu. Sualinin hakiki manasını anlamış ve dehşete düşmüştüm.
Sesindeki bıkkınlık onun ne kastettiğini gösteriyordu.
“Ne oluyorsunuz Raif bey?” dedim.
40
Gözlerini gözlerime dikerek, ısrarla sordu: “Peki ama, ne lüzum var? Yetmez mi artık?..”
Bu sırada Mihriye hanım içeri girdi. Bana sokularak:
“Bugün iyice!” dedi. “Artık bunu da atlattı inşallah!” Sonra kocasına döndü:
“Pazara çamaşır yıkanacak… Şu senin havluyu beyefendi
getiriverse!”
Raif efendi peki makamında başını salladı. Kadın dolapta bir şeyler arayıp aldıktan sonra tekrar çıktı. Hastanın halindeki ufak bir iyilik karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleriyle doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu. Raif efendinin gözlerinde, hüzün dolu ve derin bir gülümseme vardı.
Karyolanın ayakucunda asılı duran ceketini başıyla göstererek:
“Şurada, sağ cebimde bir anahtar olacak, onu al da, benim masanın üst gözünü aç. Hanımın söylediği havluyu getiriver… Zahmet olacak
ama… ” dedi.
“Yarın akşam getiririm!”
Gözlerini tavana dikerek uzun müddet sustu. Birdenbire başını bana çevirdi:
“Orada, gözün içinde ne varsa hepsini getir!” dedi. “Ne varsa… Bizim hanım galiba benim bir daha şirkete gidemeyeceğimi sezdi… Bizim
yolculuk artık başka yere…”
Tekrar başı yastığa gömüldü.
Ertesi günü akşamüzeri şirketten ayrılmadan evvel Raif efendinin masasına gittim. Sağ tarafta üst üste üç göz vardı. Evvela alttakileri açtım; biri bomboştu, ötekinde birtakım kâğıtlar ve tercüme müsveddeleri vardı. Üst göze anahtarı sokarken ürperdim: Raif efendinin senelerden beri oturduğu iskemlede oturduğumu ve onun her gün birkaç defa yaptığı hareketi tekrar ettiğimi şimdi fark etmiştim.
Acele ile gözü çektim. Burası da boş gibiydi. Yalnız bir kenarda oldukça kirli bir havlu, gazele kâğıdına sarılmış bir sabun parçası, bir sefertası gözü, bir çatal ve Singer marka burgulu bir çakı vardı. Bunları çabucak bir kâğıda sardım. Gözü yerine iterek ayağa kalktım, fakat arka taraflarda herhangi bir şeyin kalmış olabileceği aklıma gelerek gözü yeniden çektim ve elimle içini araştırdım. Hakikaten ta dipte defter gibi bir şey vardı. Onu da alarak diğer eşyanın arasına koydum ve dışarı fırladım. Odanın içinde kaldıkça, Raif efendinin bir daha bu iskemleye oturmaması ve bu çekmeceyi bir daha açmaması ihtimali zihnimden çıkmıyordu.
Evde gene büyük bir telaşla karşılaştım. Kapıyı Necla açtı ve beni görünce: “Sormayın, sormayın!” diye başını salladı. Adeta aile efradından biri gibi olmuştum ve ev halkı beni yabancı telakki etmiyordu. Genç kız:
“Babam gene fenalaştı!” dedi. “Bugün iki defa fenalık geldi. Çok korktuk. Eniştem doktor getirdi, şimdi yanında… İğne yapıyor… ” Ve
hemen hastanın odasına daldı.
İçeri girmedim. Holdeki iskemlelerden birine oturarak kâğıda sarılı paketi önüme koydum. Mihriye hanım birkaç kere dışarı çıktığı halde bu zavallı eşyayı ona vermeye utanıyordum. İçeride bir insan canıyla uğraşırken onun yakınlarından birine kirli bir havlu ve eski bir çatal uzatmak pek münasebetsiz bir şey olurdu. Ayağa kalkıp ortadaki büyük masanın etrafında dolaştım. Büfenin aynasında kendimi gördüğüm zaman oldukça şaşırdım. Sapsarı kesilmiştim. Kalbim hızla atmaya başladı. Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi. Sonra, onun en yakınları:
Karısı, kızları, akrabaları dururken, benim onlardan fazla alaka ve teessür göstermeye hakkım olmadığını düşündüm.
Bu sırada gözüm misafir odasının aralık kapısından içeri ilişti. Biraz yaklaşıp bakınca Raif efendinin kayınbiraderleri Ci-hat’la Vedat’ı gördüm. Bir kanepeye yan yana oturmuşlar, sigara içiyorlardı. Müthiş bir iç sıkıntısıyla kıvrandıkları ve evi bırakıp çıkamadıkları için kendi kendilerine içerledikleri belliydi. Nurten bir koltuğa oturmuş, başını koluna dayamıştı; ağlıyor, yahut uyuyordu. Biraz ötede, Raif efendinin baldızı Ferhunde, iki çocuğunu kucağına oturtmuş, onların gürültü etmelerine mâni olmak için bir şeyler söylüyor, fakat her halinden, çocuk avutmanın ne kadar acemisi olduğu anlaşılıyordu.
Hastanın kapısı açıldı ve doktor, arkasında Nurettin beyle beraber, çıktı. Bütün lakaytlığına rağmen canı sıkılmış bir hali vardı.
“Yanından ayrılmayın ve akse* gelirse o iğnelerden yapın” diyordu.
Nurettin bey kaşlarını çatarak sordu:
“Tehlikeli mi?”
Doktor, böyle vaziyetlerde her meslektaşının verdiği cevapla mukabele
etti: “Belli olmaz!”
Ve başka suallere maruz kalmamak, hele hastanın karısı tarafından taciz edilmemek için paltosunu ve şapkasını çabucak giydi ve Nurettin beyin daha evvel avcunda hazırlamış olduğu üç gümüş lirayı yüzünü buruşturup alarak, evi terk etti.
Yavaşça hastanın kapısına sokuldum. İçeri baktım. Mihriye hanımla Necla, büyük bir merakla, önlerinde gözleri kapalı yatan adama bakıyorlardı. Genç kız beni görünce başıyla işaret ederek çağırdı.
Şimdi annesiyle beraber, hastanın halinin bende uyandıracağı tesiri görmek istiyorlardı. Bunu fark ettiğim için bütün kuvvetimle kendime hâkim olmaya çalıştım. Gördüğümden müsterih olmuş gibi bir tavırla hafifçe başımı salladım. Sonra, sol tarafımda adeta baş başa vermiş duran kadınlara dönerek, zoraki bir gülümseme ile:
“Korkulacak bir şey yok herhalde… Atlatacak inşallah!” dedim.
Hasta gözlerini araladı, tanıyamamış gibi bana bir müddet baktı. Sonra büyük bir gayret sarf ederek başını karısına ve kızına çevirdi, anlaşılmaz birkaç kelime mırıldandı, yüzünü buruşturarak birtakım işaretler yaptı.
Necla sokuldu:
“Bir şey mi istedin babacığım?” “Haydi, siz biraz çıkın!” Sesi pek hafif ve kesikti.
Mihriye hanım bize işaret etti. Fakat bunu gören hasta, elini yataktan dışarı çıkararak bileğimden yakaladı ve:
“Sen gitme!” dedi.
Kadınlar biraz şaşırmışlardı. Necla: “Babacığım, kolunu çıkarmasana!.. ” diye söylendi. Raif efendi: “Biliyorum, biliyorum!”
demek isteyen bir hareketle çabuk çabuk başını salladı ve onlara, çıkmaları için, tekrar işaret etti.
İki kadın da yüzüme sorgucu gözlerle bakarak odayı terk ettiler.
O zaman Raif efendi, tamamen unutmuş olduğum, elimdeki paketi gösterdi:
“Hepsini getirdin mi?”
Evvela anlayamayarak yüzüne baktım. Bu kadar merasim bunu sormak için miydi? Hasta hâlâ yüzüme bakıyor ve gözleri, büyük bir merak içindeymiş gibi parlıyordu.
İlk defa bu anda mahut siyah kaplı defteri hatırladım. Onu bir kere bile açıp bakmamış, içinde ne olduğunu merak etmemiştim. Raif efendinin bu neviden bir defteri olacağı aklıma bile gelmezdi.
Paketi süratle açıp içindeki havlu vesaireyi kapının arkasındaki bir iskemlenin üzerine koydum. Sonra defteri elime alarak Raif efendiye gösterdim:
“Bunu mu istiyordunuz?”
Başıyla “evet” diye işaret etti.
Yavaşça defterin yapraklarını karıştırdım. İçimde mukavemet edilmez bir merakın gitgide büyüdüğünü hissediyordum. Tek çizgili sahifelerde, iri ve intizamsız harfler, gayet acele yazıldığı belli satırlar vardı. İlk sahifeye bir göz attım, serlevha filan yoktu. Sağ tarafta 20 Haziran 1933 tarihi ve hemen bunun altında şu satırlar vardı:
“Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı… ”
Alt tarafını okuyamadım. Raif efendi tekrar kolunu çıkarmış ve elimi tutmuştu.
“Okuma!” dedi ve başıyla odanın karşı tarafını işaret ederek mırıldandı:
“Onu şuraya at!.. ”
Gösterdiği tarafa baktım. Mika levhaların arkasında parlayan kızıl gözleriyle demir sobayı gördüm. “Sobaya mı?”
“Evet!”
Bu anda merakım büsbütün arttı. Raif efendinin defterini ellerimle yok etmek, benim için imkânsızdı:
“Ne münasebet, Raif bey!” dedim. “Yazık değil mi? Size uzun zaman arkadaş olmuş bir defteri manasız yere yakmak doğru mu?”
“Lüzumu yok!” dedi ve başıyla tekrar sobayı gösterdi. “Artık lüzumu yok!”
Onu bu fikirden vazgeçirmenin mümkün olmayacağını anladım.
Herkesten sakladığı ruhunu ihtimal ki bu deftere dökmüştü ve şimdi onunla beraber gitmek istiyordu.
insanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını, ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve onun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka uyandı.
“Sizi anlıyorum Raif bey!” dedim. “Evet, gayet iyi anlıyorum. Her şeyinizi insanlardan kıskanmakta haklısınız. Bu defteri yakmak istemeniz de doğru… Fakat bunu bir müddet, hiç olmazsa bir gün geri bırakamaz mısınız?”
Gözleriyle: “Neden?” diye sorarak yüzüme baktı Başladığım şeye devam etmek ve son bir çareyi denemek için ona daha çok sokuldum ve kendisine karşı duyduğum bütün alaka ve sevgiyi gözlerimde toplamaya çalıştım.
“Bu defteri bir gece, yalnız bu gece bende bırakmaz mısınız? Bu kadar zaman arkadaşlık ettik, bana kendinize dair hiçbir şey söylemediniz…
Sizi merak etmemi tabii bulmuyor musunuz? Bana karşı da bu kadar saklanmaya muhakkak lüzum görüyor musunuz? Dünyada benim için en kıymetli insansınız… Buna rağmen sizin gözünüzde herkes gibi bir hiç olduğumu söyleyerek mi beni bırakıp gitmek istiyorsunuz?”
Gözlerim yaşarmıştı. Göğsümün içi titreyerek, sözüme devam ettim.
Aylardan beri beni kendisine yaklaştırmaktan kaçan bu adama karşı ruhumda biriken sitemleri de sanki bu anda or-laya döküyordum:
“insanlardan itimadınızı çekip almakla belki haklısınız. Fakat bunun istisnaları yok mu? Olamaz mı? Unutmayın ki siz de bu insanlardan birisiniz… Yaptığınız nihayet manasız bir hodbinlik olabilir.”
Bu sözlerin, ağır bir hastaya söylenecek şeyler olmadığını hatırlayarak
sustum. O da susuyordu. Nihayet son bir gayretle:
“Raif bey, siz de beni anlayınız! Sizin sonunda bulunduğunuz yolun ben daha başlarmdayım. İnsanları öğrenmek, bilhassa insanların size ne yaptıklarını bilmek istiyorum…” dedim.
Hasta başını şiddetle sallayarak sözümü kesti. Bir şeyler mırıldanıyordu; eğildim, nefesini yüzümde hissediyordum:
“Hayır, hayır!” diyordu. “İnsanlar bana hiçbir şey yapmadılar… Hiçbir şey… Hep ben… Hep ben…”
Birdenbire sustu ve çenesi göğsüne düştü. Daha hızlı nefes alıyordu.
Bu sahnenin onu yorduğu muhakkaktı. Ben de büyük bir ruhi yorgunluk duymaya başlamıştım. Defteri sobaya atıp dışarı kaçmayı düşünüyordum. Hasta tekrar gözlerini açtı:.
“Hiç kimsenin kabahati yok… Hatta benim bile!..”
Sözüne devam edemedi. Öksürüyordu. Nihayet gözleriyle defteri işaret ederek:
“Oku, göreceksin!” dedi.
Bunu bekliyormuş gibi hemen siyah kaplı defteri cebime koydum. “Yarın sabah getirir, gözünüzün önünde yakarım!” dedim. Hasta, biraz evvelki titizliğine hiç benzemeyen bir tavırla: “Ne yaparsan yap!” makamında omuzlarını silkti.
Hayatının en mühim kısımlarını ihtiva ettiği muhakkak olan bu defterle bile artık alakasını kesmiş bulunduğunu anladım. Ayrılmak için elini öptüm. Doğrulmak istediğim zaman beni bırakmadı, kendine doğru çekti, evvela alnımdan, sonra yanaklarımdan öptü. Başımı kaldırınca gözlerinden şakaklarına doğru yaşlar sızdığını gördüm. Raif efendi bunları saklamak veya silmek için hiçbir harekette bulunmuyor, gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Ben de kendimi tutamamış, ağlamaya başlamıştım; bu ancak fevkalade büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biriydi. Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim.
Raif efendi, tekrar dudaklarını kımıldattı. Duyulur duyulmaz bir sesle:
“Seninle hiç şöyle uzun boylu konuşamadık evladım… Yazık!” dedi ve gözlerini kapadı.
Artık birbirimize veda etmiş bulunuyorduk… Kapının önünde bekleyenlere yüzümü göstermemek için adeta koşarcasına holden geçtim ve sokağa fırladım. Yolda soğuk bir rüzgâr yanaklarımı kuruttu.
Hiç durmadan “Yazık!.. Yazık!.. ” diye söyleniyordum.
Otele geldiğim zaman arkadaşımı uyumuş buldum. Yatağa girerek başucumdaki küçük lambayı yaktım ve derhal Raif efendinin siyah kaplı mektep defterini okumaya başladım:
20 Haziran 1933
Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı. Unutup gittiğimi zannettiğim bu hatıraların, bundan sonra beni hiç bırakmayacaklarını biliyorum…
Hangi hain tesadüf dün onları yolumun üstüne çıkardı ve beni, senelerden beri dalmış olduğum derin uykudan, artık yavaş yavaş alıştığım hissiz uyuşukluktan ayırdı. Deli olacağım, yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere çok çabuk alışıyor ve katlanıyor. Ben de yaşayacağım… Ama nasıl yaşayacağım!.. Bundan sonraki hayatım nasıl dayanılmaz bir işkence olacak!.. Ama ben dayanacağım…
Şimdiye kadar olduğu gibi…
Yalnız bir şeye dayanmak artık benim için mümkün değil: I ler şeyi kafamda yalnız başıma saklayamayacağım. Söylemek, bir şeyler, birçok şeyler anlatmak istiyorum… Kime?.. Şu kosko-ı.ıman dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba? Kime, ne anlatabilirim? On seneden beri hiç kimseye bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Boşuna yere herkesten kaçmış, boş yere bütün insanları kendimden uzaklaştırmışım; ama bundan sonra başka türlü yapabilir miyim? Artık hiçbir şeyin değişmesine imkân yok… Lüzum da yok. Demek böyle olması icap ediyormuş. Yalnız söyleyebilsem… Bir kişiye olsun içimdekileri dökebilsem… Bunu sahiden istesem bile artık böyle bir insan bulmama imkân yok… Bende arayacak hal kalmadı… Kalsa da aramam… Zaten bu defteri neden aldım?
Küçük bir ümidim olsa, dünyada en sevmediğim bu yazmak işine kalkışır mıydım? İnsanın muhakkak kendini boşaltması lazım… Dünkü hadise olmasaydı… Ah, dün her şeyi öğrenmiş olmasaydım… Şimdi eski ve belki de rahat hayatım devam edecekti…
Dün sokakta giderken iki kişiye rast geldim. Birini ilk defa görüyordum, öteki de dünyada bana belki en uzak insanlardan biriydi. Bunların hayatım üzerinde bu kadar müthiş tesirleri olabileceği aklıma gelir miydi?
Fakat mademki bir kere yazmaya karar verdim, her şeyi sükûnetle ve baştan anlatmalıyım… Bu takdirde birkaç sene, hatta on on iki sene geriye gitmek lazım… Belki de on beş… Fakat sıkılmadan yazacağım…
Belki manasız tafsilat arasında asıl korkunç tarafları boğmak, onların tesirinden kurtulmak mümkün olur. Belki yazacaklarım yaşadığım kadar acı olmaz ve ben biraz ferahlarım. Birçok şeylerin zannettiğimden daha ehemmiyetsiz, basit olduğunu görüp kendi heyecanımdan utanırım… Belki…
Babam Havranlıydı. Ben orada doğdum ve büyüdüm. Orada ilk tahsilimi yaptım, sonra bir müddet, bize bir saat kadar uzaktaki Edremit idadisine gidip geldim. Umumi Harbin son senelerinde, on dokuz yaşlarında askere alındım; fakat daha talimgahta mütareke ilan edildi. Kasabaya döndüm. Tekrar idadiye devam edip bitirmedim.
Zaten okumaya pek hevesim yoktu. Araya giren bir senelik zaman ve o sıralarda bu havalide hüküm süren karmakarışık vaziyet beni tahsilden soğutmuştu.
Mütarekeden sonra bütün bağlar gevşemiş, ne doğru dürüst bir hükümet, ne de muayyen bir fikir ve hedef kalmıştı. Bazı mmtakalar ecnebi kuvvetleri tarafından işgal ediliyor, birdenbire türeyen bir sürü çeteler, türlü türlü namlar altında, düşmana karşı cephe kurarak, bazan köyleri soyarak faaliydi gösteriyor; dün bir kahraman olarak ismi ağızdan ağıza doluışan bir sergerdenin bir hafta sonra tenkil edildiği ve ölüsünün Edremit’te Konakönü meydanında asılı durduğu ilan ediliyordu. Böyle bir devirde, dört duvar arasına kapanarak Osmanlı tarihi veya musahabat-ı ahlâkiye* okumak pek cazip bir şey değildi. Yalnız, memleketin oldukça hali vakti yerindelerinden sayılan babam, nedense beni okutmak sevdasına düşmüşlü.
Akranlarımdan birçoğunun çapraz fişeklikler takıp mavzeri sırtlayarak çeteliğe çıktığını, bunlardan bir kısmının düşman, bir kısmının eşkıya tarafından öldürüldüğünü görünce, benim de akıbetimden korkmaya başlamıştı. Hakikaten ben de boş durmak istemiyor, gizli gizli hazırlanıyordum. Fakat bu sırada işgal kuvvetleri kasabaya geldiler ve her türlü kahramanlık heveslerim, içimde boğulup kalmaya mahkûm oldu.
Birkaç ay serseri gibi dolaştım. Arkadaşlarımın çoğu ortadan kaybolmuştu. Babam beni İstanbul’a göndermeye karar verdi. Nereye gideceğimi o da bilmiyor, “Bir mektep bul, oku!” diyordu. Daima biraz beceriksiz ve mahcup bir çocuk olduğum halde babamın bana böyle söylemesi, oğlunu ne kadar az tanıdığını göstermeye kâfiydi. Ne olsa, içimde bazı cihetlere doğru gizli birtakım arzular duyuyordum.
Mektepteyken hocalarımın takdirini kazandığım bir ders vardı:
Oldukça iyi resim yapıyordum. İstanbul’daki Sanayii Nefise Mektebi’ne** girmek ara sıra aklımdan geçer ve bana tatlı hayaller kurdururdu. Zaten küçükten beri hakikatten ziyade hayal dünyasında yaşayan sessiz bir çocuktum. Tabiatımda manasız denilecek kadar ileri giden bir çekingenlik vardı ki, çok kere etrafım tarafından yanlış anlaşılmama, aptal yerine konmama sebep olur ve beni üzerdi. Hiçbir şey beni, hakkımdaki bir kanaati düzeltmek mecburiyeti kadar korkutmazdı. Sınıfta arkadaşlarımın yaptığı bir kabahat daima benim üzerime atıldığı halde ben kendimi bir kelime ile olsun müdafaaya cesaret edemez, eve döndüğüm zaman bir kenara saklanıp ağlardım.
Annemin ve bilhassa babamın bana sık sık: “Yahu, sen kız olacakmışsm ama yanlış doğmuşsun!” dediklerini hatırlıyorum. En büyük zevkim evin bahçesinde veya derenin kenarında yalnız başıma oturup hülyalara dalmaktı. Bu hülyalar,hareketlerimle büyük bir tezat teşkil edecek kadar cesurca ve genişti:
Okuduğum sayısız tercüme romanlarındaki kahramanlar gibi, her sözüme tereddütsüz itaat eden maiyetimle beraber ortalığı kasıp kavurduğum, bir mahalle ötede oturan ve içimde şeklini pek tayin edemediğim tatlı arzular uyandıran Fahriye ismindeki bir kızı, yüzümde bir maske ve belimde çifte tabancalarla, dağlardaki muhteşem mağarama kaçırdığım olurdu. Onun evvela nasıl korkup çırpınacağmı, sonra, önümde tir tir titreyen insanları, mağaradaki emsalsiz zenginliği görünce nasıl büyük bir hayrete düşeceğini ve nihayet yüzümü açınca, saklayamadığı bir sevinçle nasıl haykırarak boynuma atılacağını tasavvur ederdim. Bazan büyük kâşifler gibi Afrika’da gezer, yamyamlar arasında görülmemiş maceralar geçirir, bazan meşhur bir ressam olur ve Avrupa’yı dolaşırdım.
Bütün okuduğum kitaplar, Misel Zevako’lar, Jül Vern’ler, Aleksandr Duma’lar, Ahmet Mithat Efendi’ler, Vechi Bey’ler kafamda silinmez şekilde yer tutmuşlardı.
Babam bu kadar okumama kızar, bazan romanları alıp atar, bazan geceleri odama ışık verdirmezdi. Fakat benim her şeye bir çare bulduğumu, küçük kaytan fitilli idare lambasının ışığı altında kendimden geçerek “Paris Esrarı”nı veya “Sefiller”i okuduğumu görünce tazyikinden vazgeçmişti. Elime geçen her şeyi okuyor ve her okuduğum şeyin, ister Mösyö Lökok’un maceraları, ister Murat Bey’in tarihi olsun, tesiri altında kalıyordum.
Sabahattin Ali
Kürk Mantolu Madonna
* Ahlak sohbetleri.
** Güzel Sanatlar Akademisi.