Burada belirtilmesi gereken ilk etmen, kapitalist ekonominin genel özelliklerinden birini oluşturmaktadır: bu, bireysel etkinlik ilkesidir. Herkesin düzenlenmiş ve şeffaf bir toplumsal dizgede değişmez bir yere sahip olduğu ortaçağların feodal dizgesinin tersine, kapitalist ekonomi, bireyi yalnız ve yalnız kendi ayaklan üzerinde durmak durumunda bıraktı. Bireyin ne yaptığı, bunu nasıl yaptığı, başarıya ulaşıp ulaşmadığı, tümüyle kendisini ilgilendiriyordu. Bu ilkenin, bireyselleşme sürecini ileriye götürdüğü açıkça ortadadır ve bu olgu, çağdaş kültürün olumlu yönleri arasında sayılmaktadır. Ama “olumsuz özgürlükle daha ilerilere gidildiğinde, bu ilke, bireyler arasındaki bağların zedelenmesine yardım etti ve böylece, bireyi, kendi çevresinden ayırdı. Bu gelişmeyi hazırlayan, Reform öğretileriydi. Katolik Kilisede, bireyin Tanrıyla ilişkisi, Kilise üyeliği temeline dayanıyordu. Kilise, bireyle Tanrı arasındaki bağdı, dolayısıyla bir yandan bireyselliğini kısıtlarken, öte yandan da bireyin, bir grubun ayrılmaz bir parçası olarak Tanrı karşısına çıkmasına olanak veriyordu.
Protestanlık, bireyi Tanrı karşısına tek başına çıkmak durumunda bıraktı. Luther’e göre inanç, tümüyle öznel bir deneyimdi, Calvin’in kurtuluşa inanmak öğesi de bu nesnel niteliği taşıyordu. Tanrı’nın gücü karşısına tek başına çıkan bireyin, kendisini ezilmiş hissetmekten ve kurtuluşu eksiksiz bir baş eğmede aramaktan başka çaresi yoktu. Ruhbilim-sel açıdan, bu tinsel bireysellik, ekonomik bireysellikten —onunla kıyaslanamayacak kadar— farklı değildir. Her iki durumda da birey tümüyle yalnızdır ve ister Tanrı olsun, ister rakipleri ya da soyut ekonomik güçler olsun, soyutlanmışlığı içinde, üstün güçle karşı karşıyadır. Tanrıyla olan bireysel ilişki, insanın dünyasal etkinliklerinin bireysel niteliğine ruhbilimsel açıdan hazırlanmasıydı.
Ekonomik dizgenin bireysel niteliği tartışma götürmez bir olgudur ve yalnızca bu ekonomik bireyselliğin bireyin yalnızlığının artmasında giderek daha fazla etkili olduğu kuşku götürür gibi görünse de, şimdi tartışacağımız nokta, kapitalizme ilişkin bazı çok yaygın geleneksel kavramlarla çelişmektedir. Bu kavramlar, çağdaş toplumda insanın bütün etkinliklerin merkezi ve de amacı haline geldiğini, bireyin yaptığı her şeyi kendisi için yaptığını, bireysel çıkar ilkesiyle bencilliğin insan etkinliğini harekete geçiren çok güçlü öğeler olduğunu öngörürler. Bu bölümün başlangıcında söylenenler çerçevesinde, bu, bir ölçüde doğrudur. İnsanoğlu, bu son dört yüz yılda, kendi için, kendi amaçlan yönünde pek çok şey yapmıştır. Ama gene de, ona kendi amacı gibi görünenlerin çoğu —kendi, derken işçiyi, üreticiyi değil de, bütün coşkusal, zihinsel ve duygusal gizilgüçleriyle somut insanoğlunu anlatmak istiyorsak— kendisinin olmamıştır. Kapitalizmin ortaya çıkardığı bireyin onaylanması olgusundan başka, Protestan ruhunun düpedüz devamı olan kendini yadsımaya ve çileciliğe de yol açmıştır.
Bu savı açıklamak için ilkin bir önceki bölümde dile getirilen bir olgudan söz etmek gerekir. Ortaçağ dizgesinde, sermaye, insanın hizmetindeydi, çağdaş dizgedeyse, onun efendisi oldu. Ortaçağ dünyasında ekonomik etkinlikler, belli bir ereğe yönelik araçlar durumundaydı; erek, yaşamın kendisi, ya da Katolik Kilisenin anlayışına göre, insanın tinsel kurtuluşuydu. Ekonomik etkinlikler gerekliydi, zenginler bile Tanrı’mn amaçlarına hizmet edebilirlerdi ama bütün dışsal etkinlikler, yaşamın amaçlarını bir adım öte götürdüğü ölçüde önem taşıyor ve onur veriyorlardı. Ekonomik etkinliğin ve kazanmak için kazanma isteğinin yokluğu, çağdaş düşünceye ne denli usdışı görünüyorsa, bunların varlığı da ortaçağ düşünürüne o denli usdışı görünüyordu.
Kapitalizmde ekonomik etkinlik, basan, maddi kazanç birer amaç haline gelirler. Ekonomik dizgenin gelişmesine katkıda bulunmak, sermaye biriktirmek, insanın kendi mutluluğu ya da kurtuluşu için değil, kendi başına birer amaç olarak insanın yazgısı haline gelir, insanoğlu, sonsuz ekonomi çarkında bir dişli haline gelmiştir —sermayesi varsa önemli, yoksa önemsiz bir dişlidir o— ama ne olursa olsun, kendi dışında bir amaca hizmet eden bir dişli… Ekonomik etkinliklerinin üstün tutulması fikri, Luther’in de, Calvin’in de aklının alamayacağı şeylerdi gerçi ama, kişinin kendi ben’inin insan ötesi amaçlara boyun eğmeye hazır olması, aslında Protestanlığın yarattığı bir durumdu. Ne var ki, onlar, dinbilimsel öğretilerinde, insanın tinsel belkemiğini, onur ve gurur duygusunu kırarak, ona etkinliğin, kendisi dışında hiçbir amacı bulunmadığını öğretmekle, bu gelişmenin temellerini attılar.
Daha önceki bölümde gördüğümüz üzere, Luther’in öğretilerinin ana noktalarından biri, insan doğasının kötülüğü, iradesinin ve çabalannm yararsızlığı üzerinde durmasıydı. Calvin de, insanın kötü olduğunu aynı şekilde savunuyor, ve insanoğlunun, kendi gururunu sonuna dek yerle bir etmesi gerektiği fikrine dayanan bir dizge oluşturuyordu; ona göre, insan yaşamının tek amacı, kendisinin değil, Tanrının utkuya ulaşmasıydı. Dolayısıyla Luther ve Calvin, insanı, ruhsal olarak çağdaş toplumda oynayacağı role hazırlıyordu: Yani kişi, kendi beninin önemsiz olduğunu hissedecek, yaşamını yalnız ve yalnız kendisine ait olmayan amaçlar uğruna ayaklar altına sermeye hazır olacaktı, insan, ne adaleti ne de sevgiyi temsil etmeyen bir Tanrının zaferi için bir araç olmayı kabullendikten sonra, ekonomik çarkın — ve daha sonra da bir “Führer”in— uşağı olma rolünü kabul etmeye yeterince hazır demekti.
Bireyin, ekonomik amaçların aracı olarak boyun eğmesi, sermaye birikimini ekonomik etkinliğin amacı ve hedefi haline getiren kapitalist üretim biçiminin garipliklerinden kaynaklanmaktadır. Kişi, kâr sağlamak için çalışır, ama sağladığı kâr, harcanmayacak, yeni sermaye olarak yatırıma dönüşecektir; bu artan sermaye gene yatırıma dönüşerek yeni kârlar getirir, bu döngü böyle gider. Elbet, lükse, ya da “gösteriş savurganlığına” para harcayan kapitalistler vardır, ama kapitalizmin klasik temsilcileri, harcamayı değil çalışmayı sevmişlerdir daha çok. Sermayeyi tüketim amacıyla kullanmak yerine biriktirme ilkesi, çağdaş sanayi dizgemizin büyük başarılarının önkoşuludur. İnsanın çalışmaya karşı yaklaşımı böylesine tutucu olmasaydı ve çalışmasının meyvalarını, ekonomik dizgenin üretim kapasitesini geliştirme amacı uğruna yatırım yapma isteği bulunmasaydı, doğaya egemen olma yolunda bir gelişme asla sağlanamazdı; tarihte ilk kez, maddi gereksinimlerin doyurulması uğrunda durup dinlenmeksizin sürdürdüğümüz mücadelenin sona ereceği bir geleceği gözümüzün önüne getirmemize izin veren olgu, işte bu toplumdaki üretici güçlerin gelişmesi olgusudur. Ama gene de, yalnızca sermaye birikimi uğruna çalışma ilkesi nesnel olarak insanoğlunun gelişmesi açısından çok büyük bir önem taşımakta, ancak öznel olarak insanı kişisel olmayan amaçlar için çalışmak durumunda bırakmakta, kendi elleriyle inşa ettiği makinanm kölesi haline getirmekte ve böylece onu bir kişisel önemsizlik ve güçsüzlük duygusuyla doldurmaktadır.
Buraya kadar çağdaş toplumda sermaye sahibi olup da kârlarını yeni sermaye yatırımına dönüştürebilen bireyleri ele aldık. Bunlar ister küçük ister büyük kapitalist olsunlar, yaşamları, ekonomik işlevlerinin yerine getirilmesine, yani sermaye biriktirme işine adanmıştır. Ama elinde sermayesi bulunmayan, yaşamlarını emeklerini satarak kazananlar ne durumdadır? Bunların ekonomik konumlarının ruh-bilimsel etkisi, kapitalistlerdekinden pek farklı değildir. Her şey bir yana, bir kimse hesabına çalışmak demek, çalışanların pazar yasalarına, bolluk ve çöküş dönemlerine, işverenlerince uygulandığı kadarıyla teknik gelişmelere bağlıydı. Onları yönlendiren yalnızca işverendi ve işveren, boyun eğmek durumunda oldukları bir üstün gücün temsilcisi haline geldi. On dokuzuncu yüzyıla dek ve bu yüzyıl boyunca, işçilerin durumu böyleydi. Daha sonra sendika hareketi, işçiye biraz güç kazandırdı, şimdi artık, bir yönlendirilme, kullanılma nesnesinden başka hiçbir şey olmama durumunu değiştirmeye başlayabilirdi.
İşçinin işverene böyle doğrudan doğruya ve kişisel olarak bağımlı olmasından başka, toplumun tümü gibi sermaye sahibinin belirleyici özellikleri olarak tanımlamış olduğumuz çilecilik ve kişisel olmayan amaçlara boyun eğme ruhuyla dolması da söz konusudur. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Toplumlarda, kültürün özünü oluşturan öğe, o toplumda en güçlü olan grupların ruhu, ya da düşünme biçimidir.. Bunun nedeni, kısmen, bu grupların eğitim dizgesini, okulları, kiliseyi, basını, tiyatro-sinemayı denetleme ve böylece bütün bir nüfusa kendi fikirlerini benimsetme gücüne sahip olmasından kaynaklanmaktadır: üstelik, bu güçlü gruplar ünlü ve üstün konumda olduklarından, aşağı sınıflar onların değerlerine öykünmeye, bunları kabullenmeye ve kendilerini onlarla özdeşleştirmeye dünden hazırdırlar.
Buraya kadar kapitalist üretim biçiminin insanı, kişisel olmayan ekonomik amaçların bir aracı haline getirdiğini ve ruhbilimsel temelleri Protestanlık tarafından atılan çilecilik ve bireysel önemsizlik ruhunu arttırdığını savunduk. Ancak bu sav, çağdaş insanın, kendini feda etme ve çilecilik tutumuyla değil, tersine, aşırı bir bencillik ve kişisel çıkar peşinde koşma yaklaşımıyla harekete geçirildiği olgusuyla çelişmektedir. İnsanın, nesnel olarak kendisine ait olmayan amaçların hizmetine girerken, öznel olarak kendi kişisel çıkarlarının itici gücüyle hareket ettiğini sanması olgusunu nasıl açıklayabiliriz? Protestanlık ruhu ve bunun özgeciliğe verdiği önemle Machiavelli’nin anlatımıyla, bencilliğin insan davranışında en önemli itici güç olduğunu savunan, kişisel çıkar sağlama arzusunun bütün törel kaygılardan daha güçlü olduğunu, insanın servetini yitirdiğini görmektense, öz babasının öldüğünü görmeyi yeğlediğini öne süren çağdaş bencillik öğretisini nasıl uzlaştıracağız? Bu çelişki, özgeciliğin vurgulanmasının, altta yatan bencilliği örtbas etmek için ortaya atılmış bir öğreti olduğu varsayımıyla açıklanabilir mi? Bu, bir ölçüde doğru olabilir gerçi ama bunun eksiksiz bir yanıt olduğunu sanmıyoruz. Yanıtın hangi yönde aranacağını belirtmek için bencillik sorununun1 ruhbilimsel karmaşıklığını incelememiz gerekmektedir.
Luther ve Calvin’in hatta, Kant ve Freud’un düşünme biçimleri altında yatan varsayım şudur: Bencillik özünü-sevme ile aynıdır. Başkalarını sevmek bir erdem, kendini sevmekse günahtır. Dahası, başkalarını sevmek ile kendini sevmek bir arada yaşayan duygular değildir, ikisi de birbirlerini dışlarlar.
Kuramsal olarak burada, sevginin yapısıyla ilgili bir yanılsamayla karşı karşıyayız. Sevgi, her şeyden önce özgün bir nesnenin “neden olduğu” bir duygu değil, insanda, yalnızca belli bir “nesne”nin yaşama geçirdiği kolay kolay ölmeyen bir duygudur. Nefret, tutkulu bir yok etme arzusudur: sevgiyse, bir “nesne”nin tutkuyla olumlanmasıdır. sevgi bir “etki” değil, amacı mutluluk olan, nesnesinin gelişmesi ve özgürlüğü olan etkin bir özlem, bir içsel ilgililiktir.2 ilkesel olarak kendimiz de dahil herhangi bir kişi ya da nesneye yönelebilecek bir hazır olma durumudur. Dışlayan sevgi kendi içinde çelişkilidir. Nitekim, belli bir kişinin, açıklanan sevginin “nesnesi” haline gelmesi bir rastlantı değildir. Böylesi özel bir seçmeyi oluşturan etmenler sayılamayacak kadar çok ve burada tartışılamayacak kadar karmaşıktır.
Bu sorun, yazarın, Psychiatry dergisinin Cilt 2, No. 4. Kasım 1939 sayısında yayımlanan “Bencillik ve Özünü Sevme” başlıklı yazısında ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
“Sullivan verdiği derslerde bu açıklamaya değinmiştir. Ergenlik öncesi çağın belirleyici özelliğinin, kişisel ilişkilerde bir başka kişinin (sevgilinin) yerini alan yeni bir doyum şekli oluşturan dürtülerin ortaya çıkması olduğunu söyler Sullivan. Ona göre sevgi, sevilenin doyuma ulaşmasının, sevenin doyuma ulaşması kadar önemli ve gerekli görüldüğü bir durumdur.
Ancak önemli olan nokta şudur: belli bir “nesne”ye karşı duyulan sevgi, bir kişinin içinde var olan başka bir kişiye yönelik bir sevginin yaşam bulması ve yoğunlaşmasıdır; romantik sevgi görüşünde olduğu gibi, insanın dünyada sevebileceği yalnızca bir tek kişi bulunabileceği, o kişiyi bulmanın yaşamın en büyük fırsatı olduğu ve kişinin sevmesinin, tüm diğer insanlardan uzaklaşması sonucunu doğuracağı doğru değildir. Yalnız ve yalnız tek bir kişiyle yaşanabilecek türden sevgi, bu özelliği nedeniyle sevgi değil, sadomazoşist bir bağlılıktır. Sevginin içerdiği temel olumlama, temel insansal niteliklerin yaşama geçirilmesi olarak sevilen kişiye yöneltilir. Bir kişiyi sevmek, bütün insanları sevmek anlamını içerir. Bu bağlamda insanı sevmek, çoğu kez sanıldığı üzere, belli bir insana karşı duyulan sevgiden “sonra” gelen bir soyutlama ya da belli bir “nesne” ile yaşanan deneyimin büyütülmüş şekli değildir; somut bireylerle ilişki sonucu doğar ama insanları sevmek, belli bir kişiyi sevmenin önkoşuludur.
Bundan da şu sonuç çıkıyor: İlkesel olarak, benim kendim, tıpkı bir başka kişi kadar benim sevgimin nesnesi olabilir. Kendi yaşamımın, mutluluğumun, gelişmemin ve özgürlüğümün olumlanması, böyle bir olumlama yeteneğimin varlığı ve temelde buna hazır oluşumdan kaynaklanır. Bireyde bu hazır olma durumu varsa, kendisine karşı da vardır; eğer yalnızca başkalarını “sevebiliyorsa”, sevme edimini hiç gerçekleştiremiyor demektir.
Bencillik, kendini sevmeyle değil, tam tersiyle aynı anlama gelir. Bencillik, oburluğun bir türüdür. Bütün oburluklar gibi bu da doy-makbilmezlik niteliği içerir, bunun sonucu olarak da hiçbir zaman gerçek bir doyuma ulaşmak söz konusu olmaz. Oburluk, kişiyi, hiçbir zaman doyuma ulaşmaksızın, bir gereksinimi doyurmak üzere sonu gelmez çabalar içinde tüketen dipsiz bir kuyudur. Yakın gözlemler, bencil kişinin daima kaygı içinde kendisiyle ilgilendiğini, hiçbir zaman doyuma ulaşmadığını, daima huzursuz olduğunu, her zaman yeterince alamama korkusuyla, bir şeyleri kaçırma, birşeylerden yoksun kalma korkusuyla hareket ettiğini göstermiştir. Daha fazlasına sahip olabilecek herhangi bir kişiyi kıskanma duygusuyla yanmaktadır. Daha da yakından gözlendiğinde, özellikle de bilinçdışı işleyiş incelendiğinde, bu tür kişinin kendisinden hoşnut olmadığı, tersine kendisini hiç sevmediği görülür.
Çelişik gibi görünen bu bilmeceyi çözmek kolaydır. Bencillik, işte bu kendini beğenmemekten, kendinden hoşnut olmamaktan kaynaklanmaktadır. Kendisinden hoşnut olmayan, kendisini onaylamayan kişi, sürekli olarak kendi benliğiyle ilgili bir kaygı içindedir. Ancak ve ancak gerçek bir hoşnutluk ve onaylama temelinde var olabilecek içsel güvenlik duygusundan yoksundur. Temelde güvenlik ve doyum duygularından yoksun olduğundan, sürekli kendisiyle ilgilenmeli, her şeyin kendisinin olması açgözlülüğünü yaşamalıdır. Aynı şey, her şeyi kendine istemekten çok kendisine hayranlık duymayla uğraşan narsi-sist diye nitelediğimiz kişiler için de geçerlidir. Yüzeyde bu kişiler kendilerine müthiş âşık görünürler gerçi ama aslında kendilerinden pek hoşlanmazlar ve —tıpkı bencillikleri gibi— narsisizmleri, temeldeki kendini sevme yoksunluğunu dengeleme görevi görür. Freud nar-sisist kişinin, sevgisini başkalarından çekip kendi şahsına yönelttiğine işaret etmiştir. Bu tümcenin ilk kısmı doğrudur gerçi ama ikinci bölümü yanlıştır. Böyle bir kişi ne başkalarını ne de kendini sever.
Şimdi, gene bizi bencilliğin bu ruhbilimsel çözümlemesine girişmeye götüren soruna dönelim. Tıpkı Calvin’in insan varoluşunun tek amacının kendisi değil. Tanrının utkusu olduğunu sanması gibi, çağdaş insanın da kişisel çıkarları doğrultusunda yönlendirildiğini ve hareket ettiğini sandığını ama aslında yaşamının kendisine ait olmayan amaçlara adandığını söylemiş, bunun bir çelişki olduğunu belirtmiştik. Bencilliğin, gerçek benliğe, yani bütün gizilgüçleriyle eksiksiz somut insanoğluna yönelik onaylama ve sevginin yokluğundan kaynaklandığını göstermeye çalıştık. Çağdaş insanın çıkarlarına hizmet ettiği, çıkarlarına uygun davrandığı “benlik”, toplumsal benliktir, bireyin oynaması beklenen ve temel olarak, gerçeklikte yalnızca toplumda yaşayan insanın, nesnel toplumsal işlevlerinin öznel giysilere bürünmüş görüntüsünden başka bir şey olmayan rolünün oluşturduğu bir benliktir bu. Çağdaş bencillik, gerçek benliğin çarpıtılmasından doğan ve nesnesi toplumsal benlik olan oburluktur, hırstır. Çağımızda insan benliğini sonuna dek ortaya koymasıyla tanımlanıyor gibi görünse de, aslında insanın benliği zayıflatılmış, kişilik bütününün tüm diğer parçalan bir kenara bırakılarak, zekâ ve irade gücünden oluşan bir benlik, bütünün küçük bir parçasına indirgenmiştir.
Bu doğru olsa bile, doğaya giderek artan ölçüde egemen olmak, bireysel benliğin gücünün artması sonucunu yaratmamış mıdır? Bu bir ölçüde doğrudur ve doğru tarafları, izini yitirmekten sakındığımız bireysel gelişmenin olumlu yönünü ilgilendirmektedir. Ancak insan doğaya müthiş egemen olmuştur gerçi ama, toplum, yarattığı güçlerin denetiminde değildir. Üretim dizgesi teknik açıdan akla uygundur ama toplumsal açılardan bunun tam tersi bir durum yaşanmaktadır. Ekonomik bunalımlar, işsizlik, savaş insanın geleceğini belirlemektedir, insanoğlu, dünyasını kurmuştur, fabrikalar, evler kurmuştur, otomobiller, giysiler üretmekte tahıl ve meyva yetiştirmektedir. Ama kendi elleriyle ürettiği ürüne yabancı hale gelmiştir, artık inşa ettiği dünyanın efendisi değildir; tersine, bu kul yapısı dünya onun efendisi olmuştur, insan dünyanın önünde eğilmekte, elinden geldiği kadar onu mutlu etmeye, eğitmeye, düzeltmeye çalışmaktadır. Kendi elleriyle yaptığı şey, insanın Tanrısı haline gelmiştir. Kişisel çıkarların peşinde gidiyor gibi görünse de gerçeklikte bütün benliği ve onunla birlikte bütün somut gizilgüçleri, kendi elleriyle inşa ettiği makinaların amaçlarına hizmet eden bir araç haline gelmiştir. Dünyanın merkezi olduğu yanılsamasını sürdürür ama gene de bir zamanlar atalarının Tanrıya karşı bilinçli olarak hissettiği duygu ile, yoğun bir önemsizlik ve güçsüzlük duygusu ile doludur.
Çağdaş insanın soyutlanmışlık ve güçsüzlük duygusu, bütün in-sansal ilişkilerinin büründüğü nitelikle daha da artmıştır. Bir bireyin bir başka bireyle olan somut ilişkisi dolaysızlık ve insansallık özelliğini yitirmiş, bir kullanma ve araç olarak görme havasına bürünmüştür. Bütün toplumsal ve kişisel ilişkilerde, piyasa yasaları kural haline gelmiştir. Rakipler arasındaki ilişkinin karşılıklı insanca ilgisizliğe dayanmak durumunda olduğu açıktır. Böyle olmasaydı, birbirleriyle savaşmak ve gerektiğinde birbirlerini ekonomik yıkıma uğratmaktan sakınmamak şeklindeki ekonomik yükümlülüklerini yerine getiremezlerdi.
işverenle işçi arasındaki ilişkide de aynı umursamazlık ruhu egemendir, “işveren” (employer = kullanan) sözcüğü her şeyi açıkça anlatmaktadır: Sermaye sahibi, tıpkı bir makinayı “kullanır” gibi bir başka insanı kullanır. Her ikisi de, ekonomik çıkarlar peşinde birbirlerini kullanırlar; aralarındaki ilişki her birinin bir diğeri için araç durumunda olduğu bir amaca doğru yürümektedirler. Bu ortak yararlılık dışında birbirlerine ilgi duyan iki insanın ilişkisi değildir onlarınki, işadamıyla müşterisi arasındaki ilişkide de aynı kural, araç olarak kullanma kuralı geçerlidir. Müşteri, işadamının gereksinmelerini giderme amacı taşıdığı somut bir kişi değil, sömürülecek, yararlanılacak bir nesnedir, işe, çalışmaya karşı tutum da bir kullanım anlayışı içinde yürütülür; bir ortaçağ zanaatçısının tersine, çağdaş üretici temelde ürettiği şeyle ilgilenmez; sermaye yatırımından bir kazanç sağlamak üzere üretim yapar ve neyi üreteceği, sermayesini hangi dala yatırmasının kazançlı olacağını belirleyen pazara bağlıdır.
Yalnızca ekonomik ilişkiler değil, insanlar arasındaki kişisel ilişkiler de yabancılaşmış durumdadır. Ancak bu kullanma ve yabancılaşma ruhunun belki de en önemli ve en yıkıcı örneği, bireyin kendi benliğiyle olan ilişkisinde görülmektedir.3 insan yalnızca meta satmaz, kendisini de satar ve kendisini bir meta olarak görür. Eliyle koluyla çalışan işçi, fiziksel enerjisini satar; işadamı, doktor, memur, “kişiliklerini” satarlar. Ürünlerini ya da hizmetlerini satabilmek için “kişilik” sahibi olmaları gerekir. Bu kişiliğin hoşa gitmesi gerekir, ama ayrıca onun sahibinin daha başka nitelikleri de olmalıdır: Yaptığı işin durumuna göre enerjik, girişimci olmak, bu, şu, ya da o özelliklere sahip olmak gereklidir. Tıpkı diğer metalarda olduğu gibi, bu in-sansal niteliklerin değerini biçen, hatta ve hatta, var olup olmadıklarını saptayan pazarın ta kendisidir. Bir kişinin sunduğu nitelikler işe yaramıyorsa, bunların kullanım değeri yoksa, o insanın hiçbir niteliği yok demektir; tıpkı, kullanım değeri taşımasına karşın satılamayan bir metanın değersiz olması gibi. Dolayısıyla özgüven, “benliğini hissetme” başkalarının o kişi hakkında biçtiği değerin göstergesinden başka bir şey değildir. Pazardaki başarısı ne olursa olsun, başkaları tarafından sevilsin ya da sevilmesin, kendi değerini biçen kişinin kendisi değildir. Aranıyorsa, bir kimsedir; başkaları ondan hoşlanmıyorsa, hiç kimse değildir. Kişinin kendine değer vermesinin, “kişilik”in başarısına bağlı olması, çağımız insanı için popüler olmanın neden büyük nedenidir.
Hegel ve Marx, yabancılaşma sorununun anlaşılması yolunda ilk temelleri atmışlardır. Bkz. özellikle Marx’m “eşya fetişizmi” ve “emeğin yabancılaşması” kavramları bir önem taşıdığını açıklamaktadır. Yalnızca kişinin günlük yaşan-tısındaki başarısı değil, kendine olan saygısını, güvenini koruyup koruyamayacağı, ya da aşağılık duygusunun uçurumuna yuvarlanıp yuvarlanmayacağı buna—popüler olup olmadığına— bağlıdır.
Kapitalizmin bireye getirdiği yeni özgürlüğün, Protestanlığın ona zaten vermiş olduğu dinsel özgürlüğün birey üzerindeki etkisini arttırdığını göstermeye çalıştık. Birey daha yalnız, daha soyutlanmış hale geldi, kendi dışındaki ezici büyük güçlerin elinde bir araç haline geldi; bir “birey”e dönüştü ama şaşkın ve güvenlik duygusundan yoksun bir birey oldu. Altta yatan bu güvensizliğin apaçık dışavurulmasını yenmesine yardımcı olacak etmenler yok değildi. Her şeyden önce mülkiyet, benliğini destekliyordu. Bir kişi olarak “o” ve sahip olduğu mülk, birbirinden ayrılamazlardı. Kişinin bedeni nasıl benliğinin bir parçasıysa, giysileri ya da evi de aynı şekilde benliğinin parçalarıydı. Bir kimse olduğu konusundaki güveni azaldıkça mülkiyet sahibi olma gereksinimi arttı. Bireyin mülkü yoksa, ya da onu yitirdiyse, kendi “benliğinin” önemli bir parçasından yoksun demekti ve bir anlamda, ne kendisi, ne de başkaları onu dört başı mamur bir birey olarak görmüyorlardı.
Benliği destekleyen diğer etmenler, saygınlık ve güçtür. Bunlar, kısmen mülkiyet sahipliğinin, kısmen de rekabet alanlarında başarıya ulaşmanın dolaysız sonucudurlar. Başkalarının hayranlığını kazanmak ve onlar üzerinde yetke sahibi olmak mülkiyetin verdiği desteğe katkıda bulunmuş, güvenlikten yoksun bireysel benliği desteklemiştir.
Özgürlükten Kaçış -Erich Fromm