Özgürlükten Kaçış / Kişilik ve Toplumsal Süreç – Erich Fromm

Bu kitapta reform çağı ve çağdaş dönem gibi belli tarihsel kesitleri çözümleyerek, toplumsal-ekonomik, psikolojik ve ideolojik etmenler arasındaki karşılıklı ilişkiyi ele aldık. Bu türden bir çözümlemede söz konusu olan kuramsal sorunlara ilgi duyan okurlar için, bu ekte, somut çözümlemenin temelini oluşturan genel kuramsal tabanı kısaca tartışmaya çalışacağım.
Bir toplumsal grubun psikolojik tepkilerini incelerken, grup üyelerinin, yani tek tek bireylerin kişilik yapısını ele alıyoruz; ancak, bu kişileri birbirinden ayıran kendilerine özgü özellikler değil, kişilik yapılarında, grubun çoğu üyeleriyle ortak olan özellikleri bizi ilgilendiriyor. Bu kişiliğe, toplumsal kişilik diyebiliriz. Toplumsal kişilik, doğası gereği, bireysel kişilik kadar özgül değildir. Bireysel kişiliği tanımlarken, kendilerine özgü bir oluşumla şu ya da bu bireyin kişilik yapısını biçimlendiren özelliklerin tümünü ele alıyoruz.
Toplumsal kişilikse, yalnızca belli özellikleri, bir grubun ortak temel deneyimleri ile ortak yaşam biçiminin sonucu olarak o grup üyelerinin çoğunda gelişen kişilik yapısının temel çekirdeğini içerir. Gerçi, her zaman için tümüyle farklı kişilik yapısı gösteren “aykırı” kişiler vardır ama, grubun çoğu üyelerinin kişilik yapısı, rastlantısal doğum etmenleri ile bir bireyden diğerine farklılık gösteren yaşam deneyimleri sonucu, grubun çoğu üyeleri, bu çekirdeğin çeşitlemeleridirler. Bir bireyi tam anlamıyla anlamak istiyorsak, farklılık yaratan bu öğelere büyük önem vermemiz gerekir. Ama, belli bir toplumsal düzende, insan enerjisinin nasıl yönlendirildiğini, ve bir üretici güç olarak nasıl işlediğini anlamak amacındaysak, toplumsal kişiliği derinlemesine incelememiz gerekir.

Toplumsal kişilik kavramı, toplumsal sürecin anlaşılmasında bir anahtar kavramdır. Dinamik analitik psikoloji anlamında kişilik, insan enerjisinin, insan gereksinimlerinin, belli bir toplumdaki belli varoluş biçimine dinamik bir şekilde uyarlanmasıyla şekillenmiş özgül bir kalıptır. Kişilikse, bireylerin düşünmesini, hissetmesini ve edimlerini belirler. Kendi düşüncelerimiz söz konusu olduğunda bunu anlamak bir anlamda güçtür, çünkü hepimiz düşünmenin kişiliğin psikolojik yapısından bağımsız, yalnız ve yalnız zihinsel bir edim olduğu yolundaki geleneksel inancı paylaşmak eğilimindeyizdir. Ancak bu doğru değildir; düşüncelerimiz, somut nesnelerin deneysel kullanımıyla değil de, ahlaksal, felsefesel, siyasal, psikolojik ya da toplumsal sorunlarla ne kadar çok uğraşırsa, bunun doğruluk oranı da o ölçüde azalır. Düşünme ediminde yer alan tümüyle mantıksal öğeleri saymazsak, bu düşünceleri, büyük ölçüde, düşünen kişinin kişilik yapısı belirler. Sevgi, adalet, eşitlik, özveri gibi tekil kavramlar için olduğu gibi, bir kuramsal dizge için de, bir öğreti için de geçerlidir bu. Her bir kavramın ve her bir öğretinin bir duygusal kalıbı vardır ve kalıbın kökleri, bireyin kişilik yapısında bulunmaktadır.
Önceki bölümlerde bunun pek çok örneğini verdik. Öğretilerle ilgili olarak, erken Protestanlıkla çağdaş yetkeciliğin coşkusal köklerini göstermeye çalıştık. Tekil kavramlarla ilgili olarak, örneğin sado-mazoşist kişilik için sevginin ortak bir olumlama ve eşitlik temeline dayanan bir birleşme değil de, ortak yaşamsal bir bağımlılık olduğunu gösterdik; özveri ya da fedakarlık, kişinin zihinsel ve ahlaksal benliğinin ortaya konması değil, bireysel benin daha üstün bir şeye bütünüyle boyun eğmesi anlamına geliyordu; farklılık, eşitlik temelinde bireyselliğin gerçekleştirilmesi değil, güç dengesindeki farklılık anlamına geliyordu; adalet, bireyin doğuştan getirdiği değişmez haklarının gerçekleştirilmesi için koşulsuz olarak hak iddia etmesi değil, herkesin hak ettiğine sahip olması gerektiği anlamına geliyordu; yüreklilik, bireyselliğin yetke karşısında kendisini sonuna dek ortaya koyması değil, boyun eğmeye ve acıya katlanmaya hazır olma anlamına geliyordu. Farklı kişilikte iki insanın örneğin sevgiden söz ederken kullandıkları sözcük aynıdır ama, onların kişilik yapılarına göre sözcük tümüyle farklı anlamlar taşımaktadır. Aslına bakarsanız, bu kavramları baştan sona mantıksal bir sınıflandırma kapsamına alma
girişimi nasılsa başarısız olacağından, onların anlamını doğru bir psikolojik çözümlemeye oturtmakla birçok zihinsel karışıklığı engelleyebiliriz.
Düşüncelere şekil veren bir coşkusal kalıbın bulunduğu olgusu, son derece önemlidir, çünkü bu, bir kültürün özünün anlaşılmasında anahtar görevi görür. Bir toplumun içinde bulunan farklı toplumlar ya da sınıflarda, belli, özgün bir toplumsal kişilik vardır ve değişik fikirler bu kişilik temeline dayanarak gelişir ve güçlenir. Nitekim örneğin çağdaş insan, yaşamın temel amaçları olarak çalışma ve başarıya ulaşma fikrini, yalnızlığı ve kuşkuları nedeniyle çekici bulmuş ve onu güçlendirmiştir; ama Pueblo Kızılderililerine ya da Meksika köylülerine durup dinlenmeden çalışma ve başarıya ulaşma isteği vermek için ne kadar uğraşsak, dil döksek, boşuna olacaktır. Farklı bir kişilik yapısına sahip olan bu halklar, konuşmacının dilini bilseler, anlasalar da, bu türden amaçları ortaya koyan kişinin neden söz ettiğini bile anlamayacaklardır. Aynı şekilde Hitler ve Alman halkının onunla aynı kişilik yapısına sahip kesimi, savaşların ortadan kaldırılabileceğini düşünen kişinin tam anlamıyla aptal ya da düpedüz yalancı olduğuna içtenlikle inanacaktır. Kendi toplumsal kişilikleri uyarınca, felaketsiz ve acısız yaşam, onlar için özgürlük ve eşitlik kadar anlaşılması güç bir şeydir.
Fikirler, çoğu kez, toplumsal kişiliklerinin özellikleri açısından kendilerini etkilemeyen belli gruplar tarafından bilinçli olarak kabul edilirler; bu fikirler, bilinçli bir inançlar yığını olarak kalır ama insanlar gerektiği anda onlara göre hareket etmeyi başaramazlar. Buna bir örnek, Nazizmin zaferi sırasında Alman işçi hareketinde görülmüştür. Hitler’in iktidara geçmesinden önce Alman işçilerinin büyük çoğunluğu, Sosyalist ya da Komünist Partilere oy verdi ve bu partilerin fikirlerine inandılar; yani, işçi sınıfında bu fikirlerin yaygınlığı son derece genişti. Ancak, fikirlerin ağırlığı yaygınlıklarıyla orantılı değildi. Nazizmin saldırılan, büyük bir çoğunluğu fikirleri uğruna savaşmaya hazır olan bir siyasal muhalefetle karşılaşmadı. Sol partilerin izleyicilerinden çoğu, yetkeleri olduğu sürece partilerinin programlarına inanıyorlardı gerçi ama, tehlike anı geldiğinde çekilmeye hazırdılar. Alman işçilerinin kişilik yapısını iyice çözümlersek, bu görüngünün—kuşkusuz tek değil— bir nedeni ortaya çıkacaktır. İşçilerin büyük bir çoğunluğunun kişilikleri, daha önce yetkeci kişilik diye tanımladığımız türün birçok özelliklerini taşıyordu. Yerleşik yetkeye karşı yerleşik bir saygıları ve özlemleri vardı. Sosyalizmin, yetkeye karşı bireysel bakımsızlığı, bireysel soyutlanma yerine dayanışmayı öne çıkarması, bı işçilerden pek çoğunun, kişilik yapılan gereği, istedikleri şeyler değildi. Devrimci liderlerin yanlışlarından biri, partilerinin gücünü, yalnızca bu fikirlerin yaygınlık oranına göre hesapla-malan ve ağırlıktan yoksun olduklarını gözardı etmeleriydi.
Bu görüntünün tersine, Protestan ve Calvinci öğretilerin çözümlenmesi, bu fikir! srin, seslendikleri insanların kişilik yapılarında bulunan kaygı ve gereksinimlere yanıt vermeleri nedeniyle, yeni dinin izleyicileri üzerinde etkili birer güç olduğunu göstermiştir. Başka deyişle, fikirler, yalnız ve yalnız, belli bir toplumsal kişilikte önem taşıyan özgül insansal gereksinimlere yanıt verdikleri ölçüde büyük birer güç haline gelebilirler.
Yalnızca düşünme ve hissetmeyi değil, edimde bulunmayı da insanın kişilik yapısı belirler. Kuramsal çerçevesi doğru olmamakla birlikte, bunu ortaya koymak, Freud’un başansı olmuştur. Etkinliğin, insanın kişilik yapısında bulunan egemen eğilimlerce belirlendiği, nevrotiklerde çok açık bir şekilde görülebilir. Evlerin pencerelerini, ya da kaldırandaki taşlan sayma zorlanımının, zorlanındı kişiliğin belli itkilerinden kaynaklandığını anlamak çok kolaydır. Ama normal bir insanın edimleri, yalnızca gerçekliğin gereklilikleri ve akılcı kararlarla belirleniyor sanılır. Oysa, ruh çözümlemenin sunduğu yeni gözlemleme araçları say isinde, sözüm ona akılcı davranışla™ büyük ölçüde kişilik yapısıyla belirlendiğini görebiliriz. Çağdaş insan için çalışmanın ne anlama geldiğini tartışırken bu durumu örnekleyen bir olayı ele almıştık. Durup dinlenmeden etkinlik gösterme yönündeki yoğun isteğin, yalnızlık ve kaygıdan kaynaklandığım görmüştük. Bu çalışma zorlanımı, insani uin gerektiği kadar çalıştığı, ayrıca kendi kişilik yapılarındaki güçlerle yönlendirilmediği diğer kültürlerdeki çalışma tutumundan farklıydı. Günümüzde, tüm normal insanlarda, aynı çalışma itkisi bulunduğundan, ve ayrıca, yaşamlarını sürdürebilmeleri için bu yoğunlukta biı çalışma gerekli olduğundan, durumun usdışı özelliği kolayca gözden kıçabiliyor.
Şimdi, kişiliğin birey ve toplum için hangi işlevi yerine getirdiğini sormamız gerek. Bireyle ilgili olarak bu soruya yanıt vermek güç değil. Bireyin kişiliği toplumsal kişiliğe az çok uyuyorsa, kişiliğindeki egemen itkiler, onu kendi kültürünün özgül toplumsal koşullan altında gerekli ve uygun olan şeyleri yapmaya götürür. Nitekim, örneğin bir kişi —diyelim, yaşamını sürdürmek için para biriktirmek ve tutumlu olmak durumunda olan bir küçük dükkan sahibi— para biriktirme yönünde tutkulu bir itki ve lüks için para harcamaya karşı yoğun bir nefret duyuyorsa, yapısal özellikleri ona yardımcı olacak demektir. Kişilik özelliklerinin, bu ekonomik işlevden başka tümüyle psikolojik olan, ve de hiç de önemsiz olmayan bir işlevi daha vardır. Tasarruf etme ya da para biriktirme, insanın kişiliğinden kaynaklanan bir is-tekse, o insanın kişiliği, isteğine uygun hareket etmiş olmaktan dolayı büyük bir psikolojik doyuma ulaşacaktır; yani kişi para biriktirdiğinde, yalnız uygulamada kazançlı çıkmakla kalmayacak, aynca büyük bir ruhsal doyum sağlamış olacaktır. Çarşıda alış veriş ederken iki sent arttırdığı için, kişiliği farklı birinin, herhangi bir duyusal zevk aracıyla ulaşabileceği mutluluğu duyan aşağı orta sınıftan bir kadını izlemek, bu konuyu iyice anlamamıza yeterli olur örneğin, insan yalnızca kişilik yapısından kaynaklanan taleplere uygun davrandığında değil, gene aynı nedenle, ona seslenen fikirleri okuduğu ya da dinlediği zaman da bu psikolojik doyuma ulaşır. Yetkeci kişilik için, doğayı boyun eğmek durumunda olduğumuz büyük bir güç olarak betimleyen bir ideoloji, ya da siyasal olaylan, sadistçe tanımlayan bir söylev, çok etkileyicidir, ve bunlan okumak ya da dinlemek edimi, psikolojik doyum getirir. Özetleyecek olursak, normal kişi için öznel kişilik işlevi, uygulama açısından kendisi için gerekli olanlara uygun davranmasına yol açarken, ona yaptığı etkinlikten psikolojik bir doyum vermektir.
Toplumsal kişiliğe, toplumsal süreçteki işlevi açısından bakacak olursak, toplumsal kişiliğin, birey için gördüğü işlevle ilgili sözlerle işe başlamamız gerekir: insan, toplumsal koşullara uyarlanmakla, kendisinde zorunlu olduğu şekilde hareket etme isteği uyandıran özellikler geliştirir. Belli bir toplumdaki insanların çoğunluğunun kişiliği —yani, toplumsal kişiliği— bireyin bu toplumda yerine getirmek durumunda olduğu nesnel yükümlülüklere uyarlanmışsa, insanların enerjileri, onları o toplumun işlemesi için kaçınılmaz üretici güçler haline getirecek kalıplar içinde biçimlendirilir. Şu çalışma örneğini bir kez daha ele alalım. Çağdaş sanayi dizgemiz, enerjimizin çoğunun çalışmak yönünde akıtılmasını gerektirmektedir. İnsanlar yalnızca dışsal gereksinimler yüzünden çalışıyor olsaydı, yapmak zorunda olduklarıyla yapmak istedikleri arasında pek çok sürtüşme meydana gelecek ve bu durum onların verimliliğini azaltacaktı. Ne var ki, kişiliğin toplumsal gerekliliklere dinamik uyumuyla, insan enerjisi sürtüşmeye neden olmak yerine özgül ekonomik gereklere uygun şekilde davranma eğilimi oluşturacak şekilde biçimlenmiştir. Dolayısıyla çağdaş insan, böylesine çok çalışmak zorunda bırakılmamış, psikolojik önemi çerçevesinde çözümlemeye çalıştığımız o içsel çalışma zorlanımına kapılması sağlanmıştır. Ya da açık yetkelere boyun eğmek yerine, onu herhangi bir dışsal yetkeden çok daha etkin bir şekilde denetleyen bir içsel yetke —vicdan ve görev bilinci— geliştirmiştir. Başka deyişle, toplumsal kişilik, dışsal gereklilikleri içselleştirir ve böylece insan enerjisini, belli bir ekonomik ve toplumsal dizgenin yükümlülüklerine uygun şekilde kullanır.
Daha önce de gördüğümüz üzere, belli gereksinimler, bir kişilik yapısında bir kez gelişti mi, bu gereksinimlere uygun her davranış, hem psikolojik açıdan hem de maddi başarı açısından doyurucudur. Bir toplum bireye bu iki doyumu aynı anda verebildiği sürece, ruh-bilimsel güçlerin, toplumsal yapıyı sağlamlaştırması söz konusudur. Ama er geç bir çatlak oluşur. Geleneksel kişilik yapısı bu kişilik özelliklerinin artık işe yaramadığı yeni ekonomik koşulların ortaya çıkması sırasında da varlığını sürdürür, insanlar, kişilik yapılarına uygun davranmak isterler, ama bu davranışlar ya kendi ekonomik hedeflerine ulaşmada engel oluştururlar, ya da kendi “doğalarına” uygun davranmalarına izin verecek iş bulma fırsatları azalır. Bu söylediklerimizin iyi bir örneği, eski orta sınıfların, özellikle de Almanya gibi sınıf tabakalaşmasının katı olduğu ülkelerdeki sınıfların kişilik yapısıdır. Eski orta sınıf erdemleri —tutumluluk, sakımmhlık, azla yetinme— çağdaş iş yaşamındaki girişimcilik, tehlikeyi göze almaya hazır olma, saldırganlık gibi yeni erdemler karşısında değer yitiriyordu. Bu eski erdemler —küçük dükkan sahipleri gibi— bir kesim için hâlâ değerliydi gerçi ama, bu iş alanındaki olanaklar sının öylesine daralmıştı ki, yalnızca eski orta sınıfın evlatları kendi kişilik özelliklerini ekonomik yaşantılarında başarıyla “kullanabiliyordu.”
KİŞİLİK VE TOPLUMSAL SÜREÇ
225
Bunlar, yetiştirilmeleri gereği, bir zamanlar sınıflanmn toplumsal durumuna uyarlanmış kişilik özelliklerini geliştirmişlerdi gerçi ama ekonomik gelişme, kişilik gelişmesinden çok daha hızlı ilerliyordu. Ekonomik evrimle psikolojik evrim arasındaki bu boşluk, ruhsal gereksinimlerin, artık olağan ekonomik etkinliklerle duyurulmadığı bir durum yarattı. Ancak bu gereksinimler varlıklarını sürdürüyorlardı ve şöyle ya da böyle doyum aramak zorundaydılar. Aşağı orta sınıfın belirleyici özelliği olan kişinin kendi çıkan için dar bencil tutum, bireysel düzlemden ulusal düzleme kaydı. Daha önce özel rekabet kavgasında kullanılan sadist itkiler de, kısmen toplumsal ve siyasal alana kaydı, kısmen de engellenme nedeniyle yoğunlaştı. Sonra da, kısıtlayıcı etmenlerden kurtulan bu dürtüler, siyasal kıyım ve savaş edimlerinde doyum aramaya başladı. Sonuçta, genel durumun engelleyici nitelikleri nedeniyle ortaya çıkan öfkeyle birleşen psikolojik güçler, var olan toplumsal düzeni sağlamlaştırmak yerine, demokratik toplumun geleneksel siyasal ve ekonomik yapısını yıkmak isteyen grup-ların kullanabileceği dinamit haline geldi.
Toplumsal kişiliğin biçimlenmesinde eğitim sürecinin oynadığı rolden söz etmedik; ama, birçok ruhbilimcinin, erken çocukluk dönemi eğitim yöntemleriyle büyümekte olan çocuğa uygulanan eğitim tekniklerini kişilik gelişmesinin nedeni olarak değerlendirdiğini dikkate alarak, bu konuda bir iki söz söylememiz gerekiyor. Her şeyden önce, eğitim derken neyi anlatmak istediğimizi sormalıyız kendimize. Eğitim, çeşitli şekillerde tanımlanabilir gerçi ama, ona toplumsal süreç açısından baktığımızda, şöyle söyleyebiliriz: Eğitimin toplumsal işlevi, bireye, toplumda daha sonra oynayacağı rolü gerçekleştirmesine yeterli nitelikleri kazandırmaktır; yani, eğitimin toplumsal işlevi, bireyin kişiliğini, toplumsal kişiliğe aşağı yukarı uygun gelecek şekilde, istekleri toplumsal rolünün gerekleriyle çakışacak şekilde biçimlendirmektir. Her toplumun eğitim dizgesi bu işleve göre saptanır; dolayısıyla, toplumun yapısını ya da üyelerinin kişiliğini, eğitim süreciyle açıklayamayız; ama eğitim dizgesini, belli bir toplumun toplumsal ve ekonomik yapısı gereği ortaya çıkan gereklilikler aracılığıyla açıklamak zorundayız. Ne var ki, eğitim yöntemleri, bireyi istenilen şekle sokan mekanizmalar olmaları açısından son derece önemlidir. Bunlar, toplumsal talepleri, kişisel niteliklere dönüştüren araçlar olarak düşünülebilir. Eğitim teknikleri, özgül bir toplumsal kişiliğin nedeni olmamakla birlikte, kişiliği biçimlendiren mekanizmaları oluştururlar. Bu anlamda eğitim yöntemlerini bilmek ve tanımak, işleyen bir toplumun çözümlenmesi işinin önemli bir bölümüdür.
Az önce söylediklerimiz, bütün bir eğitim dizgesinin tek bir özgül bölümü için, aile için de geçerlidir. Freud çocuğun erken deneyimlerinin, kişilik yapısının biçimlenmesinde belirleyici rol oynadığını göstermişti. Eğer bu doğruysa, —en azından bizim kültürümüzde— toplumun yaşamıyla çok az teması olan çocuğun kişiliğini toplumun biçimlendirdiğini nasıl açıklayabiliriz? Bunun yanıtı —bazı bireysel farklılıkları bir yana bırakırsak— ana-babanın, içinde yaşadıkları toplumun eğitim kalıplarını uygulamakla kalmadığı, kendi kişilikleriyle de kendi toplum ya da sınıflarının toplumsal kişiliğini temsil ettikleridir. Onlar, yalnızca kendileri olmakla —yani toplumun ruhunu temsil etmekle— bir toplumun psikolojik atmosferi ya da ruhu diyebileceğimiz şeyi çocuğa aktarırlar. Dolayısıyla aile, toplumun psikolojik temsilcisi olarak değerlendirilebilir.
Toplumsal kişiliğin belli bir toplumun varoluş biçimiyle şekillendirildiğini belirttikten sonra, okura, dinamik uyarlanma sorunu ile ilgili olarak birinci bölümde söylenenleri anımsatmak isterim, insan, toplumun ekonomik ve toplumsal yapısının gerekliliklerine göre şekillendirilmiştir gerçi ama, uyarlanabilme yetisi sonsuz değildir. Doyurulması zorunlu bazı fizyolojik gereksinimler olduğu gibi, insanın gene doyum isteyen ve engellenmesi halinde bazı tepkilere yol açan, doğuştan getirdiği psikolojik nitelikler de vardır. Bunlar nelerdir? En önemlisi, büyümek, gelişmek ve insanoğlunun tarih boyunca geliştirdiği —örneğin, yaratıcı ve eleştirel düşünme yetisi, farklı coşkusal ve duyusal deneyimler yaşama gibi— gizilgüçleri gerçekleştirme eğilimi olsa gerek. Bu gizilgüçlerden her birinin kendine ait bir dinamizmi vardır. Evrim sürecinde geliştiler mi, dışa vurulma eğilimi gösterirler. Bu eğilim bastırılabilir ve engellenebilir, ama bu durumda yeni tepkiler, özellikle de yıkıcı ve ortak yaşamsal itkiler ortaya çıkar. Ayrıca —özdeş biyolojik gelişme eğiliminin de psikolojik karşılığı olan— bu genel büyüme eğilimi özgürlük isteği ve baskıdan nefret gibi özgül eğilimler de doğurur; çünkü özgürlük, her türden gelişmenin temel koşuludur. Özgürlük isteği de bastırılabilir, birey, bunun farkında olmayabilir; ama bu durumda bile, bir gizilgüç olarak varlığını sürdürür ve baskının olduğu yerde her zaman görülen bilinçli ya da bilinçsiz nefretle kendini belli eder.
Daha önce de belirtildiği üzere, tıpkı özgürlük arayışı gibi bastırılabilmesine ve saptanabilmesine karşın, adalet ve hakikat arayışının insan doğasında var olan bir eğilim olduğunu haklı olarak varsayabiliriz. Bunu böyle kabul ettiğimizde, kuramsal olarak, tehlikeli bir noktaya gelmiş oluruz. Bu tür eğilimleri insanın Tanrının benzeri olarak ya da doğa yasaları gereği yaratıldığı inancıyla açıklayan dinsel ve felsefesel varsayımlara dayanabilseydik, işimiz kolaylaşırdı. Ancak, savlarımızı bu türden açıklamalarla destekleyemeyiz. Bize göre bu adalet ve hakikat arayışını açıklamanın tek yolu, insanlık tarihini toplumsal ve bireysel açıdan tümüyle çözümlemektir. Demek ki, güçsüz olan herkes için adalet ve hakikat, özgürlük ve büyüme, gelişme savaşımında kullanılan en önemli silahlan oluşturuyor, insanlığın büyük bir çoğunluğunun, tarihi boyunca kendisini ezebilecek ve sömürebilecek daha güçlü gruplara karşı savunmak durumunda kalması bir yana, her birey, çocukluğunda, güçsüzlük özelliğinin ağır bastığı bir dönemden geçer. Bize öyle geliyor ki, bu güçsüzlük durumunda, adalet ve hakikat duygusu gibi özellikler gelişir ve insanların hepsinde bulunan gizilgücü oluşturur. Dolayısıyla, kişilik gelişmesinin yaşamın temel koşulları tarafından biçimlendirilmesine, ve insanın, biyolojik olarak sabit bir doğası bulunmamasına karşın, insan doğasının toplumsal süreçte etkin bir etmen oluşturan kendine özgü bir doğası bulunduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu insan dinamizminin doğasının tam olarak ne olduğunu psikolojik çerçevede açıklıkla belirleyemesek de, varlığını kabul etmek zorundayız. Biyolojik ve fizikötesi kavramların yanlışlarından sakınma çabasıyla, aynı ölçüde büyük bir başka yanlışa, insanı, toplumsal koşulların ipleriyle yönlendirilen bir kukla olarak gören toplumbilimsel görececilik yanlışına düşmemeliyiz, insanın özgürlük ve mutluluk gibi vazgeçilmez hakları, doğuştan var olan insansal nitelikler temeli üzerine kurulmuştur. Bu niteliklerse, insanın yaşama isteği ile, tarihsel evrim süreci içinde kendisinde gelişen gizilgüçleri geliştirme ve dile getirme çabasıdır.
Bu noktada, bu kitapta izlenen ruhbilimsel yaklaşımla Freud’un yaklaşımları arasındaki en önemli farkları bir kez daha belirtebiliriz.

Ayrıldığımız birinci nokta, birinci bölümde ayrıntılı şekilde ele alınmıştı, bu yüzden burada kısaca değinmek yeterli olacak: Biyolojik etmenlerin önemini küçümsemiyor ve sorunun kültürel etmenler mi, biyolojik etmenler mi şeklinde ortaya konulmasını doğru bulmuyoruz; ancak, insan doğasının temelde tarihsel olarak koşullandığını kabul ediyoruz. İkinci olarak Freud’un temel ilkesi insanı kendi içinde bir varlık, doğanın kendisine fizyolojik olarak koşullandırılmış bazı itkiler vermiş olduğu bir kapalı dizge olarak kabul etmek ve kişiliğinin gelişmesini bu itkilerin doyurulması ya da engellenmesine tepki olarak yorumlamaktır; bizim görüşümüze göreyse, insan kişiliğine temel yaklaşım, insanın dünyayla, başkalarıyla, doğayla ve kendisiyle olan ilişkilerini anlamaktır. Bize göre insan, Freud’un düşündüğü gibi temelde kendine yeterli, ve yalnızca ikincil olarak kendi içgüdüsel gereksinimlerini doyurmak için başkalarına gereksinim duyan bir varlık değil, temelde bir toplumsal varlıktır. Bu anlamda, bireysel ruhbilimin temelde toplumsal ruhbilim olduğuna, ya da Sullivan’ın deyişiyle, kişiler arası ilişkiler ruhbilimi olduğuna inanıyoruz; ruhbilimin temel sorunu, tek tek içgüdüsel isteklerin doyurulması ya da bastırılması sorunu değil, bireyin dünyayla kendine özgü bir ilişki kurması sorunudur. İnsanın içgüdüsel isteklerinin yaşayışı insan kişiliğinin tek sorunu olarak değil, insanın dünyayla ilişkisi sorununun bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla bizim yaklaşımımızda, bireyin başkalarıyla ilişkilerinin merkezini oluşturan, sevgi, nefret, sevecenlik, ortakyaşama gibi gereksinimler ve istekler temel ruhbilim sel görüngüyü oluşturur; Freud’daysa bunlar içgüdüsel gereksinimlerin doyurulması ya da bastırılmasının ikincil sonuçlan olarak değerlendirilir.
Freud’un biyolojik yaklaşımıyla bizim toplumsal yaklaşımımız arasındaki fark, kişilikbilim sorunları açısından büyük önem taşımaktadır. Freud —ve çalışmaları onun bulgularına day; nan Abraham, Jones ve diğerleri— çocuğun beslenme ve dışkılama sürecinde, kösnül bölgeler (ağız ve anüs) diye adlandırdıkları yerlerde haz deneyimi yaşadığını varsaydılar; normal gelişme sürecinde daha sonraki yıllarda üreme organları bölgesinin en önemli haz yöresi olması gerekirken, aşın uyarılma, engellenme ya da yapısal olarak hassaslığın yoğunlaştırılmasıyla, bu bölgelerin, bebeklikteki kösnül özelliklerini koruduklarını öne sürdüler. Üretkenlik öncesi düzeye saplanmanın kişilik yapısının bir parçası haline gelen yüceltmelere ve tepki-oluşumlarına yol açtığını kabul ettiler. Buna göre örneğin bir insan dışkıyı içinde tutma isteğini bilinçsiz olarak yücelttiği için para ya da diğer nesneleri biriktirme itkisine kapılabilir. Ya da insan, yardım, bilgi vb. isteği şeklinde yücelttiği bilinçsiz beslenme arzusunun yarattığı itkiye kapıldığı için her şeyi kendi çabalarınım sonucu olarak değil de bir başkasından elde etmeyi bekleyebilir.
Freud’un gözlemleri büyük önem taşımaktadır, ancak kendisi bunları yanlış açıklamıştır. Bu “oral” ve “anal” kişilik özelliklerinin tutkulu ve usdışı yapısını doğru olarak saptamıştır. Ayrıca, bu tür isteklerin, kişiliğin bütün alanlarını, insanın cinsel, coşkusal ve zihinsel yaşamını sardığını ve bütün etkinliklerini etkilediğini de görmüştür. Ama kösnül bölgelerle kişilik özellikleri arasındaki nedensel ilişkiyi, tam tersine yorumlamıştır. Kişinin elde etmek istediği —sevgi, korunma, bilgi, maddi şeyler gibi— her şeyi edilgin bir şekilde kendi dışında bir kaynaktan sağlama isteği, çocuğun kişiliğinde, başkalarıyla olan deneyimlerine bir tepki olarak gelişir. Eğer bu deneyimlerle kendi güçlülüğü duygusu korkuyla zayıflatılırsa, girişimciliği ve özgüveni felce uğratılırsa, düşmanlık gelişir ve bastırılırsa, aynı zamanda da arınesi ya da babası teslim olması koşuluyla şefkat ya da koruma sunarsa, bütün bu koşulların hepsi, etkin denetimden vazgeçilip bütün enerjilerin, arzuların yerine getirilmesi işini önünde sonunda gerçekleştirecek olan bir dış kaynağa yöneltildiği bir tutuma yol açar. Bu tutum, çok tutkulu bir kişiliğin oluşmasına yol açar, çünkü bu türden bir k,sinin arzularım gerçekleştirmeye çalışmasının tek yolu tutkulu olmaktır. Bu kişilerin sık sık doyurulma, emzirilme vb. düşleri görmeleri ya da bu yöndeki düşlemleri, bu alıcı tutumu ağzın diğer organlardan çok daha iyi dile getirebilmesinden kaynaklanmaktadır; bu dünyaya karşı olan tutumun, bedenin diliyle anlatılmasıdır.
Özgül deneyimleri nedeniyle, “oral” kişiye göre başkalarından daha fazla uzaklaşmış olan, kendisini özerk, kendine yeterli bir dizge haline getirerek güvenlik arayan ve sevgiyi ya da herhangi diğer dışa dönük tutumu güvenliği için bir tehdit sayan “anal” kişi için de aynı şeyler geçerlidir. Bu tutumların, pek çok örnekte, başlangıçta çocuğun erken yaşlarında belli başlı etkinlikleri olan, ana babanın sevgi ya da baskısını, çocuğunsa dostluk ya da karşı durmasını dile getirdiği belli başlı alan olan beslenme ve boşaltımla ilgili olarak geliştiği doğrudur. Ancak, bir insanın kişiliğinde kösnül bölgelerin aşın uyarılması ve bastırılması tek başına bu türden saplantı tutumlarının gelişmesine yol açmaz; gerçi çocuk, bazı haz verici duyumsamaları beslenme ve boşaltım yoluyla yaşar ama bu hazlar —fiziksel düzeyde— kişilik yapısının bütününde kök salmış tutumları temsil etmediği sürece, kişilik gelişmesinde önemli rol oynamazlar.
Arınesinin koşulsuz sevgisine güvenen bir bebek için, ansızın memeden kesilme, ağır kişilikbilimsel sonuçlar doğurmaz; arınesinin sevgisine karşı güvensizlik duyan bebek, emzirme sürecinin herhangi bir rahatsızlık olmaksızın devam etmesi halinde bile “oral” özellikler edinebilir. Daha sonraki yıllarda görülebilecek “oral” ya da “anal” düşlemler ya da fiziksel duyumlar verdikleri fiziksel haz açısından ya da bu hazzın herhangi bir gizemli yüceltilmesi açısından değil, yalnızca, altlarında yatan ve dile getirdikleri dünyaya karşı olan ilişkinin türü açısından önemlidir.
Freud’un kişilikbilimsel bulgulan yalnızca bu açıdan toplumsal ruhbilim için yararlı olmaktadır. Örneğin Avrupa aşağı orta sınıfının tipik özelliği olan anal kişiliğin, boşaltımla ilgili bazı erken deneyimler sonucu ortaya çıktığını kabul ettiğimiz sürece, belli bir sınıfın anal toplumsal kişilik taşımasının nedenlerini anlamamıza yarayacak verilerin bulunduğunu pek söyleyemeyiz. Ama, bunu, kişilik yapısına kök salrrgş ve dış dünyadaki deneyimler sonucu oluşan bir “başkalarıyla ilişki biçimi” şeklinde algılarsak, aşağı orta sınıfın bütün bir yaşam biçiminin, darlığının, soyutlanmışlığının ve düşmansılığının, bu türden bir kişilik yapısının gelişmesine yol açmasının nedenlerini anlamamıza yarayacak anahtarı elde etmiş oluruz.
Ayrıldığımız üçüncü nokta, daha öncekilerle yakından bağlantılı. Freud, içgüdüsel yönselim kuramına ve de ayrıca insan doğasının
F. Alexander, Freud’un kişilikbilimsel bulgularım, bazı bakımlardan bizim yorumumuza benzer şekilde yeniden dile getirmeye çalışmıştır. [Bkz. F. Alexander’in Psy-hoanatytic Quarterly’de (1934, cilt XV, s. 1.) “Ruhbilimsel Etmenlerin, Gastro-Entestinal Rahatsızlıklara Etkisi” başlıklı yazısı.] Ancak görüşleri, Freud’unkilerden ilerde olmakla birlikte, F.A., bir temel biyolojik yönselimi aşamamış ve bu “üretkenlik öncesi” itkilerin temelini ve özünü kişilerarası ilişkilerin oluşturduğunu tam olarak anlayamamıştır.
Kötülüğüne olan köklü inancına dayanarak, insandaki bütün “ideal” güdüleri, “kötü” bir şeyin sonucu olarak yorumlama eğilimindedir; buna iyi bir örnek, adalet duygusunu, bir çocuğun kendisinden daha fazla şeye sahip olan herkese karşı duyduğu ilk kıskançlığın sonucu olarak açıklamasıdır. Daha önce de işaret edildiği üzere, bize göre hakikat, adalet, özgürlük gibi idealler, çoğu kez yalnızca tümceler, ya da bahaneler, ussallaştırmalar olarak kalmakla birlikte, içten gelen gerçek özlemler olabilir; ve bu özlemleri, dinamik etmenler olarak ele almayan her çözümleme yanıltıcıdır. Bu idealler fizikötesi bir nitelik taşımazlar; tersine, insanın yaşam koşullarından kaynaklanırlar ve böyle çözümlenebilirler. Fizikötesi ya da idealist kavramlara takılmak korkusu bu türden bir çözümlemeyi engellememelidir. Bir deneysel bilim olarak, ruhbilimin görevi, ideallerle güdülenmeyi olduğu kadar, ideallerle ilgili ahlaksal sorunları da incelemek ve böylece bu konudaki düşüncelerimizi, geleneksel yaklaşımlarıyla konuları bulandıran fizikötesi öğelerle gözleme dayanmayan öğelerden kurtarmaktır.
Son olarak farklı olduğumuz bir noktayı daha belirtmemiz gerekiyor. Bu, ruhbilimsel yoksunluk ve bolluk görüngüleri arasındaki farklılaşmayla ilgilidir, insan varoluşunun ilkel düzeyi yoksunluk düzeyidir. Her şeyden önce doyurulması şart olan zorunlu gereksinimler vardır. Kültür ve onunla birlikte bolluk görüngüsünü oluşturacak çabalar ancak insanın, ilkel gereksinimlerinin doyurulmasından sonra zamanının ve enerjisinin kalması halinde gelişebilir. Özgür (ya da kendiliğinden) edimler, her zaman için bolluk görüngüsüdür. Freud’un ruhbilimi, bir yoksunluk ruhbilimidir. O, hazzı, acılı gerilimin giderilmesi sonucu ortaya çıkan doyum olarak tanımlar. Hatta, sevgi ya da şefkat gibi bolluk görüngüsü, onun dizgesinde herhangi bir rol oynamaz. O, bu görüngüyü dışlamakla kalmamış, büyük önem verdiği görüngüyü yani cinsellik olgusunu da sınırlı ölçülerde anlayabilmiştir. Freud kendi haz tanımı çerçevesinde, cinselliği, yalnızca fizyolojik zorlanım, cinsel doyumuysa acı veren gerilimden kurtulma olarak görmüştür. Onun ruhbiliminde, bir bolluk görüngüsü olarak cinsel itki, ve —özü gereği gerilimden olumsuz anlamda kurtulma olmayan— kendiliğinden sevinç duygusu olarak cinsel haz yer almaz.
Kültürün insansal temelinin anlaşılması yolunda bu kitabın uyguladığı yorumlama ilkesi nedir? Bu soruya yanıt vermeden önce, bizimkinden ayrılan belli başlı yorumlama eğilimlerini anımsamak yararlı olacaktır.
l.Freud’un düşünme yönteminin belirleyici özelliği olan ve kültürel görüngünün köklerinin, toplumun bir ölçüde baskısıyla etkilenen içgüdüsel itkilerin doğurduğu ruhbilimsel etmenlerde yattığını savunan “ruhbilimsel” yaklaşım. Bu yorum çizgisini izleyen Freud’cu yazarlar, kapitalizmi, anal erotizmin sonucu olarak, erken Hıristiyanlığın gelişmesiniyse, baba imgesine karşı kararsızlığın sonucu olarak açıkladılar.2
2.Marx’ın tarih yorumunun yanlış uygulanmasında ortaya atılan “iktisadi” yaklaşım. Bu görüşe göre, öznel ekonomik çıkarlar, din ve siyasal fikirler gibi kültürel görüngülerin nedenini oluşturuyor. Böyle bir sahte-Marx’çı açıdan3 Protestanlık da burjuvazinin belli ekonomik gereksinimlerine yanıt veren bir olgudan ibaret sayılabilir.
3.Son olarak, Max Weber’in The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (Protestan Töresi ve Kapitalizm Ruhu) adlı incelemesinde sunulan “idealist” konumdur. Weber, söz konusu davranışın hiçbir zaman yalnız ve yalnız dinsel öğretilerle belirlenmediğini vurgularsa da, yeni dinsel fikirlerin yeni bir ekonomik davranış türünün ve yeni bir kültür ruhunun gelişmesine yol açtığını savunur.
Biz, bu açıklamaların tersine, ideolojilerle kültürün, genel olarak toplumsal kişilikten kaynaklandığı; toplumsal kişiliğin, belli bir toplumdaki varoluş biçimi tarafından şekillendirildiği; ve buna karşılık egemen kişilik özelliklerinin, toplumsal süreci biçimlendiren üretken güçler haline geldiği noktalarından hareket ettik. Protestanlık ve kapitalizm ruhu sorunuyla ilgili olarak da, ortaçağ toplumunun çöküşünün orta sınıfı tehdit ettiğini, bu tehdidin güçsüz bir soyutlanma ve
Bu yöntemin daha ayrıntılı açıklaması için bkz. E. Fromm, The Dogma of Christ, Holt, Rmehart and Winston, Inc., New York, 1964.
Bu görüşe sahte-Marx’çı görüş dememin nedeni şudur: Bu görüş, Marx’in kuramının, kendisinin aslında anlatmak istediği üzere maddi servet kazanma yönünde yoğun isteğin içlerinden birini oluşturduğu farklı ekonomik tutumlara yol açabilecek nesnel koşullar anlamında değil, maddi kazanç sağlama çabası göstermek anlamında ekonomik dürtülerle belirlendiğini savunduğu yorumunu yapmaktadır. Sorunun ayrıntılı açıklaması, kuşku duygusu yarattığını, bu ruhbilimsel değişikliğinse, Luther ve Calvin’in öğretilerini çekici kıldığını, bu öğretilerin kişilikbilimsel değişiklikleri yoğunlaştırdığını ve tutarlı kıldığını, ve böylece gelişen kişilik özelliklerinin, ekonomik ve siyasal değişiklikler sonucu ortaya çıkan kapitalizmin gelişmesinde üretken güçler haline geldiğini göstermeye çalıştım.
Faşizmle ilgili olarak da aynı açıklama yöntemi uygulandı: aşağı orta sınıf, tekellerin artan gücü ve savaş sonrası enflasyon gibi belli ekonomik değişikliklere belli kişilik özelliklerinin, yani sadist ve mazoşist eğilimlerin yoğunlaşmasıyla tepki gösterdi; Nazi ideolojisi, bu özelliklere seslendi ve onları yoğunlaştırdı; bunun üzerine yeni kişilik özellikleri, Alman emperyalizminin yayılmasını destekleyen etkili güçler haline geldi. Her iki durumda da, belli bir sınıfın yeni ekonomik eğilimlerin tehdidi karşısında, bu tehdide ruhbilimsel ve ideolojik olarak tepki gösterdiğini; ve bu tepkinin yarattığı ruhbilimsel değişikliklerin o sınıfın ekonomik çıkarlarıyla çelişse bile, bu ekonomik güçlerin gelişmesini hızlandırdığını görüyoruz. Toplumsal süreçte, ekonomik, psikolojik ve ideolojik güçlerin şu şekilde işlediğini görüyoruz: insan kendisini değiştirerek değişen dışsal durumlara tepki gösteriyor ve bunun karşılığında, ruhbilimsel etmenler de, ekonomik ve toplumsal sürecin şekillenmesine yardımcı oluyor. Ekonomik güçler etkin ama bunlar, ruhbilimsel güdüler olarak değil, nesnel koşullar olarak görülmeli; ruhbilimsel güçler etkin, ama tarihsel olarak kendilerini koşullandırdıkları kabul edilmeli; fikirler etkin, ama bunlar da, bir toplumsal grup üyelerinin kişilik yapısının bütününde kök salmış fikirler olarak değerlendirilmeli. Ekonomik, ruhbilimsel ve ideolojik güçler arasındaki bu karşılıklı bağımlılığa karşın, her biri de belli bir bağımsızlığa sahip. Bu, özellikle doğal üretken güçler, teknik, coğrafik etmenler gibi nesnel etmenlere bağımlı olduğundan kendi yasalarına göre gerçekleşen ekonomik gelişme için geçerli. Ruhbilimsel güçlere gelince, aynı şeyin burada da geçerli olduğunu belirtmiştik; bu güçleri de dışsal yaşam koşullan biçimlendiriyor, ama onların aynca kendilerine ait bir dinamizmi var; yani, ruhbilimsel güçler, bir kalıba dökülebilmekle birlikte, kökünden sökülüp atılamayan insan gereksinimlerinin anlatımı, ideolojik alanda da toplumsal yasalarda ve tarih boyunca elde edilen bilgi bütününün geleneğinde kök salmış benzer bir özyönetim görüyoruz.

İlkemizi, toplumsal kişilik açısından bir kez daha ifade edebiliriz: Toplumsal kişilik, insan doğasının toplum yapısına dinamik uyarlanmasının sonucu olarak ortaya çıkar. Değişen toplumsal koşullar, toplumsal kişiliğin değişmesi yani, yeni gereksinimlerin ve kaygıların ortaya çıkması sonucunu doğurur. Bu yeni gereksinimler, yeni fikirlerin ortaya çkmasına yol açar ve insanlan bu yeni fikirlere duyarlı hale getirir; bu yeni fikirlerse, yeni toplumsal kişiliği yoğunlaştırma ve sağlamlaştırma, insanın edimlerini belirleme eğilimi gösterir. Başka deyişle, toplumsal koşullar, kişilik aracılığıyla ideolojik görüngüyü etkiler; kişilikse, toplumsal koşullara edilgin uyarlanmanın sonucu değil, ya biyolojik olarak insan doğasında doğuştan var olan, ya da tarihsel evrim sonucu varlık kazanan unsurlar temel alınarak gerçekleştirilen dinamik bir uyarlanmanın sonucudur.

Özgürlükten Kaçış 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz