İnsanlar, bütün zamanlarda, yalnız (örneğin halkın ortak fikirleri, veya Kilise, ya da kutsal bir metin kabilinden) bir otoriteye dayanarak, ispat edilmemiş veya ispata gelmez doktrinleri ya kabul etmekle yükümlü tutulmuşlar, ya kabul etmek daveti ile karşılaşmışlar ya da kabul etmeleri kendilerinden beklenmiştir.
İnsan ve doğa hakkında bilimsel gözlem esasına dayanmayan inançların çoğu, doğrudan doğruya veya dolayısıyla, dini ve İçtimai çıkarlara hizmet ettikleri için, akıllarını örfe uymaz tarzda kullanan kimselerin eleştirilerine karşı kuvvetle himaye edilmişlerdir.
İnsanın düşünmede özgür olduğu herkesçe söylenir durur. Bir kimse istediğini düşünmekten, düşüncesini açığa vurmadıkça, asla menedilemez. Onun kafasının işleyişine sınır çizen, yalnız görgü ve tecrübesi ile tahayyül kabiliyetidir. Fakat kişiye özgü olan bu doğal düşünme özgürlüğünün kıymeti azdır. Eğer düşüncelerini başkalarına geçirmesine izin verilmezse, bu özgürlük, düşüneni hoşnut etmediği gibi, ona keder bile verebilir; hele etrafındakiler için onun bu özgürlüğünün hiçbir faydası olmayacağı çok açıktır. Bundan başka ruhu şiddetle etkileyen düşüncelerin saklı tutulması son derece güçtür. Bir kimsenin düşüncesi, kendisini, etrafındakilerin hal ve hareketlerine düzen veren fikir ve adetleri eleştirmeye, onların bağlandıkları inançları reddetmeye, takip ettikleri hayat tarzından daha iyisini tasavvur eylemeğe sevk edince, o insanın, düşüncelerinin doğruluğuna kani olduğu müddetçe, sessizliği ile, ağzından kaçırıverdiği sözler ile veya bütün hal ve tavrı ile kendisinin, etrafındakilerden farklı olduğunu, onların düşüncelerine katılmadığını açığa vurmaması nerdeyse imkansızdır. Sokrates gibi bazı insanlar, düşüncelerini saklamaktansa ölmeye razı olmuşlardır, bugün de öyle yapacak insanlar vardır. Demek ki, düşünme özgürlüğünün bir anlamı olabilmesi için onun düşündüğünü söyleme özgürlüğü ile birlikte olması gerektir.
Zamanımızda, en uygar ülkelerde, konuşma özgürlüğü doğal ve olağan bir durum gibi görülür. Biz bunu doğal bir hak saymaya alışmış bulunuyoruz. Fakat bu hak ancak son zamanlarda kazanılmıştır, ona varmak için tutulan yollar ise kan deryalarından geçmiştir.
İnsanın fikirlerini yayması ve her meseleyi tartışmasının, kötü değil, iyi bir şey olduğuna en aydın kafalı kimseleri bile kandırabilmek için asırlarca zaman gerekmiştir. İnsan cemiyetleri, gerçi bazı parlak müstesnaları varsa da, genel olarak, düşünme özgürlüğüne ya da diğer bir deyimle, yeni fikirlere karşı olmuştur; neden böyle olduğu da kolayca anlaşılır.
Ortalama bir insan aklı doğal olarak tembeldir, en az zorlukla karşılaşacağı yolu tutmaya meyleder. Sıradan bir insanın zihin alemini, sorup araştırmadan kabul ederek, sımsıkı sarıldığı inançlar teşkil eder; o, bu alemin, iyice alışmış olduğu, düzenini altüst edecek her şeye karşı, içgüdüsel olarak, düşmandır. Bağlandığı inançlardan bazısı ile kaynaşamayacak her yeni fikir kafasına yeni bir düzen vermeyi gerektirir; oysa bu işlem oldukça güçtür, ayrıca bunun için zihin gücü sarfetmek zahmetine de gerek vardır. Kendisi ve, büyük çoğunluğu oluşturan, kendi gibiler yerleşmiş inanç ve kurumlara şüphe konduran yeni fikir ve düşünceleri kötü görürler, çünkü bunlar yadırganan şeylerdir.
Sırf zihin tembelliğinden doğan nefret apaçık bir korku duygusu ile de karışınca bir kat daha kuvvetlenir. Var olanı koruma içgüdüsü, var olanın yapısında herhangi bir değişikliğin toplumu temelinden sarsacağı endişesi ile setleşerek, muhafazakar bir doktrin halini alır.
Bir devletin refah ve saadeti ancak kaskatı bir istikrar ile, kurumlar ve geleneklerin hiç değişmeden korunması sayesinde, devam edeceği inancını insanlar ancak son zamanlarda terk edebilmişlerdir. Bu inancın hakim olduğu yerlerde yeni fikirler hem yadırganır hem de tehlikeli görülür; kabul edilmiş olan prensiplerin nedeni ve niçini hakkında uygun görülmeyen sorular soran her insan da zararlı bir kişi olarak görülür.
Koruma içgüdüsü ve onun sonucu olan, muhafazakar doktrin batıl inançlarla güçlenir. Bütün adet ve kurumlan ile toplumsal yapının dini inançlarla sımsıkı ilişki halinde ve İlahi bir himaye altında olduğuna inanılınca, sosyal düzenin eleştirilmesi dine karşı saygısızlık sayılır, hele dini inançların eleştirilmesi ise doğaüstü kuvvetlerin gazabına düpedüz meydan okumak olur.
Yeni fikirlere düşman bir ruh doğuran psikolojik sebepler toplumun; sınıf, kast veya ruhban heyeti gibi bazı nüfuzlu kısımlarının fiili muhalifliği ile bir kat daha kuvvetlenir, çünkü onların çıkarları yerleşmiş düzen ile ona dayanak olan fikirlerin devamına bağlıdır.
Örneğin, farz edelim ki, bir kavim halkı güneş tutulmasının kendilerine, tanrılar tarafından, iyi haberler bildiren bir alamet olduğuna inanıp gitmekte iken, günün birinde, aralarından biri çıkarak güneş tutulmasmın asıl sebebini keşfediyor. O kavim halkı bu keşfi, daha baştan, kötü görürler; çünkü onu kendilerinin bu olay hakkındaki kökleşmiş fikirleri ile uzlaştırmak pek güçtür; ayrıca, o keşif rahatlarını da bozar, çünkü cemiyetleri için pek faydalı saydıkları bir tasavvuru altüst etmektedir; ve nihayet, tanrılara karşı bir saldırı saydıkları bu buluş onları fena halde korkutur da. Görevleri tanrıdan gelme alametleri yormak olan rahipler, nüfuz ve kudretlerini sınırlayan böyle bir doktrinle karşılaşınca, hem telaşa kapılırlar, hem de kızarlar.
Tarih öncesi zamanlarda kuvvetle işleyen bu sebepler gelişmekte olan toplumlarda değişmeyi yavaşlatmış, bazı toplumlarda ise gelişmeye büsbütün engel olmuştur. Fakat aynı sebepler tarih boyunca da işlemekte, az çok devam ederek bilgiye ve gelişmeye set çekmişlerdir. Bunlar, bugün, en ileri cemiyetlerde bile, işler bir halde görülebilirler, fakat artık inkılapçı fikirlerin gelişmesini durdurabilecek veya etrafa yayılmasına engel olacak derecede kuvvetli değildirler. Bununla beraber, yeni bir fikri can sıkıcı, hatta tehlikeli sayan insanlara hala rast geliyoruz. Sosyalizmden nefret edenler arasında niceleri vardır ki, bu sistemi, leh ve aleyhinde ortaya konan fikirleri hiç tartmadan, sadece, kendi kafalarındaki alemin düzenini bozacağı ve alışık oldukları dünya düzeninin temelden eleştirilmesini gerektireceği için kötü görmektedirler. Ya mükemmel olmayan aile yapımızı değiştirmeye yönelik önerileri, böyle fikirler, o yapı ile ilişkili dinsel yaptırımlar dolayısıyla bir yığın peşin hükümlere dokunacağı için, incelemeye bile yanaşmayanlar az mıdır? Böyleleri haklı da olabilirler, haksız da; haksız iseler, bu hal kendileri için bir suç teşkil etmez. Onları böyle düşündüren sebepler ilkel toplulukların ilerlemesine engel olan sebeplerin aynıdır. Bir özgürlük atmosferi içinde, daima yeni fikirler arayan ve etraflarında böyle fikirlere sıkça rast gelmedikleri için üzülen insanların yanında bile o kafada kimselerin yetişip bulunabildikleri düşünülünce, halk inançlarının o gibi insanların anlayışlarına göre şekillendiği zaman düşünmenin nasıl zincire vurulacağı ve bilginin ne korkunç engellerle karşılaşacağı tasavvur edilebilir.
Gerçi insanın herhangi bir konu hakkında, etrafındakilerin otorite veya peşin hükümlerine aldırmadan, fikirlerini ifade etmek özgürlüğü şimdi iyice yerleşmiş bir prensip ise de, bu prensibi akıl ve mantık dairesinde savunabilecek olanların, bu uğurda ölünceye kadar çarpışmayı teslim olmağa tercih edecekler arasında bile, bir azlıktan ibaret kalacaklarını sanıyorum. Biz konuşma özgürlüğünün insan için doğal ve vazgeçilmez bir doğuş hakkı olduğunu apaçık görmeğe ve belki de, sadece bu keyfiyetin söz hürriyeti aleyhine söylenebilecek her şeye karşı tek başına yeterli bir cevap olabileceğini sanmaya eğilimliyiz. Fakat böyle bir hakkın nasıl yerleşebilmiş olduğunu anlamak kolay değildir.
Eğer insanın “doğal hakları” varsa, kendi hayatını korumak ve kendi soyunu üretmek, elbette, bu türlü haklardandır. Halbuki insan cemiyetleri, üyelerinin bu iki haktan faydalanmalarını bazı engellerle sınırlamıştır. Açlıktan ölecek bir kimsenin başkalarına ait gıda maddesini alması yasaktır.
Başıboş olarak nesil üretme türlü kanun ve adetler ile yasaklanmıştır. Toplumun bu öz hakları sınırlamakta haklı olduğu kabul edilir, çünkü böyle sınırlamalar olmadıkça düzenli bir cemiyet var olamaz. Eğer düşündüğünü söylemek hakkının da aynı türden olduğunu teslim edersek, bu esasa göre, onun müdahaleden masun olmasını iddia etmeye veya toplumun onu bir nizama bağlamakla haksızlık ettiğini söylemeye imkan kalmaz. Fakat söz hürriyeti hakkını öteki haklarla bir tutmak, gereğinden çok fazla bir hoşgörürlük olur. Çünkü diğer durumlarda sınırlamalar her ferdin tavır ve hareketi üzerinde etkili olmaktadır; düşündüğünü söyleme özgürlüğünün sınırlanmasından etkilenecek olanlarsa söylenecek inkılapçı veya örfe uymaz fikirleri olan, sayısı nispeten az, kimselerdir. Gerçek şudur ki, bu mesele için doğal haklar görüşü üzerine sağlam bir savunma kanıtı kurulamaz, çünkü o görüşün içeriğinde, bu davada maksada elverişli olmayan, toplam ile üyeleri arasındaki münasebetler teorisi bulunmaktadır.
Diğer taraftan, bir toplumu yönetme sorumluluğunu kabul etmiş olanlar, cemiyete aykırı füller işlenmesini menetmek nasıl görevlerinin gereği ise, tehlikeli fikirlerin yayılmasını önlemek de görevlerinin gereği olduğunu, bir kanıt gibi öne sürebilirler. Bir kimsenin cemiyete aykırı doktrinler yaymakla, başkasının atını çalmaktan veya komşusunun karısı ile sevişmekten çok daha zararlı olabileceğini iddia edebilirler. Çünkü onlar, devletin huzur ve refahından sorumlu oldukları için, bir fikrin toplumun temeli sayılan siyasi, dini veya ahlaki telakkileri tehdit edecek surette zararlı olduğuna kanaat getirince, başka her tehlike karşısında yaptıkları gibi, ona karşı da toplumu korumak görevi ile yükümlüdürler.
Düşünme özgürlüğünün sınırlanması lehindeki bu kanıta karşı verilecek en doğra yanıtı sırası gelince göreceğiz. Bu yanıt eskiden hiç de açık değildi. Fikri baskı altında tutmanın yanlış olduğu sonucuna varılabilmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekmiştir. Bu sonuca kanaatle inananlar ise insanların ancak küçük bir kısmından ibarettir. Benim verebileceğim hükme göre, insanların erebildikleri bütün başarıların en önemlisi olan bu sonuç otorite ile akıl arasında bu kitabın konusunu oluşturan devamlı mücadelelerden doğmuştur. Otorite kelimesi ise tefsire muhtaç bir deyimdir.
Birine birşeyi nasıl öğrendiğini sorarsanız, size onun şu tarzda cevaplar vermesi olasıdır: “İyi bir otoriteden öğrendim”, ya da “Bir kitapta okudum” veya “Bu herkesin bildiği şeydir” veyahut “Okulda öğrendim”. Bu cevapların her biri, onun o şeyi bilgilerine güvendiği başka kimselerden, söylediklerini araştırmaksızın veya maddeyi kendisi bizzat düşünüp incelemeden, öğrenmiş olduğu anlamına gelir. İnsanların çoğunun bilgi ve inançlarının büyük kısmı hep bu türdendir: araştırılmadan ana babalarından, hocalarından, tanıdıklarından, kitaplardan, gazetelerden öğrenilmiş şeylerdir. Bir İngiliz çocuğu Fransızca öğrenirken fil çekimlerini ve sözcüklerin anlamlarım hocasının veya gramer kitabının otoritesine dayanarak öğrenir. Dünyanın bir yerinde, haritalarda gösterildiği gibi, Bombay adında kalabalık bir şehrin varlığı, pek çok kimseler için, otoriteye dayanılarak kabul edilmiş bir vakıadır. Napoleon veya Julius Caesar’ın var oldukları da böyledir.
Genel anlamda astronomi bilgisi de aynı surette kazanılır. Apaçıktır ki, vakıaları böyle başkalarının otoritesine güvenerek öğrenmemiz caiz olmasaydı her birimizin bilgisi pek sınırlı bir daire içinde kalırdı. Fakat vakıaları bu tarzda öğrenmemiz ancak bir şart ile caiz olabilir: otoriteye güven suretiyle kabul edeceğimiz vakıalar ispatı ya da araştırılması mümkün şeyler olmalıdır.
Verdiğim örnekler bu sınıftandır. Fransızca öğrenmekte olan çocuk, otoriteye dayanarak öğrendiklerinin doğruluğunu, Fransa’ya giderek, ya da bir Fransızca kitabı okuyabilir hale gelince, inceleyebilir. Eğer zahmete katlanırsam Bombay’ın mevcut olduğunu kendi gözlerimle de görebileceğimi ispat eden birçok tanıkla her gün karşılaşmaktayım. Gerçi, Napoleon’un var olduğuna, bu tarz ile, tam bir kanaat oluşturmam mümkün değil ise de, bundan şüphe edersem, basit bir akıl yürütme ile anlarım ki, ortada onunla ilgili yığınlarla olay dururken, Napoleon’un var olmamış olması imkansızdır. Güneşin Arzdan 150 milyon km. kadar uzak olduğunda şüphem yoktur, çünkü bunun ispat edilmiş bir olgu olduğunda bütün astronomlar müttefiktir, onların bu husustaki ittifakları da o vakıanın ispat edilmiş olduğuna kanıttır; bundan başka, eğer ben de, meseleye ait hesapları yapmak külfetine katlanabilirsem, aynı sonuca varırım.
Fakat zihnimizin bütün sermayesi hep bu türden değildir. Ortalama bir insanın fikirleri yalnız tahkiki mümkün vakıalardan ibaret değildir, onun birçok tahkik ve ispat edilemez inançları ve tasavvurları da vardır ki, bunları hep otoriteye dayanarak kabul etmiştir.
Örneğin Kilisenin otoritesine dayanan Üçlübirlik[1] itikadı Bombay’ın varlığını kabul etmekten bambaşka bir inanıştır. Otoritenin ötesine geçerek bu itikadı tahkik veya ispat etmek elimizde değildir. Eğer onu kabul ediyorsak, sebebi, sadece otoritenin kendisine zımnen iman etmiş olmamız ve böylece ondan çıkan hükümleri, ispatı mümkün olmasa bile, doğru telakki etmemizdir.
İki tür inanış arasındaki ayrılık, üzerinde durulmağa gerek kalmayacak derecede, açık görülebilir. Fakat meselenin apaçık anlaşılmasının önemi vardır. İlkel insan dağlarda hem ayılar, hem de kötü ruhlar bulunduğunu, büyüklerinden, öğrenir; bir süre sonra bir ayı görünce öğrendiğinin birinci kısmının doğru olduğunu anlar, ama bir kötü ruh ile karşılaşmamış ise, bundan, öğrendiğinin bu kısmı ile öteki kısmı arasında fark olacağını düşünmek aklına bile gelmez, meğer ki olağanın çok üstünde bir zeka sahibi olsun. O, daha çok, “mademki kabiledaşlarının ayı hakkındaki sözleri doğrudur; elbette ruhlar hakkında söyledikleri de doğru olacaktır” tarzında bir çıkarımda bulunabilir; fakat bunu bile ancak bu kadarcık bir sonuç çıkarma yeteneği gösterebildiği takdirde yapar. Orta Çağda bir adam, otoriteye dayanarak, Konstantinopolis adında bir şehrin bulunduğunu, ve kuyrukluyıldızların tanrı gazabına alamet olduklarını öğrenince bu iki şey arasında bir mahiyet farkı görmezdi.
Sonuç itibariyle bundan farklı olmayan istidlal tarzlarını bazen şimdi bile işitebilirsiniz: mademki otoriteye dayanarak Bombay’ın mevcut olduğuna inanıyorum, otoriteye dayanarak Şeytan’ın varlığına inanmaya neden hakkım olmasın? gibi.
İnsanlar, bütün zamanlarda, yalnız (örneğin halkın ortak fikirleri, veya Kilise, ya da kutsal bir metin kabilinden) bir otoriteye dayanarak, ispat edilmemiş veya ispata gelmez doktrinleri ya kabul etmekle yükümlü tutulmuşlar, ya kabul etmek daveti ile karşılaşmışlar ya da kabul etmeleri kendilerinden beklenmiştir. İnsan ve doğa hakkında bilimsel gözlem esasına dayanmayan inançların çoğu, doğrudan doğruya veya dolayısıyla, dini ve İçtimai çıkarlara hizmet ettikleri için, akıllarını örfe uymaz tarzda kullanan kimselerin eleştirilerine karşı kuvvetle himaye edilmişlerdir. Komşusunun ispatı mümkün bir vakıaya inanmamasına aldıran olmaz.
Bir skeptik kalkıp ta Napoleon ’un yaşamış bir insan olduğunu veya suyun hidrojen ile oksijen ’den meydana geldiğini inkar ederse kendisine giderler, onunla alay ederler. Fakat
eğer, örneğin müşahhas bir Tanrının varlığı veya ruhun ölümsüzlüğü kabilinden ispat edilemez doktrinleri inkar ederse karşılığını pek ağır bir şekilde görür; böyleleri eskiden öldürülürdü bile.
Ortaçağlı dostumuz Konstantinopolis şehrinin varlığından şüphe etseydi ona budala der, geçerlerdi, fakat kuyruklu yıldızların işaret ettikleri anlamı tartışmaya kalkışınca başına iş açmış olurdu. Kudüs şehrinin varlığını inkar edecek derecede deli olsaydı, galiba, yalnız gülünç olmakla yakayı kurtaramazdı, çünkü Kudüs Kutsal Kitap’ta adı geçen şehirlerdendir.
Ortaçağlarda, otorite baskısıyla, herkesin doğrudur diye onaylaması zorunlu olan inançlar geniş bir saha kaplardı, aklın bu sahaya girmesine izin verilmezdi. Fakat akıl, kendi özüne sadık kalmaktan ayrılmadıkça, keyfi surette konulan yasakları, çizilen sınırları kabul edemez Tecrübe alemi aklın faaliyet sahasıdır, o alemin bütün cüzleri birbirine eklidir ve hepsi arasında sıkı birbirine bağlılık ilişkisi vardır, bu sebeple akıl kendisinin giremeyeceği bir yer bulunmasını kabul edemeyeceği gibi, güvenilebilir olduğunu inceleyip onaylamadıkça, hiç bir otoriteye de kendi haklarından hiç birini terk edemez Aklın bütün düşünme sahasında, ortaklık kabul etmez surette, mutlak hukuk sahibi olduğunun kesinlikle ifadesine rasyonalizm denir, ve bu deyimin bugün bile pek de hoş nazarla görülmemesi vakıasından, akıl ile onun karşısına sıralanmış olan zıt kuvvetler arasında ne çetin mücadeleler geçmiş olduğunu çıkarabiliriz. Rasyonalizm deyimini burada yalnız teoloji sahasındaki durumu bakımından ele alıyoruz, çünkü aklın hak ve yetki davasının en büyük şiddet ve inatla mukabele gördüğü saha odur. Aynı düşünce ile, hür düşünceyi, yani düşüncelerin, kendi öz otoritesinden başka bir otorite tanımamak sistemini de gene teoloji çerçevesi için irdeliyoruz. Bu sahadaki mücadelede, başından sonuna kadar, otorite daima kendisi için en uygun imkan ve şartlar bulmuştur. Akıl tarafını gerçekten tutan insanlar ise her zaman küçük bir azınlık halinde kalmışlardı ve galiba bundan sonra da, daha hayli zaman, gene böyle kalacaklardır. Aklın biricik silahı kanıt ve ispat olmuştur, otorite ise maddi ve manevi şiddet, yasal zorlama ve sosyal nefret vasıtalarını kullanmıştı!
Bazı defa hasmının silahını kullanmağa kalkıştığı dahi olmuşsa da böyle yapınca ancak kendisini yakalamıştır. Gerçekte, otoritenin stratejik durumunda en zayıf nokta şu idi ki, onun şampiyonları da insan oldukları için akıl ve muhakemelerini kullanmazlık edemiyorlar ve sonuçta kendi aralarında ihtilafa düşerek bölük bölük oluyorlardı. Bu durum akıl için bir fırsat oluşturuyordu. O da bundan yararlanarak, sanki düşman tarafında çalışıyormuş ve onun davasını güdüyormuş gibi görünerek, aslında kendi zaferini hazırlıyordu.
İnsan tecrübesinin ötesinde oldukları için tahkik veya ispat edilmez, fakat aynı zamanda akislerinin ispatı da imkansız, doktrinlerden teşekkül eden otoritenin de kendisine göre bir sahası bulunduğu, itiraz olarak, öne sürülebilir. Tersi ispatlanamayacak binlerce önerme icat edilebileceği şüphe götürmez bir gerçektir; imanı güçlü her insanın bunlara inanmasına engel de yoktur; fakat böyle önermelere, batıllıkları ispat edilemediği için, gerçek diye inanılması gerektiğini de hiç kimse iddia edemez. Eğer içlerinden bazıları inanılmağa değer ise, bu hususta hüküm verecek olan gene akıldan başka ne olabilir? Şayet otorite’dir, cevabı verilirse, şu zorlukla karşılaşırız ki, otoritenin tutup savunduğu birçok inançlar, akisleri ispat edilmek akıbetine uğradıkları için, herkes tarafından terk edilmişlerdir. Böyle olmakla beraber, hala, bir teoloji doktrinini, batıllığım ispat edemedikçe, inkar etmeye hakkımız olmadığını söyleyenler de vardır. Halbuki ispat külfeti inkar edene düşmez. Bir konuşma hatırlıyorum ki, buna iştirak edenlerden biri cehennem hakkında alaycı bir lisan kullanınca, o müessesenin sadık dostu olan muhatabı, muzaffer bir eda ile, “Fakat saçma gibi görünse bile, mevcut olmadığını ispat edemezsiniz” demişti. Size Sirius etrafında dolanan bir planet’te eşeklerden mürekkep acayip bir millet yaşadığını ve bunların İngilizce konuşarak zamanlarını ırkın ıslahı meselesini tartışmakla geçirdiklerini söyleseler, bu anlattıklarının asılsız olduğunu ispat edemezsiniz, fakat ispat edilemediği için bunlara inanmak mı gerekir? Böyle bir iddia haklı olabilir mi? Bazı kafalar, bir çok defalar tekrar edilmek suretiyle, telkin kuvvetinin etkisi ile böyle şeylere inanmak istidadında olabilirler. En çok ısrarlı tekrarlamalarla işletilen (ve zamanımızda reklamcılık işlerinin teorik esasını oluşturduğu görülen) bu telkin kuvveti otoriteye dayanan fikirlerin yerleşmesinde, dini itikatların yayılmasında büyük bir rol oynamıştır. Bereket versin ki, aynı çareden akıl da faydalanabilmektedir.
Bir taslaktan ibaret olan bu kitapta bahislerin çerçevesini yalnız “Batı Uygarlığı” oluşturacaktır. Bahse Yunan aleminden başlayacağız ve mevzuun başlıca safhalarını göstermeğe çalışacağız. Kitap geniş ve karmaşık bir konuya sadece mütevazı bir giriş denemesinden ibarettir; bu öyle bir konudur ki, hakkıyla işlenirse yalnız dinin, Kiliselerin, din sapıklıklarının, dini zulümlerin tarihini değil, belki felsefe tarihi ile doğa bilimlerini ve politika teorilerini de kaplar. On altıncı asırdan “Fransız Devrimi”ne kadar önemli tarihsel olayların hemen hepsi, şu veya bu bakımdan, düşünme özgürlüğü mücadelesi ile ilişkilidir.
Antik medeniyetin yıkılmasından beri aklın yeniden özgülüğe kavuşmasına engel veya yardımcı olan zihinsel ve toplumsal kuvvetlerin yönlerini ve birbirlerine olan etkilerini ortaya çıkarmak için bütün bir ömrü tüketmeye, anlatmak için de birçok kitap yazmağa ihtiyaç vardır. Tek bir insanın yapabileceği, hatta bundan daha büyük bir kitap yazdığı takdirde bile, o mücadelenin genel seyrini göstermekten, bir de yazarın özel olarak incelemiş olduğu bazı noktalar varsa, onlar üzerinde durmaktan ileri gidemez.
John Bagnell Bury
(İrlanda’lı tarihçi bilgin ve dilbilimci)
Çeviren: Mahmut Özdil
[1] Trinily karşılığı kullanılmıştır, Arapçası Tesli