Ayşe Hür: Milli Mücadele’nin başlarında, Mustafa Kemal, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda ordu komutanlarına ve Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektupta, bazı meclis konuşmalarında ‘Kürdistan’ terimini kullanıyordu.
PKK’nın 1984 Eruh baskınından bugüne dek, Avrupa’nın en büyük, dünyanın 6. büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 20 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etti. 14 ilde 1987-2002 arasında “Olağanüstü Hal” (OHAL) ve sıkıyönetimler ilan edildi. Bunlar tam 57 kez uzatıldı. 24 kez sınır ötesi operasyon yapıldı. Resmi rakamlara göre 14 yılda 96 milyar dolar harcandı.
Bazıları bu rakamın aslında 400 milyar dolar olduğunu söyledi. Resmi rakamlara göre Türk tarafından asker-sivil 10 bini aşkın kişi hayatını kaybetti, bir o kadarı da yaralandı, sakat kaldı. PKK mensubu ya da yandaşı 25 bini aşkın kişi ‘etkisiz hale getirildi.’
AD KOYAMAMAK • 7 yıl kulağımızın üstüne yattıktan sonra 2006’dan itibaren tekrar tırmanan ‘düşük yoğunluklu çatışma’ durumunun bilançosu hakikaten vahim. Yürekleri dağlayan ölüm haberleri, sadece ilan edilmemiş bir savaşın sürdüğü bölgede değil, tüm ülkede yaşanan ama tam dökümünü bilmediğimiz ekonomik, sosyal, psikolojik, yıkımlar, Ayvalık örneğinde ürkerek izlediğimiz türden ‘Türk’ ve ‘Kürt’ toplumları arasında yükselen düşmanlık hali ve daha nicesi.
Damadı gazeteci Metin Toker’e bakılırsa, İsmet İnönü “Daha Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladı bu Kürtleri ne yapacağız diye?” demişti. (Aktaran Hasan Cemal 26 Ekim 2007 Milliyet) Yani, sorun bazılarının göstermek istediği, 1984’te PKK’nın Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlamadı. Aksine Cumhuriyetle yaşıt. Tam 85 yıldır, ‘şekavet’, ‘eşkıyalık’, ‘asayişsizlik’, ‘feodalizm’, ‘geri kalmışlık’, ‘modernleşme karşıtlığı’ gibi bağlamlarda ele aldığımız bu meseleye ‘Kürt Meselesi/Sorunu’, ‘Terör Meselesi’ ya da ‘dış mihrakların işi’ adı takmanın tarihçesi oldukça yeni. Yani PKK bir neden değil bir sonuç.
Adı doğru koyulamadığı için, meselenin nasıl bitirilebileceği konusunda da uzlaşma yoktu. Eskiden ‘harekat’, tedip’, ‘tenkil’, ‘sürgün’ ve ‘imha’, ‘asimilasyon’ gibi zorbalıkla çözülmeye (!) çalışılan sorun şimdi de benzer yöntemlerle ele alınıyor. Kimi, PKK’yı tepelemek, kimi yerel yönetimleri ele geçirmek, kimi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yatırım yapmak, kimi Kuzey Irak’a girmek, kimi Batılı ülkelere ültimatom çekmekten söz ediyor. Ama pek az kimse, bu ülkenin dört bir yanında Türklerle iç içe yaşayan, onlarla birlikte aş ve iş peşinde koşan, onlarla birlikte gülen ağlayan şiddete bulaşmamış Kürtlerin ne istediğini soruyor. Sormak ne kelime Kürtlerin en azından belli bir bölümünü temsil eden HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve nihayet DTP gibi partiler devlet katında, medyada ya da sivil toplumda sürekli yok sayılıyor, tahkir ediyor veya dışlanıyor. Benzer muamele, Türkiyeli Kürtlerin akrabaları olan Iraklı Kürtlere karşı da yapılıyor.
EMPATİ EKSİKLİĞİ • Bunun bir de öteki yüzü var. Tarihi devletin izin verdiği ölçülerde öğrenebilen Türk tarafı, ‘Kürtlerin karda yürürken kart kurt sesi çıkardığı için Kürt adını almış bir Türk boyu’ olmadığını yeni idrak etmeye başladı ama, Kürtler arasındaki farklılıkları, Kütler ile PKK, PKK ile Kürt milliyetçiliği, milliyetçi taleplerle kültürel talepler, kültürel taleplerle insan hakları gibi olgular, kavramlar arasındaki ilişkileri haklı olarak kurmakta zorluk çekiyor. Özetle, Kürtlerin (ve onlara destek veren uluslar arası toplumun) kendilerinden ne istediğini bir türlü anlayamıyor.
Gerçi Kürtler bu saptamaya çık kızıyorlar ve ‘85 yıldır söylüyoruz, duymuyorsunuz, anlamıyorsunuz, anlamak istemiyorsunuz’ diyorlar. Ama Aralık 2004’de International Herald Tribun’ün Avrupa baskısı ile Le Monde’a verdikleri 200 imzalı ‘Kürtler ne istiyor?’ başlıklı ilandan sonra çıkan tartışmalardan hatırlıyoruz ki, henüz Kürtlerin kafası da ne istedikleri konusunda berraklaşmış değil. Federal haklarla esnetilmiş üniter devletten ekolojik topluma, Kemalizm’i referans alan demokratik konfederalizmden bağımsız ulus-devlete kadar pek çok projenin yandaşı var. Üstelik bazen aynı kişiler, birden fazla projeyi aynı anda savunuyorlar. Yani her iki taraf da haklı. Ne Kürtler taleplerini derli toplu, açık, net anlatabiliyor, ne Türkler onları anlamak istiyor.
Bunlara ek olarak, her iki taraf da ‘Türkler’ ve ‘Kürtler’ gibi ‘yaratılmış’ kategorilerle konuşmanın mahzurlarını yaşıyorlar. Halbuki ne yekpare bir ‘Türklük’ ne de yekpare bir ‘Kürtlük’ var. Ama en kötüsü, her iki tarafın büyük bir kesiminin, meseleye milliyetçi paradigma içinden bakması. Çünkü her milliyetçilik gibi, Türk ve Kürt milliyetçiliği de diğerini ‘ötekileştirerek’ kendini tanımlayabiliyor.
Bu yazı dizisinde, iki halk arasında modern çağlardaki ilişkilerinin tarihçesini, milliyetçi paradigmalardan haberdar olarak ama onların esiri olmadan özetlemeyi amaçlıyorum. Çünkü konu, ciltler dolusu kitapla bile anlatılmayacak kadar karmaşık ve derin. Bu özetten haraket ederek, merak ettiğiniz başlıkları daha derinlemesine inceleyebileceğinizi umuyorum. Elbette, gerek yer sınırlılığı yüzünden, gerekse benim bilgisizliğim ya da unutkanlığım yüzünden atlanmış önemli noktaları sizlerin eleştiri ve katkılarıyla ilerde tamamlarım.
KENDİ VAR, ADI YOK BİR ÜLKE: KÜRDİSTAN • ‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Hemedan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’nde kullanılmıştı. Kürdistan adı, coğrafi bir terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman 1525 ve 1553 tarihli fermanlarında da vardı. I. Ahmet 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde ayrıntılarıyla ‘Kürdistan’ bölgesini ve şehirlerini anlatmıştı. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa 1847 yılında yönetim birimi olan ‘Kürdistan Eyaleti’ni kurdu. 13 Aralık 1847 tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanan düzenlemedeki eyaletin merkezi Ahlat’tı ve Diyarbakır, Muş, Van, Hakkari, Cizre, Botan ve Mardin’i kapsıyordu. Merkez sonra sırasıyla Van’a, Muş’a ve Diyarbakır’a taşındı. 1856’da bu eyaletin sınırları yeniden düzenlendi, 1864’te ise Diyarbakır ve Van vilayetlerine bölünerek son buldu.
I. Abdülmecid (1839-1862) Bedirhan Bey’in eline geçen Harput, Urfa, Diyarbekir, Erzurum, Bağdat ve Musul bölgelerini geri alınmasının şerefine 1847’de Kürdistan madalyası yaptırmıştı. Altın, gümüş ve bronz üç çeşit 29 mm. çapındaki madalyanın üzerinde Kürdistan dağlarının kabartması, Kürdistan yazısı ve taarruzun Rumi takvimdeki yılı 1263 yazıyodu. Madalyanın arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu.
Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Paşa’ya gönderdiği13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkireye bakılırsa bu tarihte de ‘Kürdistan, Ermenistan, Kürt gibi terimler hiçbir komplekse kapılmadan kullanılıyordu.
Milli Mücadele’nin başlarında, Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektuplarda, bazı meclis konuşmalarında ‘Kürdistan’ dediğini, Birinci Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine ‘Kürdistan’ milletvekili dendiğini biliyoruz. Ama 1923’ten itibaren belgelerde bölgeden Vilayat-ı Şarkıya veya Şarkî Anadolu olarak söz edilmeye başladı. 1930’larda Şark, 1950’lerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, 1960’larda Kalkınmada Öncelikli Yöreler, 1984’ten 2002’ye kadar OHAL Bölgesi dendi. Bugün ise belirgin bir adı yok ama Kürdistan adını telaffuz etmek adeta tabu haline geldi. Öyle ki, Irak’ta resmi adı ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olan idari yapı için bile ‘Kuzey Irak’taki oluşum’ gibi garip bir terminoloji kullanılıyor. İran’daki Kürdistan bölgesinden ise çok az kimsenin haberi var.
KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN ‘GEÇ’ DOĞUMU • Osmanlı Devleti’nde, 1839’da Tanzimat ilanından sonra yaşanan ilk ciddi Kürt ayaklanması Cizre’deki son Botan Emiri Bedirhan Bey’in 1847’deki ayaklanmasıydı ama bu bırakın milliyetçiliği, ‘Kürtlük bilinci’yle bile değil, merkezi devlete karşı yetke alanını genişletmek için yapılmış bir başkaldırıydı. Yıllarca merkezle işbirliği içinde yöredeki Kürt aşiretlerine hükmeden Bedirhan Bey, bir süre sonra gücünün büyüsüne kapılmış, önce devletin Hıristiyan tebaasından Nasturilere saldırmış, arkasından Van bölgesinde Tanzimat reformlarına karşı çıkan Kürt aşiretlerine arka çıkmıştı. Merkezi devlet de, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa tehlikesini savuşturduktan sonra Bedirhan Bey’e haddini bildirmeye karar vermişti. 1847’de başlayan çatışmalar, sekiz aylık bir mücadeleden sonra merkezin galibiyeti ile sonuçlandı. Bedirhan Bey önce İstanbul’a sonra yabancı ülkelerin ricasıyla Girit’e sürgüne gönderildi. Orada Müslüman ve Hıristiyanlar arasında arabuluculuk yapması üzerine devlet tarafından affedildi ve ‘Paşa’ unvanıyla ödüllendirildi.
ŞEYH UBEYDULLAH İSYANI • Bedirhan Bey’in yenilgisinden sonra bölgede dinsel, ekonomik ve siyasal anlamda en güçlü aktör Hakkari’nin Şemdinli bölgesindeki Nehri köyünde ikamet eden Şeyh Ubeydullah olmuştu. Peygamber soyundan gelen ve Nakşibendiliğin Halidiye koluna bağlı olan Şemdinanlar, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasındaki bölgenin kontrolünü tamamen eline geçirmişlerdi. Ağır vergileri ve 1879’da kötü geçen hasadı bahane eden Şeyh, önce vergi sistemini değiştirmek için devletle pazarlık yapmış, ama istekleri yerine gelmeyince Nasturilerin de desteğini alarak 1880’de hem Osmanlı Devleti’ne, hem de İran’daki Kaçar Devleti’ne isyan ettiğini açıklamıştı. Uzun bir pazarlıktan sonra Medine’ye sürgüne gitmek zorunda kalan Ubeydullah’ın Başkale’deki İngiltere Konsolos Yardımcısı Clayton’a yazdığı mektuptaki bazı ifadeler, ‘Kürtlük bilinci’nin şekillenmeye başladığını düşündürüyordu, çünkü talepler arasında Kürdistan’ın bağımsız bir bölge olarak tanınması vardı. (Ayaklanma hakkında ayrıntılı bilgi için: Waidieh Jwadiah, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi ve Gelişimi, İletişim, 1999, s. 143-193)
İTC’NİN KÜRT ÜYELERİ • Ama ortada henüz ‘Kürt milliyetçiliği’ diye bir oluşumun olmadığı 1889’da ilerde Türk milliyetçiliğinin şampiyonluğunu yapacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kuruluşu sırasında anlaşıldı. İTC’yi kuran beş kişiden ikisi, Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakır’lı İshak Sukuti Kürt’tü. Cemiyetin önde gelenleri arasına bulunan Bağdat Mebusu ve Darülfünun Hocası Babanzade İsmail Hakkı, İslamcı çevrelerde itibar gören Darülfünun Hocası Babanzade Ahmet Naim, sosyolog Ziya Gökalp önemli Kürt aydınlarıydı. Ayrıca 1847’de ayaklanan Botan Emiri’nin oğlu Bedirhan Bey, Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Nehri Şeyhi Seyit Abdülkadir Efendi ve Bitlisli Saidi Nursi de İTC üyesiydi. (Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Koral-Fırat Yayınları, 1991, s.26.)
KÜRDİSTAN GAZETESİ • İstanbul’da bunlar olurken, Batı ile ilişki kurulan ve ondan etkilenilen diğer coğrafyalardaki modern anlamda milliyetçiliğin ilk emareleri görülmeye başlamıştı, ama henüz siyasal değil kültürel bir uyanış söz konusuydu. 1889’da Bedirhan Bey’in oğlu Midhat Mikdat Bey’in Kahire’de çıkardığı Kürdistan gazetesi bunun bir örneğiydi. Gazete geniş kitlelere ulaşamıyordu ancak, büyük kentlerdeki Kürt aydın ve elitlerini etkiliyordu. Gazetede Kürtlerin birliği, eğitime önem vermeleri, sanayi ve bilime yönelmeleri, köklerine uzanmaları, geçmişlerinden onur duymaları gibi konular vurgulanıyordu. Ahmedê Xanê’nin Mem u Zin adlı ünlü destanı ilk kez bu gazetede dizi halinde yayınlanmıştı.(Kutlay, İttihat Terakki, s. 23.)
II. Abdülhamit’in baskı rejiminden Avrupa’ya kaçan Jön Türklerle Kürt aydınlarının sıkı olmasa da teması sürmüştü. Nitekim Mithad Bey’in kardeşi Abdurrahman Bedirhan 1897’de Cenevre’de çıkarttığı bir diğer Kürdistan Abdurrahman Bey, Anadolu Kürtlerini ‘sersemletici uyku’dan uyanmaya davet ediyordu ama bu çağrılarında milliyetçi tonlar yoktu. Çünkü o dönemin pek çok İttihatçısı gibi monarşi yanlısıydı ve çareyi Osmanlı Devleti’nin restorasyonda görüyordu. (Celile Celil, Kürt Aydınlanması, Avesta Basın Yayın, 2000, s. 30.)
KÜRT TEAVÜN VE TERAKKİ CEMİYETİ • Seyit Abdülkadir, Saidi Nursi, Babanzade İsmail Hakkı, Hacı Tevfik (Piremerd) ve diğer Kürt aydınları tarafından 1908’de kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (Kürt Dayanışma ve Gelişme Cemiyeti) o tarihe kadar aralarında çekişme olan Bedirhanlar, Şemdinanlar ve Babanzadeleri ilk kez bir araya getiriyordu. Seyit Abdülkadir’e büyük saygı duyan İstanbullu hamallar da cemiyetin halk ayağını oluşturuyordu. Kürtlüğe, İslam’a, Osmanlılığa, Anayasaya bağlılığın esas olduğu bir dayanışma örgütlenmesi olan cemiyet, Kürt aşiretleri arasındaki sorunları çözmek için eğitim, ticaret, zanaatı teşvik etmeyi hedefleyen cemiyete sadece İstanbul’da oturan ve Türkçe’yi okuyup yazabilen Kürtler üye yapılıyordu. Kürtçe bilmek ise zorunlu değil, sadece arzulanan bir özellikti. Anlaşılan cemiyet kendini Kürt olmaktan ziyade Osmanlı olarak tanımlıyordu. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, 1908-1918, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984, s. 405-407.) Cemiyetin aynı adı taşıyan bir gazetesi, Meşrutiyet adlı bir de okulu vardı. (Naci Kutlay, “Bedirhan Ayaklanmasından 1920’ye Kürt Milliyetçiliği”, Toplumsal Tarih, S. 158, s. 30.)
KÜRT TALEBE HEVİ CEMİYETİ • İlk legal Kürt öğrenci derneği 1912’de çok sayıda Kürt öğrencinin okuduğu Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi’nde kurulan Kürt Talebe-i Hevi Cemiyeti’ydi. (Hevi ‘ümit’ demekti) Savaş dolayısıyla 1914’te ara verdiği faaliyetlerine 1919’da tekrar başlayan ve hükümetçe kapatıldığı 1922’ye kadar devam eden cemiyetin amacı, İstanbul’da okuyan Kürt öğrenciler arasındaki dayanışmayı sağlamaktı. Hevi’nin yayın organı Kürtçe ve Kürt edebiyatı ile ilgili yazıların yayınlandığı Roja Kurd, Osmanlıca ve Kurmanci dilinde yayınlanıyordu. Hevi’nin amacı Kürtlerin cahilliğine ve yoksulluğuna çare bulmaktı. Roja Kurd hükümetçe kapatıldıktan sonra yerine Hetawe Kurd yayınlanmaya başladı. ‘Kürdistan’dan Mektuplar’ başlıklı köşede Kürtlerin yaşadığı çeşitli bölgelerden haberlere yer veriliyordu. Her ne kadar Hevi siyasi meselelere ilgi duymadığını ifade ediyorsa da, 1919’da Paris Barış Konferansı’nda Kürtleri temsil ettiğini iddia eden Şerif Paşa’ya büyük sempati duyduklarını saklamıyorlardı. (Malmisanij, Kürt Talebe-Hevi Cemiyeti, Avesta Basım Yayın, 2002.)
İTTİHATÇILARIN NÜFUS MÜHENDİSLİĞİ • 1913-1914’te Bitlis-Hizan’da çıkan Mele Selim ve 1914’te Barzan’da çıkan Şeyh Abdüselam ayaklanmaları, belirgin olmasa bile milliyetçi öğeler taşıyordu. Örneğin Barzan İsyanı’ndaki temel talep, Kürt bölgelerine Şafii müftülerin ve Kürt kökenli memurların atanmasıydı. Her iki başkaldırının önderleri İttihatçı yöneticiler tarafından idam edildiler. Bu bu Kürtlerle Türklerin arasını açmadı, çünkü Kürt feodalleri ve Sünni din adamları henüz Sultan karşıtı milliyetçi hareketlere soğuk bakıyorlardı. (Jwaideh, s. 211-219, 247.)
Kürtlerle İttihatçıların ilişkisini ilk bozan 1914’te kurulan İskan-ı Aşair ve Muhacirin Müdiriyeti’nin politikaları oldu. Kanun uyarınca önce 1916’da Kürtçe coğrafi ve yerleşim yerlerinin isimlerini Türkçe’ye dönüştürmeye başladı. Ardından Talat Paşa’nın emriyle savaş sırasında değişik yerlere göç etmiş Kürt nüfusun Türk nüfus içinde yüzde beş oranında dağıtılmasına başlandı. Amaç, Kürtleri daha ‘medeni’ olduğu düşünülen Türk gruplarının arasında eriterek modernleştirmekti. Dışlama içermeyen bu tutumun nedeni Kürt asıllı sosyolog Ziya Gökalp’in birbiri ardına yayınladığı raporlardı. Ancak. Kürt tehciri sırasında açlık, soğuk, hastalık ve jandarma şiddeti sonucu büyük can kayıpları oldu. (Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği, 1913-1918, İletişim Yayınları, s. 399-422.) Nuri Dersimi, Türkçülerin o günlerde her yerde ‘Ne mutlu Türküm diyene’, ‘Yaşasın Türkler’ şeklindeki sloganlarına ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’, ‘Yaşasın Kürtler’ diye cevap verdiklerini anlatır. (M. Nuri Dersimi, Hatıratım, Doz Basım Yayın, 1997, s.31) Türk milliyetçiliği uyuklayan Kürt milliyetçiliğini kışkırtmakta önemli rol oynadı. Bu dönemlerde İTC üyesi pek çok Kürt aydını rakip Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katıldılar. Şerif Paşa da İTF’ye maddi destek sağlıyordu. (Kutlay, İttihat ve Terakki, s. 100, Tunaya, 282.)
KÜRDİSTAN TEALİ CEMİYETİ • 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı ve İttihatçı önderlerin yurt dışına kaçtığı günlerde, Kürdistan Teali Cemiyeti kuruldu. Başkanı yine Seyit Abdülkadir’di. Jin adlı yayın organıyla cemiyet Kürt milliyetçiliğinin artık modern anlamda dile getirilmeye başladığı ilk platform oldu. Ancak, milliyetçi ideolojiyi taşıyacak bir Kürt burjuvazisi henüz oluşmadığı için, milliyetçi projelerini büyük devletlerin desteği ile tepeden inme gerçekleştirmek istiyorlardı. Diyarbakır’daki Kürt Kulüpleri ise hala İTC’nin kontrolü altındaydı ama. Cemiyetin için Seyit Abdülkadir gibi Osmanlı Devleti’nin içinde kalarak otonomi ile yetinmek isteyenler ile Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler gibi bağımsız Kürdistan için arasında büyük çatışma vardı. Seyid Abdulkadir önderliğindeki grup İstanbul’daki ABD, Britanya ve Fransız büyükelçilikleri ile temasa geçerek ‘özerklik’ (otonomi) için destek beklerken, (Silopi, s. 57.) bağımsızlık yanlısı Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti’ni kurdular. Bölünme Kürdistan Teali Cemiyeti’nin aleyhine olmuştu. 1920’de Jin yayın hayatına son verdi ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nin bazı üyeleri örgütten ayrıldı. Bir süre sonra da cemiyetin sonu geldi. Ancak bunun ne zaman olduğu belli değil. Çünkü Suriye’ye geçen Seyid Abdülkadir, örgütün tüm dokümanlarını yakmış. (Oğuz Aytepe, “Yeni Belgeler Işığında Kürdistan Teali Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, S.174, Haziran, 1998. s. 13-15.)
HAMİDİYE ALAYLARI VE AŞİRET MEKTEPLERİ • Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam’ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi ‘Halife’ unvanlı II. Abdülhamit’in iç ve dış politikalarının temel motifiydi. Bu amaçla içerde devletin resmi dini olan Sünni İslam dairesinde olduğu için doğal müttefik kabul edilen Kürtler, Hamidiye Alayları’nda örgütlenerek, hem imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir tampon bölge oluşturuldu, hem başıbozuk Kürt unsurları merkezin kontrolüne alındı, hem de giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin önü kesilmeye çalışıldı. (M.S. Lazarev, Kürdistan ve Kürt Sorunu, Jîna Nû Yayınları, s. 151.)
Başlangıçta sadece Sünni (Türkmen, Karapapak, Kürt ve Arap) aşiretlerden oluşturulması öngörülen alaylar, 1891’de 100 kadar Sünni Kürt (Kurmanc) aşiretinden oluşturulan 36 alayla başladı, sayı 1895’de 57’ye, 1910’da 66’ya ulaştı. Bu süre içinde, Sünni Zaza aşiretleri de alaylara dahil edildi.
Abdülhamit tahttan indirildikten (1909) sonra adları Aşiret Hafif Süvari Alayları olarak değiştirilen alaylar, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle özellikle Üçüncü Orduya bağlı olarak Doğu Cephesi’nde görev aldılar. Sünni Kürt Cibran Aşireti’ne bağlı alayların, Ermenilere ve Varto-Hınıs-Bingöl havalisindeki Kızılbaş (Alevi) Zaza aşiretlerine karşı gerçekleştirdiği eylemler Sünni ve Alevi Kürtlerin ilişkilerinde onulmaz yaralar açtı.
Ancak Abdülhamit’in 1886’da Hicaz, Yemen, Trablusgarp’tan Harbiye Mektebi’ne getirdiği 48 öğrenci ile fiilen başlayan ve 1892’de resmiyet kazanan Aşiret Mektepleri uygulaması tam tersi bir sonuç doğurdu. Hamidiye Alayları’na asker veren Zilan aşiretinin Abdülhamit’e bir mektup yazarak kendi çocuklarının da okula kabul edilmesini istemesi üzerine önce kapılar Kürtlere (başka nedenlerle Arnavutlara) de açılınca, okullar Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçiliğinin taşıyıcısı olacak aydınların yetiştiği ocaklara döndü. (Ayrıntılı bilgi için: Alişan Akpınar ve Eugene L. Rogan, Aşiret, Mektep, Devlet, Osmanlı Devleti’nde Aşiret Mektebi, Aram Yayıncılık, 2001.) Böylece Abdülhamit politikaları bir yandan Sünni ve Kızılbaş Kürt toplumları ile Ermenileri, Süryanileri, Yezidileri ve Türkleri birbirine düşürürken, bu memnuniyetsizliği milliyetçi taleplerin temeli yapacak aydın gruplarının da yetişmesinde pay sahibi olmuştu. Şeyh Said İsyanı’nı örgütleyecek Azadi örgütünün lideri Cibranlı Halit Bey de bu okullardan mezun olmuştu. Ancak, Kürt milliyetçiliği hala tabandan kopuk bir aydın hareketiydi. Tepedeki kadrolar ise ne istediklerine henüz zarar verememişlerdi.
Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-1 – AYŞE HÜR (T.19.10.2008)
Erzurum Kongresi’ne Alevi Kürtlerin yurdu Dersim’den delege davet edilmemişti. Ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Elaziz’den dört, Mardin’den üç delegeyi Elaziz Valisi, Diyarbakır’dan seçilen üyeleri ise Diyarbakır Valisi engellemişti
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde Kürtler temsil edildi mi? Mustafa Kemal Vahdettin görevlendirmesiyle, 3. Ordu Müfettişi ve ‘Fahrî yaver-i hazret-i şehriyari’ unvanı ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan kısa süre sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı Kürt aşiret reislerine telgraflar çekmişti. Telgraflarda kendisinin Sultan tarafından atandığını yakın bir zamanda Kürdistan’ı ziyaret etmek istediğini söylüyor, aynı zamanda ülkenin işgalci güçlerden kurtuluşu için onlardan destek istiyordu. Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Diyarbakır’daki Kürt Kulübü’nün üyesi Kamil Bey’e ve Diyarbakır’lı Cemil Paşazade’ye çektiği telgraflarda, İngiltere’nin bağımsız Kürdistan’ı Ermeni çıkarlarına kurban etmeye çalıştığını, halbuki Kürtlerin ve Türklerin kardeş olduğunu söyledikten sonra ‘Bizim varlığımızın Kürt’lerin,Türk’lerin ve bütün Müslümanların yardımına ihtiyacı var. Genel olarak hepimiz bağımsızlığımızı korumalıyız ve ülkemizin bölünmesine izin vermemeliyiz. Ben Kürt’lere, Osmanlı Devletinin parçalanmaması şartı ile, onların gelişmesine ve ilerlemesine vesile olacak bütün hukuk ve imtiyazın verilmesinden yanındayım” diyordu. (Ghalib Sabah, “The Kurds between Sevres and Laussanne: to what extend does the Treaty of Sevres justify the Kurds’ nationalism aspiration?”, Londra Üniversitesi Tarih Bölümü’nde kabul edilmiş master tezinden, s.26)
KÜRT LAWRENCE FAKTÖRÜ • Mustafa Kemal’i bu vaatleri yapmaya götüren en önemli faktör İngiltere’nin 1919’un yazında, Kürt’lerin ‘devlet kurma kapasitesi’ni anlamak için daha sonra ‘Kürt Lawrence’ olarak tanınan istihbarat binbaşısı E.W.C. Noel’i, Kürdistan’a göndermesiydi. Bağımsız Kürdistan devletinin ateşli taraftarı olan Noel, Celadet Bedirhan ve Kamran Bedirhan başta olmak üzere Bedirhanilerle ilişki kurmuştu. Bu haber Mustafa Kemal’e ulaştığında Noel ve arkadaşlarının tutuklanması için emir çıkardı. Bu işte bazı Kürt aşiret reisleri Mustafa Kemal’e rehberlik ve yardım ettiği gibi Mustafa Kemal’e destek mesajları gönderdiler. Halbuki Noel’in Nisan 1919’da Musul’dan çıkarak bir çok merkeze uğradıktan sonra Haziran ayında Diyarbakır’da sona eren gezisi Kürtlerden ziyade Yunanlıların Ege’ye yaptığı çıkartmadan sonra hemen hepsi eski İttihatçı olan Kürt Kulübü üyelerinin hakim olduğu bölgede, bir katliama uğramaktan korkan gayrimüslimlerin durumunu tespit etmeye yönelikti. Noel gezi sırasında bazı önemli Kürt aşiretlerinin ‘ulusal’ bir yapıyı taşıyacak güçte ve gelişmişlikte olmadığını da tespit etmişti. Nitekim bir süre sonra başka gerekçeler de araya girince İngilizler ‘bağımsız bir Kürdistan’ projesinden vazgeçtiler. Bunun üzerine Mustafa Kemal Kürtleri, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (VŞMHC) Erzurum’da yapılacak genel kongresine davet etmeye karar verdi. (Andrew Mango, “Ataturk and Kurds”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No.4, 1999, s. 1-10)
WILSON PRENSİPLERİ • VŞMHC, 1918’de İttihatçılar tarafından İstanbul’da kurulmuştu. Amacı, Doğu Anadolu bölgesinde bir Pontus devleti ya da Ermenistan kurulmasını önlemekti. Erzurum’a giderken hem Türk tarafının hem de Kürt tarafının temel beklentisi, Mondros Mütarekesi ile her köşesi yabancı işgaline uğramış Anadolu’da, ABD Başkanı Wilson’un ‘14 İlkesi’ uyarınca bir çıkış yolu bulmaktı. Çünkü Wilson ilkelerinin temelini savaş sonrasında kurulacak dünya düzeninin ‘milliyet esasına göre’ olması oluşturuyordu. 14 İlke’nin 12. maddesi ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının Osmanlı egemenliği sağlanacak fakat Türk olmayan diğer halklara otonom idareler verilecek, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası garanti altında her milletin gemilerine daimi suretle açık olacak” diyordu. Wilson’un Ermeni mandası konusunda isteksiz olması da eklenince Kürtler ve Türkler, ABD’ye iyice sempati duymaya başlamışlardı.
İTTİHATÇILARIN HAKİMİYETİ • 23 Temmuz 1919’da başlayan kongreye, Türklerin ağırlıklı olduğu Erzurum Vilayeti’nden 24 (bazı kaynaklara göre 26) kişi, Sivas Vilayeti’nden 12 (bazı kaynaklara göre 10) kişi, Trabzon Vilayeti’nden 18 (bazı kaynaklara göre 16) kişi katılırken, Kürtlerin ağırlıklı olduğu Bitlis Vilayeti’nden dört kişi, Van Vilayeti’nden iki kişi katılmıştı. Bunlardan 33’ü (bazı kaynaklara göre 53’ü) İttihatçı, ikisi Hürriyet ve İtilafçı idi. Delegelerin 22’si Kürt asıllıydı ama Kürtleri temsil etmiyorlardı. Aksine, İttihatçıların Türkçülük ideolojisini benimsemiş kimselerdi. (Derviş Kılınçkaya, “Milli Mücadele’de Kongreler ve İttihatçılık Sorunu”, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/akademik/arsiv/kongr.htm.)
Öte yandan, kongreye Alevi (Kızılbaş) Kürtlerin yurdu olan Dersim Vilayeti’nden kimse seçilmemiş ve katılmamıştı. Yine ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Elaziz’den katılacak dört kişiyle, Mardin’den katılacak üç kişiyi Elaziz Valisi Ali Galip engellemişti. Diyarbakır’dan seçilen üyeleri ise (kaç kişi bilinmiyor) Diyarbakır Valisi engellemişti. Kürt milliyetçiliğinin önderlerinden olan Cibranlı Miralay Halit Bey kongreye davet edildiği halde mazeret gösterip katılmamıştı. (Bunun nedeni 1925’te anlaşılacaktı.) Seyit Abdülkadir’in başını çektiği Kürt Teali Cemiyeti ise, Erzurum Kongresi’nce gönderilen heyeti sessizce dinleyip, başlarının çaresine bakmalarını söylemişti. Bağımsız Kürdistan peşindeki Bedirhaniler ise yurt dışına çıkmışlardı.
Böylece Kürt milliyetçiliğinin temsilcileri olmadan toplanan Erzurum Kongresi’nin 7 Ağustos 1335/1919 tarihli Beyannamenin 1. maddesinde Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Mamuretülaziz, Van, Bitlis Vilayeti dahilindeki toprakların ve üzerlerinde yaşayanların ayrılamayacağı ifade edilerek, Türk milliyetçilerinin Misak-ı Milli söylemi kağıda geçiriliyordu. Beyannamenin 8. maddesinde ise Wilson’un ‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanıyor, konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilerek, deyin yerindeyse, Kürtlere ‘havuç’ uzatılıyordu. (Kongre hakkında ayrıntılı bilgi için: Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara 1946; Süleyman Necati’nin Hatıra Defteri, Yay. Haz. Ali Birinci, İstanbul 1999)
SİVAS KONGRESİ’NDE NE OLDU? • Peki, Mustafa Kemal’in ‘asıl’ kongre kabul ettiği Sivas Kongresi’nde Kürtler temsil edildi mi? Maalesef hayır. Sivas’a gitmek üzere Erzurum’da seçilen 8 kişilik ‘Heyet-i Temsiliye’ şu üyelerden oluşmuştu: Mustafa Kemal (Eski Üçüncü Ordu Müfettişi); Rauf Bey (Eski Bahriye nazırı), Hoca Raif Efendi (Eski Erzurum Milletvekili), İzzet Bey (Eski Trabzon Milletvekili) , Servet Bey (Eski Trabzon Milletvekili), Şeyh Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşî Şeyhi), Sadullah Efendi (Eski Bitlis milletvekili), Hacı Musa Bey (Mutki Aşiret Reisi.)
Bu sekiz kişiden son beşi, Erzurum Kongresi’ne delege olarak bile katılmamışlardı. Trabzonlu delegeler o günlerde Milli Mücadele’ye katılmak yerine özerk bir Trabzon oluşumu peşinde koşan Trabzonluları ikna etmek için seçilmişti, Kürt delegeler ise Türk-Kürt ittifakı görünümünü pekiştirmek için listeye yazılmışlardı. Mustafa Kemal’in Erzurum’a özel olarak davet ettiği Mutkili Hacı Musa Bey, bölgesinde zorbalığıyla tanınan bir aşiret reisiydi, korkusundan bölgesinden çıkamadığı için Sivas’a da gidememişti.
Sonuçta, 4 Eylül 1919’da açılan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla beraber sadece 38 kişi hazır bulundu. Kongre’ye Osmanlı dönemi yöneticilerinden İttihatçı Mazhar Müfit’in (Kansu) dışında herhangi bir Kürt asıllı katılmadı. Diyarbakır temsilcisi olarak giden İhsan Hamid, Sivas’a yetiştiğinde kongre sona ermişti. Ancak, kongreye katılmayan İhsan Hamid, Sadullah Efendi ve Hacı Musa Mutki adlı üç Kürt reisi, 12 üyeden oluşan başkanlık konseyine seçilerek Türk-Kürt ittifakı zahiren de olsa kuruldu. Kongreye damgasını İttihatçılık ve manda meseleleri vurduğu için, Wilson Prensipleri uyarınca ‘kendi kaderini tayin hakkı’ gibi konular ele alınmadı. Kongrenin sonuç bildirisinde sadece “Milli iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi’nin derhal toplanması mecburidir” gibi muğlak bir ifadeyle yetinildi ve Ankara’ya doğru yola çıkıldı. (Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları, 1999.)
BÜYÜK DEVLETLER KÜRTLERE İHANET Mİ ETTİ? • 1916 tarihli meşhur Sykes-Picot Andlaşması çerçevesinde Irak, İngiltere nüfuz bölgesi olarak tanımlanmıştı. İngiliz Hükümeti ele geçirilen topraklarda oluşturulacak yönetim modellerine karar vermek üzere Lord Curzon başkanlığında bir komisyonu görevlendirmişti. Ama İngiltere Kürtler için belli bir politika geliştirmemiş gibi görünüyordu.
İngilizler uzun süre ‘Kürdistanlı Lawrence’ Binbaşı W. C. Noel aracılığıyla politika geliştirmeye çalıştılar. Binbaşı Noel’in önerisi, Kuzey Kürdistan denilen Güneydoğu Anadolu bölgesinde İngiltere’nin gözetiminde özerk bir idare kurmaktı. Halbuki Britanya’nın Irak Valisi Sir Arnold Wilson ‘Kürdistan terimi genel anlamda coğrafi bir ehemmiyeti olmayan, müphem (belirsiz) bir terimdir… Bugün Suriye, Türk ve Irak sınırlarının kesiştiği bölgelerdeki büyük dağlar arasında uzanan vadilerde yaşayan Kürtlerin ait oldukları aşiret dışında pek fazla birlik ya da bağlılık duygusu yoktur…’ diyordu.
Kemalist güçlerle İngiltere arasındaki çekişmelerin Musul’da yarattığı boşluktan yararlanmak isteyen Şeyh Mahmud Berzenci adlı Kürt beyi, 22 Mayıs 1919’da Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini esir alıp bağımsız Kürdistan hükümetini ilan edince İngilizlerin tepkisi sert oldu. Haziran ayına gelindiğinde Berzenci Hindistan’a sürgüne gönderilmişti bile. Çünkü A. Wilson’un selefi Sir Percy Cox, Kerkük ve Musul petrollerinin önemini fark etmişti ve bölgede bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasının bu zenginlikten vazgeçilmesi anlamına geldiği konusunda merkezi ikna etmişti. Nitekim 1919 sonlarında, Suriye’den Paris Barış Konferansı’na gitmeye çalışan Kürt delegeler, İngiliz ve Fransız yetkililer tarafından çeşitli yöntemler kullanılarak (havalar bozuk, gemi bozuldu, tamire alındı vs.) oyalandılar, engellendiler.
Ağustos 1921’de, Irak manda yönetimi kuruldu. Faysal, Bağdat’ta krallık tacını giyerken, Milletler Cemiyeti (MC), Kürtlere özerklik verilmesini tavsiye etmişti. Ancak Britanya, Kürtlerin taleplerine ve MC’nin önerilerine hiç olumlu karşılık vermedi. Ancak Araplarla Kürtler arasındaki çatışmaların sertleşmesi üzerine Ekim 1922’de Berzenci’yi Hindistan’dan getirip bazı yetkilerle ‘Özerk Kürdistan’ın başına koydular. 1923’te İngiltere ile Irak arasında anlaşma yapılarak özerk Kürdistan yine Irak’a bağlandı. İngiltere 1924 ve 1927’de tekrar başkaldıran Berzenci’ye son darbeyi 1930’da vurdu ve 1941’e kadar Irak’ın güneyine sürgüne gönderdi. Berzenci 1956’da sürgünde öldü. (Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, Sabah Kitapları, 1996, ilgili sayfalar.)
SOVYET RUSYA’NIN TAVRI • 26 Nisan 1920’de BMM adına Lenin’e bir mektup yazan Mustafa Kemal ‘Batılı emperyalistlere karşı Sovyet Rusya’dan destek talebinde bulunmuştu. Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’in 3 Haziran tarihli cevabında ‘Türk Ermenistan’ı, Kürdistan, Lazistan, Batum ili, Doğu Trakya ve ahalisi karışık Türk ve Arap olan bütün yerlerin, ‘kendi kaderlerini belirlemesi’ gerektiği belirtiliyordu. Rusya’nın yardımına muhtaç olan Mustafa Kemal 20 Haziran 1920’de Lenin’e gönderdiği ikinci mektubunda ‘bu prensipler bizim de samimi ve ciddi prensiplerimizdir. Garp devletleriyle olan mücadelemizin esas amacı da budur. Koşulları oluştuğunda ve fırsat bulunduğunda bu kurallar uygulanacaktır’ demişti. Ancak iki hafta sonra meclisin gizli oturumunda asıl niyetini gösterdi “…Arabistan ve Suriye’nin –hududu milli haricinde müstakil bir devlet olmasını… Erivan Cumhuriyetini tesis ve teşkil eden Ermenierin müstakil olmalarını ve bapta arzları her ne ise zaten kabul etmişizdir. Fakat Kürdistan, Lazistan vesaire hakkında değil.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. I, TBMM Basımevi, 1980, s. 73.) Yani Mustafa Kemal o sırada Fransızların otorite alanına giren Suriye’nin ya da Sovyet Rusya’nın kontrolündeki Ermenistan’ın ‘müstakil’ olmasına evet diyor ama kendi otorite alanındaki Kürtlerinkine hayır diyordu. Bu tavır elbette meclisteki Kürt asıllı milletvekilleri tarafından eleştirilmedi.
Ama Kürtler için asıl şansızlık, Mustafa Kemal’in ordularının I. İnönü Savaşı ile Yunan ordularını püskürtmeye başlamasıydı. 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Anlaşması ile Kürtlerin kaderi iyice netleşmişti. Şeyh Mahmut Berzenci’nin ‘Kürt halkının kendi kaderini Sovyet halkının kaderiyle birleştirmeye hazır olduğunu’ bildirerek yardım talebinde bulunduğu iki mektubuna Sovyet Rusya yanıt bile vermedi.1923 yılında, Ermenistan’la Yukarı Karabağ arasında kalan Laçin, Qelbejer, Kubatlı, Zengilan gibi yörelerde kurulan ‘Kızıl Kürdistan’ adlı özerk bölge ise ancak 1928’e kadar varlığını sürdürebildi.
SEVR’DE KÜRT-ERMENİ İTTİFAKI NASIL BOZULDU? • Birinci Dünya Savaşı’nın hesabını görmek üzere Ocak 1919’dan Ocak 1920’ye kadar süren Paris Barış Konferansı’nda neler oluyordu? İngiliz ve Fransızların kendi kontrolleri altındaki bölgelerden gidecek Kürt delegelerine çıkardıkları engeller yüzünden Kürtleri konferansta Kürtçe bilmediği bile söylenen Osmanlı Devleti’nin Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa temsil etmişti. Kürt halkı ile organik bir bağı olmayan Şerif Paşa, meslekten gelen becerisi ve hırsı ile muhayyel bir Kürdistan’ın pazarlığını yapmaya başlamıştı. Ne var ki Şerif Paşa’nın Sevr’de Ermeni heyetinin Başkanı Bogos Nubar Paşa’yla imzaladığı muhtıra, Kürt ülkesinin sınırlarını Van Gölü’nün güneyinden geçirdiği ve fazlaca topraksal tavizler içerdiği için Bedirhanlar tarafından; Ermeni ‘gavuruyla uzlaştığı’ için de Şemdinanlar tarafından reddedilmişti. (Bedirhanlarla Babanların temsil ettiği devrimci gelenek ile Şemdinanlar ve Seyit Abdülkadir’in temsil ettiği muhafazakar gelenek ileriki yıllarda da sürekli çatışacaklardı.)
Sevr’de Kürtler ve Ermenilerin ortak bir devlet kurma yolunda adımlar attığını öğrenen Mustafa Kemal, derhal Doğu’daki bazı Kürt aşiretlerini örgütledi ve Sevr’e protesto telgrafları göndertmeye başladı. 22 Şubat 1920’de Erzincan havalisindeki Baban, Basuranlı, Bodmanlı, Bal, Medarlı, Göçerli, Abbas, Rol, Şadi ve Şişanlı aşiretlerinin reislerinden Fransız Yüksek Komiserliği’ne çekilen “barış konferansına bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur (…) Ermenilerle iş birliği yapma çabaları sonuçsuz kalacaktır (…) Barış Konferansının dikkatine sunuyoruz ki bizi Osmanlı imparatorluğundan ayırmak için varlığımızdan hiçbir şey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz…” deniyordu. Benzer telgraflar 19 Şubat 1920’de Van’dan, 23 Şubat’ta Tercan ve Hasankale’den de gönderildi.
Telgraflarda kullanılan dil, bu aşiretlerin Mustafa Kemal’in hedefleri konusunda en ufak bir bilgisi olmadığını gösteriyordu. O’nu Padişahın temsilcisi sanıyorlardı ve Ermeni tehlikesi ile korkutuldukları anlaşılıyordu. Osmanlıların masada yalnız bırakılmaması yolunda bir telgrafı da Seyit Abdülkadir çekti Ama sonuçta telgraflarla yapılan baskı en sonunda etkisini gösterdi ve Şerif Paşa, 5 Mayıs 1920’de Paris Barış Konferansı masasından çekildiğini açıklamak zorunda kaldı. (Bu süreç hakkında ayrıntılı bilgi için: Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınları.)
Paris’te Kürt ve Ermeni ittifakını bozmayı başaran Mustafa Kemal’in 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasındaki şu sözleri, Ermeni tehlikesi henüz bertaraf edilmediği için Türk-Kürt ittifakının hala önemli olduğunun kanıtıydı:“ Efendiler bu hudut sırf askeri mülahazalarla çizilmiş bir hudut değildir, hududu millidir… Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasırı saire-i İslamiye vardır…” ve “Efendiler… burada maksut olan ve Meclisi alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır…” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I. 1997, s. 30 ve 74-75)
KOÇGİRİ AYAKLANMASI • Resmî tarihe göre, 1919 ile 1921 sonu arasında, Ankara Hükümeti’ne karşı 23 isyan gerçekleştirildi. Bu isyanlardan sadece dördü Kürtlerin oturduğu bölgelerdeydi ve sadece üçüne Kürt aşiretleri katılmıştı. Diğerleri Saltanata ve Halifeye bağlı Türkler ve Çerkezler tarafından çıkarılmıştı. Kürt isyanlarından en önemlisi Dersim’de (bugünkü Tunceli havalisi) meydana gelen Koçgiri Kürt Ayaklanması oldu.
Dersim’deki Alevi Kürt aşiretleri bölgenin ulaşılmazlığı ile Osmanlı Devleti’ne vergi ve asker vermeyen özerk beyliklerdi. Hafik (Koçhisar), Zara, İmranlı, Refahiye, Kemah, Divriği, Kangal, Kurucay ve Ovacık coğrafyasındaki 135 köy, Koçgiri konfederasyonunun kontrolündeydi. 1916’da Ruslar yaklaştığında Sivas merkezli bir Kürdistan için görüşmelere başlamışlar, fakat Ruslar bölgede bağımsız bir Ermenistan kurulmasını tercih ettiği için anlaşma sağlanamamıştı. Bu aşiretler daha sonra Kürt Teali Cemiyeti ile işbirliği yaptılar ve Ankara’daki yeni meclise temsilci göndermediler. Şubat 1920’de, özerklik taleplerini yaşama geçirmek üzere harekete geçtiler.
MECLİSE GİREN AĞALAR • Hareketin liderliğini II. Abdülhamid tarafından paşalık rütbesi verilen İboların reisi Mustafa Paşa’nın oğulları Alişan ve Haydar beyler ile bu beylerin maslahatgüzarı olan Alişer (Alişir) yapıyordu. Hareketin fikri önderi ise Veteriner Hekim Nuri Dersimi’ydi. Ankara önce bölgeye bir Nasihat Heyeti gönderdi ve Diyap Ağa, Meço Ağa, Ahmet Ramiz, Mustafa Bey, Hasan Hayri gibi Koçgiri liderleri Dersim mebusu olarak meclise katılmaya ikna etti. Aynı günlerde 72 Kürt mebusu üzerlerinde yerel giysileri ile Meclis’e getirilirler ve İtilaf Devletlerine Ankara hükümeti ile beraber olduklarını bildiren bir telgraf çektiler.
Koçgiri liderlerinden Nuri Dersimi, ‘Dersim’de özerklik kazanmak üzere oldukları bir dönemde, bu soysuzların indirdiği darbeyi hükümsüz bırakmak için Dersimliler adına mufassal bir rapor tanzim ederek, Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtası ile İtilaf devletleri mümasillerine gönderdik. Bu raporda Ankara hükümetinin tazyiki ile çektirilen ve mahiyeti yukarıda yazılı telgrafta bahis konusu olan iddiayı red ve tekzip etmekle beraber, bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik’ diye yakınacaktı. (Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel Yayıncılık, 1994. s.125.) Ama, ne İngilizler ne de Fransızlar, yek vücut davranmaktan aciz Kürtler uğruna giderek konumu güçleşen Kemalist hareketi karşısına alacak kadar maceracı değildi.
72 Kürt beyinin ihanetini sindiremeyen Alişir ve adamlarını Ankara’nın gönderdiği birliklere saldırmaya başlayınca, asileri tepelemek için, önce Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan edilir, ardından 14 Mart 1921’de “Zo [Ermeniler] diyenleri temizledik. Lo [Kürtler] diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” diyen Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu bölgeye gönderilir. Nurettin Paşa’nın komutasında Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı Giresunlu Topal Osman’ın 47. Müfrezesi de vardır. 17 Haziran 1921’de Alişan ve Haydar Beyler sarıldı. 300 civarında isyancı ölüm dahil çeşitli cezalara çarptırıldılarsa da kaçmayı başaran Nuri Dersimi ve Alişer dışında kalanlar Ankara tarafından affedilecektir, ancak isyan o kadar sert yöntemlerle bastırılmıştır ki, Meclis’te Sakallı Nurettin Paşa’nın aleyhine büyük bir tartışma başlar. Nurettin Paşa’yı cezalandırılmaktan kurtaran ise Mustafa Kemal olacaktır. (Ayrıntılı bilgi için: Koçgiri halk hareketi: 1919-1921, Komal,1992.)
Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet– AYŞE HÜR ( 21.10.2008)
devamı yakında…