ÖLÜM VE PUSULA: GERÇEĞİN İLGİNÇ OLMA ZORUNLULUĞU HİÇ Mİ HİÇ YOKTUR – BORGES

11

Lönnrot’un yılmak bilmez sezgisini bileyen yığınla sorundan hiçbiri, Triste-le-Roy malikânesinde okaliptüslerin sürekli rayihasında doruğuna ulaşan kanlı olaylar dizisi kadar garip -garipten de öte diyebiliriz- değildi. Erik Lönnrot’un son cinayeti önlemeyi başaramadığı doğru, ne var ki onun bu cinayeti önceden görebildiği tartışılmaz. Gerçi Yarmolinsky’nin talihsiz katilinin kimliğini de kestirememişti ama hem bu şeytanca olaylar dizisinin ardındaki gizli biçimlenimi hem de Züppe Scharlach lakabıyla anılan Kızıl Scharlach’ın olaya katkısını sezmişti. Katil (çoğu katil gibi) Lönnrot’u öldürmeye andiçmişti onuru üstüne, gelgelelim adamı sindirmek söz-konusu değildi. Lönnrot kendisini katışıksız bir uslamlamacı, bir Auguste Dupin sayıyordu ama bir serüvenci yanı da vardı, hatta bir kumarbaz yancığı da.

İlk cinayet Hotel du Nord’da -suları çöl renginde bir koya bakan o upuzun prizmada- işlendi. Sözü edilen kuleye (ki bir bakımevinin tiksinç beyazlığını, bir zindanın sayısal bölünürlüğünü ve bir genelevin genel görünümünü çığırtkanca birleştirmiştir) üç Aralık günü, Üçüncü Talmud Kongresi’ne katılmaya Podolsk’tan kül sakallı, kül gözlü Doktor Marcel Yarmolinsky geldi. Hotel du Nord’dan hoşlanıp hoşlanmadığını asla bilemeyeceğiz; Karpatlarda üç yıllık bir savaşa, üç bin yıllık baskıya ve kıyıma katlanabilmesini sağlayan o bildik boyun eğmişlikle kabullendi oteli. Ona R katında bir oda verildi, Galile Valisi’nin hiç de görkemsiz sayılmayacak dairesinin tam karşısında. Yarmolinsky, akşam yemeğini yedi, bu bilmediği kenti dolaşmayı ertesi güne erteledi, yığınla kitabıyla birkaç özel eşyasını gömme dolaba yerleştirdi, geceyarısından önce ışığını söndürdü. (Vali’nin bitişik odada uyuyan şoförü böyle tanıklık etti.) Ayın dördünde, sabah 11.03’te onu Yiddische Zeitung’un redaktörü aradı; Doktor Yarmolinsky telefona çıkmadı. Odasında bulunduğunda yüzü morarmıştı biraz, geniş, çağdışı bir cüppenin altında yarı çıplak yatıyordu. Geçide açılan kapıdan pek uzak değildi; göğsüne derin bir bıçak yarası açılmıştı. Birkaç saat sonra, aynı odada, gazeteciler, fotoğrafçılar ve polisler arasında Müfettiş Treviranus ile Lönnrot olayı serinkanlılıkla tartışıyorlardı.

Purosunu soylu bir kılıç gibi sallayan Treviranus, “Bu konuda fazla kafa yormanın gereği yok,” diyordu. “Galile Valisi’nin dünyanın en değerli gökyakutlarına sahip olduğunu hepimiz biliyoruz. Onlara göz dikmiş biri, yanlışlıkla bu odaya girmiş olmalı. Yarmolinsky uyandı; soyguncu da onu öldürmek zorunda kaldı. Ne dersin bu açıklamaya?”
“Olabilir ama ilginç değil,” diye yanıtladı Lönnrot. “Diyeceksin ki, gerçeğin ilginç olma zorunluluğu hiç mi hiç yoktur. Ben de sana diyeceğim ki gerçek, bu zorunluluktan sıyrılabilir, ama bir varsayım asla. Senin önerdiğin varsayıma fazla raslantı payı giriyor: Karşımızda ölü bir haham var; kendi adıma düz bir hahamlı açıklamayı, düşsel bir soyguncunun düşsel talihsizliğine yeğlerdim.”
Treviranus biraz bozularak yanıtladı:
“Hahamlı açıklamalar bana göre değil. Bu bilinmeyen adamı bıçaklayanı yakalamak benim derdim.”
“Pek o kadar bilinmiyor da sayılmaz,” diye düzeltti Lönnrot. “İşte tüm yapıtları burada.” Gömme dolaba dizilmiş uzun ciltleri gösterdi: Bir Kabala’nın Hak Davası, bir Robert Fludd’ın Felsefe Araştırması; bir Sefer Yezira çevirisi; Bala Şem’in Yaşamöyküsü; bir Hasidi[m] Tarikatının Tarihi; Tetragrammaton Üstüne (Almanca) bir monografi; bir diğeri Pentatek’in kutsal adları üstüne. Müfettiş dehşetle, nerdeyse irkilerek bakıyordu kitaplara. Sonra gülmeye başladı.
“Ben kendi halinde bir Hıristiyanım.” dedi. “İstersen bu küflü ciltlerin hepsini evine götürebilirsin: Yahudilerin kör-inançlarına harcanacak zamanım yok.”
“Belki de bu cinayet, Yahudi kör-inançları tarihinin bir parçasıdır,” diye mırıldandı Lönnrot.
“Yani Hıristiyanlık gibi,” diyerek söze katıldı Yiddische Zeitung redaktörü. Miyoptu, tanrıtanımaz, utangaç bir adamdı.
Kimse onu yanıtlamadı. Polislerden biri küçük yazı makinasında bir kâğıt parçası bulmuştu, üstünde şu yarım kalmış tümce yazılıydı:

Lönnrot gülümsememek için güç tuttu kendini. Ansızın bir kitapsever ya da bir İbranice uzmanı kesilerek ölünün kitaplarının paket edilip kendi evine gönderilmesini buyurdu. Polis soruşturmasına katılmadan kitapları incelemeye adadı kendini. Sekiz risalelik koca bir ciltte, Israel Baal Sem Tobh’un, Sofular mezhebi kurucusunun öğretilerinin derinliklerine indi; bir başkasında Tetragrammaton’un, Tanrı’nın bu ağza alınmaz adının erdemleriyle dehşetini kavradı; bir başkasında da Tanrı’nın gizli bir adı olduğu ve bu adda (kanlıların Makedonyalı İskender’e yakıştırdıkları kristal küredeki gibi) onun dokuzuncu niteliği olan ölümsüzlüğün -evrende gelecek, şimdi, geçmiş ne varsa hepsinin ilk elden bir bilgisinin- özetlendiği savını okudu. Gelenek, Tanrı’nın tam doksan dokuz adını sayıp döker; İbranice bilginleri bu kusurlu sayıyı, çift sayılara duyulan tılsımlı bir korkuya yorarlar. Hasidler, hemzenin yüzüncü bir adı – Mutlak Ad’ı gösterdiği yolunda us yürütürler.

Bu bilgi deryasından, birkaç gün sonra Yiddische Zeitung redaktörünün gelişiyle sıyrıldı Lönnrot. O, cinayetten söz etmek istiyordu; Lönnrot ise, Tanrı’nın çeşitli adlarını tartışmayı yeğliyordu: gazeteci, üç sütunluk bir yazıda, müfettiş Erik Lönnrot’un katilin adına raslayabilmek umuduyla kendini Tanrı’nın adlarını araştırmaya adadığını bildirdi. Gazeteciliğin basitleştirmeciliğine alışık olan Lönnrot, öfkeye kapılmadı. Herhangi bir kişinin, kendisine sunulan herhangi bir kitabı, eninde sonunda alacağını keşfeden esnaftan biri de Hasid Tarikatının Tarihçesi’nin ucuz bir basısını çıkardı.

İkinci cinayet, Üç Ocak akşamı işlendi, başkentin batı mahallelerinin en ıssız, en boş köşesinde. Sabaha karşı, bu uzak yörelerde at üstünde devriye gezen jandarmalardan biri eski bir nalbur dükkânının gölgesinde, yerde yüzüstü yatan kepenekli bir adam gördü. Adamın yüz çizgileri kana bulanmıştı; göğsüne derin bir bıçak yarası açılmıştı. Duvardaki sarı kırmızı karoların üstüne tebeşirle birtakım sözcükler çiziktirilmişti. Jandarma sözcükleri sökmüştü. O ikindi, Treviranus ile Lönnrot, suçun işlendiği uzak yöreye gittiler. Arabanın sağına ve soluna doğru kent gittikçe ufalanıyordu; gökkubbe büyüyordu ve evler bir tuğla ocağı ya da bir kavak ağacı kadar önemsizleşiyordu. Sonunda, kasvetli olay yerine vardılar: cömert güneş ışığını nasılsa yansıtan gül pembe duvarlarıyla bir ara sokağın bitimindeydi. Ölünün kimliği saptanmıştı. Daniel Simon Azavedo adında biriydi, bir zamanlar kuzeydeki mahallelerde ünlenmiş, araba sürücülüğünden seçim gözlemciliğine yükselmiş, sonraları da hırsızlığa hatta muhbirliğe kadar düşmüştü. (Öldürülüş biçiminin çarpıcılığını müfettişler olağan karşıladılar: Azavedo hançer kullanmakta usta, silah bilmeyen bir haydutlar kuşağının son temsilcisiydi.) Tebeşirle yazılmış sözcükler şunlardı:
Ad’ın ikinci harfi dile getirilmiştir.

Üçüncü cinayet Üç Şubat gecesi işlendi. Saat birden az önce, Müfettiş Treviranus’un yazıhanesindeki telefon çaldı. Giz yüklü, genizden gelme bir erkek sesi konuşuyordu; adının Ginzberg (ya da Ginsburg) olduğunu, hatırı sayılır bir ödül karşılığında Azavedo ile Yarmolinsky’nin kurban edilişleri çevresindeki olaylar üstüne bilgi verebileceğini bildiriyordu. Birbirine karışan düdük ve korna sesleri muhbirin sesini boğdu. Derken hat kesildi. Treviranus, tam bunun tatsız bir şaka olabileceğini de hesaba katacakken (öyle ya, karnaval zamanıydı) Rue de Toulon’dan, kahvelerin, genelevin ve İncil satıcılarının yanyana barındığı o berbat sokaktaki Liverpool Hanı’ndan arandığını öğrendi. Hancıyla konuştu. Hancı (saygıdan sersemleyip ne yapacağını şaşıran eski İrlandalı katil Kara Finnegan) telefonu son kullananın Gryphius adlı bir müşteri olduğunu, demin birkaç arkadaşıyla birlikte handan ayrıldığını söyledi. Treviranus, doğru Liverpool Hanı’na gitti. Hancı şunları anlattı: Gryphius, sekiz gün önce hanın üst katında bir oda tutmuştu. Yüz çizgileri sert, kül renkli sakalı karmakarışıktı, hırpani bir kara giysiye bürünmüştü. Finnegan (Treviranus, onun odayı ne amaçla kullandığını kestirebiliyordu) kuşkusuz aşırı sayılacak bir ücret istemişti ondan, Gryphius da ücreti hiç duraksamadan ödemişti. Odasından hemen hiç çıkmıyordu; öğle ve akşam yemeklerini odasında yiyordu; barda onu tanıyan yoktu pek. Söz konusu gecede, Finnegan’ın yazıhanesine telefon etmeye inmişti. Hanın önünde üstü kapalı bir araba durmuştu. Şoför yerinden kıpırdamamıştı; handaki sürekli müşterilerden birçoğu onun bir ayı maskesi taktığını anımsıyorlardı. Arabadan iki soytarı inmişti; ufak tefektiler, çok sarhoş oldukları kimsenin gözünden kaçmamıştı. Boru sesleri eşliğinde Finnegan’ın yazıhanesine dalmışlardı; Gryphius’u kucaklamışlardı, Gryphius da onları tanımışa benziyordu ama oldukça soğuk davranmıştı; aralarında Yidiş konuşmuşlardı -Gryphius usul, genizden gelme bir sesle, ötekiler tiz, uyumsuz seslerle- sonra hep birlikte yukarı kattaki odaya çıkmışlardı. On beş dakika sonra, üçü yine birlikte inmişlerdi, çok mutluydular. Gryphius yalpalıyor, en az onlar kadar sarhoş görünüyordu. Ortada, iki maskeli soytarının arasında -dimdik, başı dönerek- yürüyordu. (Barda oturan kadınlardan biri, sarı, kırmızı ve yeşil iskambil karoları anımsıyordu.) İki kere tökezlemişti Gryphius, ikisinde de soytarılar tutup ayağa kaldırmışlardı onu. Dikdörtgen bir su kütlesini çevreleyen iç rıhtıma geldiklerinde birlikte arabaya atlayıp gözden uzaklaşmışlardı. Arabanın eşiğinden sarkan sonuncu soytarı, iskele direklerinden birine açık saçık bir resimle bir tümce çiziktirmişti.
Treviranus o tümceyi gördü. Önceden kestirilemeyecek gibi değildi zaten. Şöyleydi:
Ad’ın harflerinin sonuncusu dile getirilmiştir.

Daha sonra Gryphius-Ginzberg’in küçük odasını gözden geçirdi. Döşemede kaba saba bir kan yıldızı vardı, köşelerde Macar malı bir sigaranın izmaritleri; bir çekmede Latince bir kitap, Leusden’in Philologus Hebraeo-Graecus (1739) adlı yapıtı ve tomarla el yazısı not. Treviranus, kızgınlıkla süzdü kitapları, hemen Lönnrot’u buldurdu. Müfettiş çeşitli tanıkları olası bir kaçırma olayı üstüne sorgularken Lönnrot, şapkasını bile çıkarmadan önündekileri okumaya koyuldu. Saat dörtte oradan ayrıldılar. O berbat Rue de Toulon’a çıktıklarında, tanın saçtığı ölü serpantinlere basa basa ilerlerlerken, Treviranus dedi ki:
“Ya bu gece olup bitenler uyduruk bir provaysa?”
Erik Lönnrot gülümsedi ve büyük bir ciddilikle Philologus’un, otuz-üçüncü söylevinden (altı çizilmiş) bir parçayı okudu: Dies Judacorum incipit ad solis occasu usque ad solis occasum diei sequentis.
“Anlamı şu,” diye ekledi. “İbranilerin günü, bir günbatımında başlar ve bir sonraki günbatımına kadar sürer.”
Müfettiş, ona takılmaktan kendini alamadı.
“Bu gecenin en paha biçilmez bilgisi bu mu senin açından?”
“Hayır. Ginzberg’in kullandığı bir sözcük daha da önemliydi.”
İkindi gazeteleri, bu yitikler zincirinden ilgilerini esirgememişlerdi. La Cruz de le España bu olaylarla son Hermatik Kongresinin gönendirici denetimi ve düzeni arasındaki karşıtlığı işliyordu; El Martir’den Ernst Palanst, “üç ay içinde üç Yahudi’nin canına kıyan bu sinsi, planlı kıyım olayındaki bağışlanmaz oyalanmaları eleştiriyordu; Yiddische Zeitung, “birçok derin görüşlü aydının bu üçlü esrara başka bir çözüm bulamamasına karşın” yine de antisemitik bir girişim gibisinden dehşet verici bir varsayımı yadsıyordu; güneyin en şanlı gangsteri Züppe Kızıl Scharlach, kendi bölgesinde bu tür suçların asla işlenemeyeceğine kalıbını basıyor, Müfettiş Franz Treviranus’u görevini açıkça savsaklamakla suçluyordu.
Bir Mart gecesi müfettiş, oldukça etkileyici, mühürlü bir zarf aldı. Açtı; zarfın içinden “Baruch Spinoza” imzalı bir mektupla kentin ayrıntılı bir planı çıktı, besbelli bir Baedeker’den kesilmişti. Mektup, Mart’ın üçünde dördüncü bir cinayet işleneceğini haber veriyordu, çünkü batıdaki nalburla, Rue de Toulon’daki han ve Hotel du Nord “gizemli bir eşkenar üçgenin şaşmaz köşelerini oluşturuyordu” haritada üçgenin kusursuzluğu kırmızı mürekkeple belirtilmişti. Treviranus bu more geometrico savı bıkkıntıyla okudu, sonra mektupla haritayı Lönnrot’a yolladı; o böylesi çılgınlıklar için biçilmiş kaftandı.
Erik Lönnrot, mektubu inceledi. Üç mekân birbirine eş uzaklıktaydı gerçekten. Zamanda bir simetri (üç Aralık, üç Ocak, üç Şubat); uzamda da bir simetri… Birdenbire, gizin nerdeyse eşiğine vardığını sezdi. Bu sezgi, bir pergel ve bir pusulayla bütünlendi. Gülümsedi, yenilerde öğrendiği Tetragrammaton sözcüğünü heceledi ve müfettişi aradı. Dedi ki ona:
“Dün gece yolladığın eşkenar üçgen için teşekkür ederim. Sorunu çözmemi sağladı. Bu Cuma, suçlular zindanda olacak, içimiz rahat edebilir.”
“Yani dördüncü bir cinayet tasarlamıyorlar mı?”
“Dördüncü bir cinayet tasarladıkları için içimiz rahat edebilir dedim ya.”
Lönnrot almacı bıraktı. Bir saat sonra Güney Hattı trenlerinden birinde, bırakılmış Triste-le-Roy malikânesine doğru gidiyordu. Öyküdeki kentin güneyinde suları çamurlu, moloz ve çerçöple bulanmış küçük bir çay akar. Ta içlerdeki sanayi bölgesi, Barcelonalı bir siyasinin yönetiminde yaşayan gangsterlerin yurdudur. Lönnrot en ünlü gangsterin -Kızıl Scharlach’ın- bu gizli ziyareti öğrenmek için neler vermeye hazır olduğunu düşünerek gülümsedi. Azavedo, Scharlach’la çalışmıştı bir zaman. Lönnrot uzak bir olasılığı tarttı, dördüncü kurban Scharlach olabilir miydi. Sonra hemen dışladı bu düşünceyi… Sorunu hemen hemen çözmüştü; yalnızca durumlar, gerçekler (adlar, hapishane kayıtları, yüzler, yargı ve ceza tutanakları) artık onu ilgilendirmiyordu. Biraz yolculuk etmek, üç ay süren bu masabaşı çalışmasının yorgunluğunu atmak istiyordu. Cinayetlerin açıklaması, ne idüğü belirsiz bir üçgenle tozlu bir Yunanca sözcükteydi. Esrar perdesi, gözlerinin önünde saydamlaşmıştı nerdeyse; yüz gününü bu işe adadığı için utanç duyuyordu.
Tren, sessiz bir yükleme istasyonunda durdu. Lönnrot indi. Tanın ağarışını andıran o ıssız ikindilerden biriydi. Çamur birikintileriyle dolu vıcık vıcık düzlüğün havası nemliydi, soğuktu. Lönnrot, yazlıklara doğru ilerledi. Köpekler gördü, yan hatta çekilmiş bir araba gördü, ufku gördü, bir çukurun tepeleme suyundan içen gümüş-kırı bir at gördü. Triste-le-Roy malikânesinin, nerdeyse çevredeki kara okaliptüs ağaçlarıyla boy ölçüşecek yükseklikteki dikdörtgen köşkünü gördüğünde hava kararmak üzereydi. Ad’ı arayanların nicedir özledikleri andan kendisini en çok bir gündoğumuyla bir gecenin (doğudaki epeski bir görkem, batıda bir başka görkem) ayırdığını düşündü.
Malikânenin düzensiz bahçe sınırını işli demirden paslı bir parmaklık belirliyordu. Ana kapı kapalıydı. Lönnrot, içeri girmeyi pek ummadan çevreyi dolandı. Aşılmaz kapının önüne yeniden geldiğinde, elleri kendiliğinden parmaklıkların arasına kaydı, sürgüyü buldu. Demirin gıcırtısı şaşırttı onu. Koca kapı, zorlu bir edilginlikle ardına kadar açılıverdi.
Lönnrot, kurumuş, kırık, şaşkın yaprak soylarına basarak okaliptüsler arasında ilerledi. Yakından bakıldığında, Triste-le-Roy köşkü, anlamsız simetriler, çılgınca yinelemelerle dolup taşıyordu; karanlık bir oyuktaki bir Diana yontusuna karşılık bir başka oyukta ikinci bir Diana duruyordu; bir balkon, bir başka balkona yansıyordu; çifte merdivenler çifte korkuluklara açılıyordu. Çift yüzlü Hermes, dev bir gölge saçıyordu. Lönnrot, köşkü de malikâneyi dolaştığı gibi dolaştı. Her şeyi inceledi; taraça katının tam altında dar bir pancur ilişti gözüne.
Pancuru itti; birkaç mermer basamak, bir mahzene iniyordu. Mimarın huyunu artık iyiden iyiye kavrayan Lönnrot, karşı duvarda bir başka merdiven olacağını kestirdi. Onu buldu, aşağıya indi, ellerini kaldırıp tavandaki kapağı kaldırdı.
Parlak bir ışık, bir pencereye sürükledi onu. Açtı; sarı, yuvarlak bir ay, kara-üzünç yüzlü Hermes, dev bir gölge saçıyordu. Lönnrot evi araştırdı. Sofalardan, geçitlerden, birbirinin tıpkısı iç avlulara ve zaman zaman aynı avluya geçti. Tozlu basamaklardan yuvarlak sofalara tırmandı; karşılıklı aynalarda sonsuz suretleri çıktı; dışardaki aynı viran bahçeye çeşitli yükseltilerden ve çeşitli açılardan bakan pencereleri açmaktan, aralamaktan usandı; içerde, üstlerine sarı toz örtüleri atılmış eşyalar, tarlatana sarılmış avizeler. Önüne bir yatak odası çıktı; o odada da porselen bir vazoda bir çiçek; daha ilk dokunuşta, epeski taçyapraklar dağılıverdiler. İkinci katta, üst katta, ev sonsuzmuş, genişliyormuş izlenimini veriyordu. Ev bu kadar geniş değil, diye düşündü. Onu birtakım başka şeyler olduğundan daha geniş gösteriyor; loş ışık, simetri, aynalar, onca yıl, benim yadırgılığım, yalnızlık.
Döner bir merdivenden cumbaya çıktı. Pencerenin karolarından erkenci bir ayışığı vuruyordu; sarı, kırmızı ve yeşildi karolar. Şaşırtıcı, başdöndürücü bir anımsamayla sarsıldı.
Ufak tefek, güçlü ve yabanıl iki adam üstüne atılarak silahını aldılar; bir başkası, çok uzun boylu bir adam, büyük bir ciddilikle onu selamladı, dedi ki:
“Çok naziksin. Bize bir gece ve bir gün kazandırdın.” Kızıl Scharlach’tı bu. Adamlar, Lönnrot’a kelepçeleri geçirdiler. Lönnrot, sesini neden sonra bulabildi.
“Gizli Ad’ı mı arıyorsun sen Scharlach?”
Scharlach kayıtsızca dikiliyordu ayakta. Deminki kısa boğuşmaya katılmamıştı. Lönnrot’un tabancasını almak için hafifçe uzattı elini. Konuştu; Lönnrot onun sesinde bitkin bir utku, evren boyutunda bir kin, o kinden aşağı kalmayan bir üzünç saptadı.
“Hayır,” dedi Scharlach. “Ben daha geçici, ölümlü bir şeyin ardındayım. Erik Lönnrot’u arıyorum. Üç yıl önce, Rue de Toulon’daki bir kumarhanede kardeşimi tutuklamış, zindana postalamıştın. Adamlarım, beni bir faytona atıp çatışma alanından kaçırdılar, midemde bir polis kurşunuyla. Dokuz gün dokuz gece boyunca bu kimsesiz, simetrik köşkte acılar içinde kıvranarak yattım; humma, içimi kemiriyordu, alacakaranlıklarla tanları gözeten çift yüzlü ürkünç Janus düşlerime ve uyanıklığıma dehşet salıyordu. Bedenimden tiksinmeyi öğrendim zamanla, iki gözün, iki elin, iki akciğerin, çifte-yüz kadar canavarca olduğunu kavradım. Bir İrlandalı, beni İsa dinine çekmeye çalıştı; goyim’in ünlü tümcesini yineledi: Bütün yollar Roma’ya çıkar. Geceleri, sanrılarım o benzetlemeyle besleniyordu; dünya bir labirent, kurtulunması olanaksız bir labirent gibi geliyordu bana çünkü kuzeye ya da güneye gider gibi görünen bütün yollar aslında Roma’ya, aynı zamanda kardeşimin can çekiştiği dört duvarlı zindana ve Triste-le-Roy köşküne çıkıyordu. O gecelerde, çift-yüzüyle gören Tanrı adına, bütün humma ve ayna tanrıları adına, kardeşimi tutuklayan adamın çevresine bir labirent örmeye andiçtim. Ördüm de, hem de sağlam bir ağ: bileşkesinde ölü bir zındık, bir pusula, bir on sekizinci yüzyıl tarikatı, bir Yunanca sözcük, bir hançer, bir nalburun duvar karoları var.
“Dizinin ilk terimini bir raslantıya borçluyum. Birkaç arkadaşımla birlikte -aralarında Daniel Azavedo da vardı- Vali’nin gökyakutlarını çalmayı tasarlamıştık. Azavedo bize ihanet etti: peşin ödediğimiz parayla sarhoş oldu ve işe bir gün önce girişti. Otelin uçsuz bucaksızlığında yitip gitmiş; sabaha karşı iki sularında yanlışlıkla Yarmolinsky’nin odasına dalmış. Adamcağız uykusuzluğun pençesinde kıvrandıktan sonra yazı yazmaya koyulmuşmuş. Anlaşılan Tanrı’nın Adı üstüne bir makale için bazı notları gözden geçiriyormuş; şu sözcükleri yazmışmış bile: Ad’ın ilk harfi dile getirilmiştir. Azavedo, ses etmemesi konusunda uyarmış onu; Yarmolinsky, otel güvenliğini uyandıracak zile uzanmış; Azavedo, bıçağını saplayıvermiş onun göğsüne. Bu hemen hemen içgüdüsel sayılabilecek bir eylemdi: yarım yüzyıllık zorbalık, ona en kestirme, en güvenli yöntemin öldürme olduğunu öğretmişti… On gün sonra Yiddische Zeitung’dan senin Yarmolinsky’nin ölümünün anahtarını notlarında aradığını öğrendim. Hasid Tarikatının Tarihçesini okudum; Tanrı’nın Adı’nı ağza alma korkusunun, bu Ad’ın güçlüler güçlüsü ve bilinmez olduğu doğrultusunda bir kuramın doğmasına yol açtığını öğrendim. Bazı Hasid’lerin gizli Ad’ı ararken insanlar kurban ettiklerini de keşfettim… Senin o hahamı Hasid’lerin kurban ettiği varsayımını geliştireceğini biliyordum; bu varsayımı haklı çıkarma görevini üstlendim.
“Marcel Yarmolinsky, üç Aralık gecesi ölmüştü; ikinci “kurban” için üç Ocak gecesini seçtim. Birinci, kuzeyde ölmüştü, ikinci “kurban”a batıda bir yer gerekiyordu. Daniel Azavedo gerekli kurbanımızdı. Ölümü çoktan hak etmişti; anlık güdülerine kapılıyordu, hainin biriydi; hem kuşkulanması, tasarımızın sonu demekti. Birimiz onu bıçakladı; bu cesetle öbürü arasında bir ilmek kurulsun diye nalburun karoları üstüne şöyle yazdım: Ad’ın ikinci harfi dile getirilmiştir.

“Üçüncü cinayet, üç Şubat’ta işlendi. Treviranus’un dediği gibi tam anlamıyla bir aldatmacaydı. Gryphius-Ginzberg-Ginsburg, benim; Rue de Toulon’daki o kirli odacıkta bitmek bilmeyen bir hafta geçirdim (yüzümde iğreti duran bir takma sakalla), arkadaşlarım gelip beni kurtarana kadar. Arabanın eşiğinden sarkan bir arkadaş, bir direğe şöyle yazdı: Ad’ın son harfi dile getirilmiştir. Bu tümce, dizi cinayetlerin üçlü olduğunu açığa vuruyordu. Kamuoyu da öyle anladı zaten: yine de ben sana, uslamlamacı Erik Lönnrot’a, dizinin dörtlü olduğunu sandırtacak birtakım yinelenen belirtgeler serptim şuraya buraya. Kuzeyde bir belirtge, doğuda ve batıda belirtgeler, güneyde dördüncü bir belirtge gerektirir; Tetragrammaton -Tanrı’nın adı, JHVH- dört harften oluşmuştur; soytarılarla nalbur da dört uç çağrıştırıyordu. Leusden’in risalesinde bir bölümün altını ben çizdim: o bölüm, Yahudilerin bir günü, günbatımından günbatımına hesapladıklarını kanıtlıyor: o bölüm, ölümlerin her ayın dördüne rasladığını da açıklıyor dolayısıyla. Eşkenar üçgeni Treviranus’a gönderdim. Senin eksik kalan ucu tamamlayacağını önceden biliyordum. Kusursuz bir karoyu oluşturacak ucu, seni şaşmaz bir ölümün beklediği yeri çok önceden saptayan ucu. Her şeyi tasarladım. Erik Lönnrot, seni Triste-le-Roy’un ıssızlığına çekmek için.
Lönnrot, Scharlach’la gözgöze gelmekten kaçındı. Ağaçlara, bulanık sarılara, yeşilli, kırmızılı karolara ufalanmış gökyüzüne baktı. Hafifçe ürperdi, aynı anda kişisellikten yoksun -handiyse adsız- bir üzünç duydu. Gece çökmüştü bile; tozlu bahçeden bir kuşun umarsız ötüşü duyuluyordu. Lönnrot, son bir kere bu simetrik ve belli-aralı ölümler dizisini tarttı.
“Senin labirentinde üç çizgi fazla,” dedi neden sonra. “Ben tek düz çizgiden oluşma bir Yunan labirenti bilirim. O çizgi boyunca öyle çok feylesof yolunu yitirmiştir ki, sıradan bir dedektif haydi haydi yitirebilir. Bir dahaki gelişte Scharlach, ardıma düştüğünde, A’da bir cinayet işler gibi yap (ya da gerçekten işle), sonra B’de, A’dan sekiz kilometre ötede ikinci bir cinayet, sonra C’de, A ve B’den dörder kilometre uzaklıkta, ikisinin ortasında üçüncü bir cinayet. Sonra beni D’de, A ile C’den ikişer kilometre uzaklıkta, ikisinin tam ortasında bekle. Beni D’de öldür, şimdi Triste-le-Roy’da öldüreceğin gibi.”
“Seni bir daha öldürdüğümde,” diye yanıtladı Scharlach, “gözle görünmez, düz ve kesintisiz tek çizgiden oluşan o labirenti vadediyorum sana.”
Birkaç adım geriledi. Sonra büyük bir dikkatle, ateş etti.

Jorge Luis Borges
Ölüm ve Pusula
İletişim Yayınevi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz