“Belki de bütün düşünce ve sanat eylemi kaynağını dolaylı olarak fanilikten alıyordur. Bu noktada bir kez daha, doğrulanması mümkün olmasa da, André Malraux’nun insanı heyecanlandıran esrarengiz sözleri geliyor akla; mağarasının taş duvarına bizon çizen ilk insan, hem kendisinin hem de bizonun fani olduğunun farkındadır, ama aynı zamanda bu ilk sanatçı, fani hayvanı tasvir etmenin bir bakıma ‘hiçliğimizi yadsımak’ anlamına geldiğini de sezmiş gibidir.”
Trajedi ve yıkımı benliğinin bir parçası haline getiren Kafka’nın, edebiyat tarihinde yeni bir sayfa açtığını söylemek herhalde gereksiz. Yaşarken ölen, infazlara şahit olan, daha önce hiç karşılaşılmayan tekniklerle katledilen insanların varlığını eşeleyen Kafka, Brombert’e göre hasta ve titreyen bedenle çevrili bir ruh âdeta. Dahası, yazma eylemini “korkunç” hale getiren bir isim. Ölenin mi yoksa yaşayanın mı kurtulduğunu anlamanın, Kafka tarafından zorlu bir şekilde okura bırakıldığını düşünüyor Brombert.
“Kafka için ölüm, bir son ya da gelecekte gerçekleşecek bir geçiş anlamına değil, şimdiki zamanda hep devam edecek gerçek bir ızdırap anlamına geliyordu; yani mesele aslında ölüm değil, daimi bir ölüştü.”
Dünden bugüne kalan kitapların, özellikle de romanların ölümsüzlüğünün en önemli nedeni bir dert anlatıp belki de bir yaraya parmak basması. O kitapların yazarları, ölümsüzlüğü arayan azizler olarak da nitelendirildi çoğu zaman. Neredeyse hepsi yeryüzünü terk etti ama yaratıları elden ele dolanıp duruyor. Fanilik böyle bir şey işte; yarın ölmeyecekmiş gibi çalışıp tarihin sayfalarına, hepimizde derin izler bırakan bir şeyler yazmak.
Vakti zamanında, “büyük hiçlik” denen yaşamda akışa kapılıp gitmek yerine terse kürek çekmeyi deneyenler hep vardı, bugün sayısı az olmakla beraber yine benzer bir çabayı sergileyenlerle karşılaşıyoruz.
Victor Brombert, bu gayreti görüp ölümün farkında olan ve romanlarına o mutlak sonu bir şekilde yerleştiren, dahası dünyaya kolay kolay unutulamayacak kıssalar ve hisseler bırakan yazarları bir araya getirmiş. “Fanilik Üzerine Düşünceler”, ölümü ele alıp hayatın değerini ve anlamını irdeleyen yazarlara selam gönderiyor.
Farklı ölme biçimleri
Birden fazla yazarı, tek kitapta ve temada buluşturunca, antolojilerin yayımlanmasıyla beraber yükselen homurtular gibi kimi itirazların gelmesi de kuvvetli bir ihtimal. Brombert’in, 2013’te “Musings on Morality-From Tolstoy to Primo Levi” adıyla basılan, dilimize Akın Terzi tarafından “Fanilik Üzerine Düşünceler” ismiyle çevrilen kitaba da itirazlar gelmiş. Yazarın seçimleri tartışılmış, hatta bazı eleştirmenler analizlerini yavan diye nitelemiş. Elbette kişisel tercihler ve onların yardımıyla girişilen çözümlemeler, sert yergileri böylesi tematik kitapların tepesinde kılıç misali sallandırıyor. Ancak yazarı öldürürken hakkını teslim etmek de gerek; Brombert, sıradan bir araştırmacı değil; kitaptaki ve kitap dışında kalan bir dolu ismin eserlerine dair makaleler kaleme alan, Fransız edebiyatı, düşünce tarihi ve eleştiri konularında uzman bir isim o. Karşılaştırmalı edebiyat ve Roman dilleri üzerine çalışan Brombert, yaş tahtaya basacak birine benzemiyor.
Peki, Brombert neden fanilik konulu bir kitap hazırlama gereği duymuş olabilir? Kendisinin de söylediği gibi ilkin kişisel sebeplerle; karşılaştığı ölümlerin benliğinde bıraktığı izler yüzünden. Daha sonra herkesin vicdanını yaralayan ölüm kampları ve katliamlar nedeniyle. Asıl hiçliğin ölüm olduğunu, bireysel yitiriş deneyimleriyle çok erken yaşta anlamış ve uzun zaman sonra kafasında “Fanilik Üzerine Düşünceler” şekillenmeye başlamış.
Brombert, sayfalarına sekiz yazar konuk ediyor: Tolstoy, Thomas Mann, Kafka, Woolf, Camus, Giorgio Bassani, Coetzee ve Primo Levi. Yazarların belli başlı metinlerini birbiriyle karşılaştırırken kimi zaman ölüm-bireyselliğe, kimi zaman kolektif ölüm-öldürülme bazen de mevzunun ruhsal ve kültürel boyutuna geçiş yapıyor. Bu anlarda ölüm, kişiden başlayıp evrensele doğru yürüyor.
Ludwig Wittgenstein, “Ölüm bir yaşam olaylarından biri değildir, ölüm yaşanmaz” derken haklıydı çünkü bu, deneyimden öte yorumlamaya dayanan bir konu. Ölümün edebiyattaki yansıması da faniliği sonuna dek hisseden ve geride kalmışlığın ağırlığıyla olaya yoğunlaşanların kapsamlı biçimde ele alabildiği şeydi. Brombert, onların en önemlilerinden bir seçki yapıyor kitabında. Bu seçkinin ölümle birlikte bize gösterdiği bir başka gerçek, korku ve onunla (edebiyat yoluyla) nasıl başa çıkılabileceğine ya da çıkılabildiğine ilişkin birkaç ipucu.
Hasta ve titreyen bedenle çevrili ruh
Brombert, kitabında metinler üzerinden yürüyüp artık bezginlik yaratan biyografik yollara mümkün olduğunca az saparak hızlıca ilerliyor. Fakat bu yanıltıcı olmasın, yazarın hızı asla çalakalem karşılaştırma yapma kolaycılığına kaçmıyor. Aksine öze inen, kimi anlarda ironik ve belki de daha önce hiç bakmadığımız açıları yansıtan bir pencerenin önünde duruyor Brombert.
Ölüm korkusu saplantısı bulunan Tolstoy’un yarattığı İlyiç karakterinin, ölüm karşısında felsefeden çok öznelliğe yöneldiğini söyleyen Brombert, bir tür hastalıktan bahsediyor gibi. Yazarın iç dünyasıyla yarattıkları arasında inceden bir bağ kuruyor. Kim bilir, belki de ışığı yakalıyor.
Brombert, ele aldığı metinlerin öznel taraflarını da toplumsal ve tarihi bağlantılarını da hiç göz ardı etmemiş. Mesela Tolstoy, bireye odaklanmışken Thomas Mann o bireyi getirip Avrupa’nın karmaşıklığının göbeğine bırakıyor. Cenazenin kutsallığı ve sıradanlığının birbirine karıştığı günlerde, Mann’ın ölüme nasıl baktığını yorumluyor Brombert; bunu da “ölüm arzusu teması”na atıf yaparak bağlıyor. Bu temayı besleyen ana unsurların ise yıkım ve trajedi olduğunu söylüyor.
Bu trajedi ve yıkımı benliğinin bir parçası haline getiren Kafka’nın, edebiyat tarihinde yeni bir sayfa açtığını söylemek herhalde gereksiz. Yaşarken ölen, infazlara şahit olan, daha önce hiç karşılaşılmayan tekniklerle katledilen insanların varlığını eşeleyen Kafka, Brombert’e göre hasta ve titreyen bedenle çevrili bir ruh âdeta. Dahası, yazma eylemini “korkunç” hale getiren bir isim. Ölenin mi yoksa yaşayanın mı kurtulduğunu anlamanın, Kafka tarafından zorlu bir şekilde okura bırakıldığını düşünüyor Brombert. Acaba bunda, Kafka’nın bedeninden duyduğu memnuniyetsizliğin payı var mı? Varsa ne derece? Brombert aklımızı zorluyor: “Kafka için ölüm, bir son ya da gelecekte gerçekleşecek bir geçiş anlamına değil, şimdiki zamanda hep devam edecek gerçek bir ızdırap anlamına geliyordu; yani mesele aslında ölüm değil, daimi bir ölüştü.”
Kafka’daki ölümün bedensel ızdırabına karşılık Woolf, konunun zihinsel boşluk; daha doğrusu bilinç dalgalanmaları ve yitimleri tarafına bakıyor. Brombert, ölümü bu şekilde ele alan Woolf’un, sanılanın aksine deneysellik peşinde koşmadığını, bir var olanı dile getirmeye uğraştığını söylüyor. Bunun altında, Woolf’un duyduğu korku mu bulunuyor? Brombert, bir ipucu yakalamış gibi: “Woolf’a göre yazmak demek ölüme karşı mücadele etmek, başkaldırmak ve akıl sağlığını korumak demek.” Woolf, ölüm düşüncesinden kurtulmanın en iyi yolunun yazmak olduğunu günlüklerine not düşer zaten. Hatta bunun, elindeki tek dayanak haline geldiğini belirtmekten de geri durmaz. Savaş ve çılgınlık ortamında başka türlüsü de olamazdı herhalde!
Yeryüzü tek kurtuluş
Bahsi geçen çılgınlığı birebir yaşamış Camus’nün, Birinci Dünya Savaşı’nda kafası parçalanmış babasını, yoksul Cezayir günlerini, Avrupa’nın orta yerinde vahşete tanık oluşunu ve hep ensesindeki veremi saymaya gerek yok sanırım ama Brombert buralardan, Camus’nün yapıtlarındaki ölüm temasına göndermelerde bulunuyor.
İntiharı ve cinayeti, söyleminin iki perdesi gibi düşünebileceğimiz Camus, Brombert için lirizmle aklın tuhaf birleşimi demek. Yapıtlarındaki absürd ve başkaldıran hava da bunun içinde. Metafiziği reddeden Camus için kurtuluşun yeryüzü olması, Brombert’e göre huzursuzluğu daha da arttırıyor. Israrla karşı çıktığı ideolojilerin ve soyutlamaların yeryüzü sahasında top koşturduğu düşünülürse Camus’nün, ne denli kıskaçta olduğu da belirginleşiyor. Üstelik ikisi uğruna işlenen cinayetlerin varlığı, Camus’nün ölüm metaforları ve anlatımında hatırı sayılır bir yere sahip olduğunu da anımsatıyor Brombert. Böylece ondaki endişenin kaynaklarından birine ulaşıyoruz. Brombert, Camus’nün tarihi, trajik olarak değil de felaketler silsilesi diye değerlendiğini söyler; “uygarlıklar birbirini izler ama zalim tarih yasaları şaşmadan aynı kalır, buna rağmen Camus âdeta her şeyi göze almış bir umuttan vazgeçmez.”
Camus, ölüme karşı mücadele etmeyi savunurken Giorgio Bassani, ölümü hatırlatacak anı ve anıtlardan söz açar. Onda, geçmişi yaşama temasının baskın geldiği görülür. Brombert buna “zaman merceğinden bakılan ölüm” diyor. Oraya, duyguların veya bir bahçenin ölümü de dâhil.
Coetzee ise yazmayı ölümcül eylem olarak görürken utançla, işkenceyle ve aşağılanmayla ölümü yan yana getirir. Brombert’e göre bunu yapmasının altında her daim canlı kalan korku yatar; Coetzee, ruha saldırı veya benliği örselemeyle ölüm düşüncesinin yarattığı umutsuzluğu eşleştirir. Bedeninkiyle ruhun çektiği acı birleşir ve en sonunda insanın sağlığına kasteden sakıncalı bir durum oluşur. Brombert bunu “insanın hakikati” olarak yorumlar.
Auschwitz’den sonra sorular anlamsız
Fakat karşımızda bir başka hakikat daha var; bilim insanı olarak yola koyulan Primo Levi, İkinci Dünya Savaşı’nda yüzleştiği toplu kıyımlar nedeniyle, hem bilime hem de insanlığa duyduğu güveni yitirmeye başlar. Toplama kamplarını tek hakikat olarak niteleyen Levi, Brombert’in de hatırlattığı üzere bu merkezlerle ilgili çok çarpıcı belirlemeler yapar, işte onlardan biri: “İntihar etmeyi niçin çok az mahkûm düşünmüştür? Levi’nin cevabı bir paradoks çıkarır ortaya. Ölüm, Auschwitz’in her yerine öyle işlemiştir ki onu düşünecek zaman bile kalmamıştır. İntihar, insan iradesi gerektirir. Oysa mahkûmlar kamplara vardığı anda, aşağılanmaya ve insanlıktan çıkarmaya dayalı vahşete maruz kalır.”
Levi’yi yorumlayan Brombert, bu durumun karar verme yetisini yitirmiş ve ahlaki muhakeme yapamayan “insanlar” yaratılmasına yardım ettiği sonucunu çıkarır. Yani “kurtuluşun” ardından, ölü gibi yaşamaya ve intihara varan bir yol bu. Levi’nin de sonunda, uzun zamandır kafasını kurcalayan intihara başvurduğunu da unutmadan söylemek gerek. Bunda, utanç ve suçluluğun payı büyük, hele toplama kampından sağ çıkmasının Levi’de, “Nazilerle işbirliği yaptığı hissini” uyandırması. Brombert, Levi’deki Auschwitz kalıntılarının “deliliğin hatırası” olduğunu belirtir. “Neden?” veya “Niçin?” gibi sorular, Auschwitz’den sonra anlamsızlaşır. Bir bakıma bu durum, irrayonel olana maruz kalma da demektir.
Brombert, ele aldığı yazarları ve metinlerini, yaşamlarındaki dönüm noktalarıyla beraber değerlendiriyor. Bu da bize, o yazarların yapıtlarının zeminini göstermesi bakımından önemli.
Brombert, karşılaştırdığı isim ve metinlerin ortaklıklarından çok ince farklılıklarına dikkat çekmiş. Böylece her bir yazarın, ölümü hangi ayrıntılar etrafında değerlendirdiğini görebiliyoruz. Ayrıca bu ayrımların, aynı temayı başka pencerelerden ve kişisel deneyimlerden bakarak nasıl zengin biçimde yorumlama imkânı verdiğini de…
Ali Bulunmaz
kulturservisi
Kitap: Victor Brombert- Fanilik Üzerine Düşünceler (Tolstoy’dan Primo Levi’ye)