Okumakla insanın insan olması arasında nasıl bir ilişki vardır? – Arthur Schopenhauer

SchopenhauerAkıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve sıkıntıdan azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır—haddizatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edilebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.

Okumak insana ne kazandırır?

Yakın zamanlara kadar böyle bir sorunun sorulması lüzumsuz addedilebilirdi. Çünkü insanın okumakla kazandığı o kadar açık, o kadar göz önündeydi ki kimsenin aklına böyle bir soru sormak gelmezdi. Yakın zamanlara kadar, halk arasında yaygın olan “Oku, adam ol!” deyişinin de gösterdiği gibi, “adam olma’nın yolunun kuşkuya yer bırakmayacak derecede okumaktan geçtiğine inanılırdı. Ve “adam olmak”, “Vezir olmuşsun, ama adam olamamışsın!” serzenişiyle sona eren halk hikâyesinde de yankılandığı üzere mal mülk, makam mevki sahibi olmakla gerçekleşmeyen bir şeydi. Bugün de bu soru lüzumsuz addedilebilir, ama farklı bir sebepten ötürü: Artık okumakla kazanılan şey, “adam olmak” kimsenin itibar etmekten geri duramayacağı kadar göz önünde olmaktan kalktığı, dolayısıyla kimsenin umursamazlık edemeyeceği kadar iltifata mazhar olmadığı için. Halk ruhundaki belirleyici, yön verici yerini kaybettiği için. Ama onun o yeri kaybetmesi ona kendi öz değerinden bir şey kaybettirmediği için yine de sorulmalı: Okumak insana ne kazandırır?
Fakat bu sorunun cevaplanabilmesi şu açıcı soruların sorulmasıyla mümkün olacaktır: Okumak tüm insan etkinlikleri içerisinde nerede yer bulur kendisine? Okumak insana özgü etkinlikler içinde diğerlerine göre nerede durur? Okumakla insanın insan olması arasında nasıl bir ilişki vardır? İnsanın insan olması, sayesinde kendisine insan denilen varlıktan söz edilebildiği öz, yani insanın insanlığı neye dayanır ve okumak bu öze ne tür bir katkıda bulunur? insanın özünün “düşünen” ya da “konuşan” varlık diye tanımlanması bir etkinlik olarak okumayı ne kadar içinde barındırır veya bir tarif olarak ona ne ölçüde gereksinim duyar?
Eğer bu soruların insan ve insanın bu yeryüzündeki yaşayışı için belirleyici derecede mühim sorular olduğu kabul ediliyorsa, verilecek cevabın bir taraftan “okumak” fiiline yüklenecek anlama göre, diğer taraftan insanın “özü” denilen şeyin nerede arandığına ve nasıl gerçekleştirileceğine bağlı olarak değişeceği açıktır. İnsanın özünün bilhassa son dört, beş asırlık zaman dilimi içinde bir problematik haline getirildiği herkesin bildiği bir gerçektir. Ama bu öz denilen, insanı insan yapan şey nerede aranırsa aransın ve hangi noktadan hareketle tarif edilmeye çalışılırsa çalışılsın, o özü oluşturan bir özellik ve onun diğerleriyle ilişkisi görmezden gelinemeyecektir. Çünkü o görmezden gelindiğinde hem aynı dünyayı paylaştığı canlılardan onu ayıran ve seçkin kılan şey tebarüz ettirilmemiş olacak, hem de onun dışında hangi nitelik esas alınarak bir tarif geliştirilmeye çalışılırsa çalışılsın kaçınılmaz olarak temelden yoksun kalacaktır.
İnsan nisyan içinde bulunduğuyla ünsiyet kurandır. Ve o nisyanıyla ünsiyet kurabildiği kadarıyla insandır. Ünsiyet düşünceyle kurulur ve düşünce ünsiyet içinde filizlenir. Ünsiyetin olmadığı yerde düşünce kök salamaz.
Veya çok çabuk ünsiyet kurup nisyana dalandır insan. Ama asıl ünsiyet kurulması gerekenle ünsiyet kurabilmesi daldığı nisyandan kurtulabilmesi sayesinde mümkündür ki bu da yine düşünceyle olur.
Madem ki tüm çabalarımıza karşın sözlüklerimizden “insan” sözcüsünü kaldırıp yerini bir başka şeyle dolduramıyoruz, o zaman bu sözcüğün Kök saldığı yuvayla, içinde durulduğu olukla ve durulduğu yerden işaret ettiği şeyle ünsiyet kurmazlık edemeyiz. Bu sözcük sözlüklerimizden silininceye, belleklerimizde bıraktığı iz okunmaz hale gelinceye kadar bu insan olarak en başta gelen vazifelerimizden
biri olma özelliğini koruyacaktır.
Okumak en basit fiil haliyle harflere dökülmüş sesleri anlamlı sözcüklere dönüştürmektir. Bu ameliye gerçekleştirilirken harfler aralarında kurala bağlanmış ilişkiler takip edilerek birbirine ulanır, biraraya getirilir, böylece sözcük dediğimiz birimlere ulaşılır. Daha sonra gramer ve sentaks kuralları takip edilerek sözcükler birbirine ulanır ve sözcükleri toplayan cümle elde edilmiş olur. Okumakla harfler sözcüklere, sözcükler cümlelere, cümleler de daha büyük anlam bütünlüklerine derlenip toplanır. Okumak bir bakıma bu biraraya getirme ve toplama ameliyesidir. Oerek Ari gerekse Sami dil gruplarından değişik dillerde okumak fiilini ifade eden sözcükler bu kök anlamdan türerler: sözgelimi Grekçe legein {logos, kelâm, cümle), Latince lego {/eğere; intellectus). Almanca lesen {die Leşe, toplama, hasat), Arapça kre {istikra’, tümevarım, tek tek olgularda/ı genel önermelere gitme).
İnsan tüm diğer canlılar gibi doğduğunda o kadar bir ve bütün, o kadar derli toplu haldedir ki o bütünün içinde hiçbir şey ayrılık gayrılık taşımaz. Bu birlik ve bütünlüktür bir bakıma onu o çaresiz halinde yaşatan. Ne zaman ki o bütünün içinden kendisini çıkarır ve ona “ben” der, kendisiyle geri kalan her şey arasında ilk yarık açılmış olur. Ve “ben” dediği şeyi terbiye ederek tekrar o bütünle uyumlu hale getirinceye ve uyumla onun içindeki yerini alıncaya kadar bir daha kapanmaz. Kapanmadığı sürece “ben” dediği şey de tehlikededir ve “ben” diyerek yöneldiği her şey ondan bir parçayı kendine çeker, tutsak eder ve böylece dağılma başlamış olur.
fakat canlılar dünyasının en alt aşamalarında bile hayat ilkesi birlik ve bütünlüktür. Birliğin çözüldüğü, bütünlüğün dağıldığı noktada, anlanz ki hayat orayı terketmeye başlamıştır.
“(Clanlılarda ahenk (uyum, bütünlük) bozulduğunda tabiatta da bir dağılma baş gösterir ve acı (zafiyet) ortaya çıkar.” … “5onra ahenk yeniden kurulup tabiata dönüldüğünde (tabiat eski yerine avdet ettiğinde) haz (sıhhat) dediğimiz şey meydana gelir. En önemli meseleler hakkında en az ve en kısa sözlerle ancak bu kadar söyleyebilirim” (Platon, Philebos, 31 de).
Bugün yepyeni bir vakayla karşı karşıyayız:
İnsan tabiaten daima toplar. Çünkü o akıl sahibi varlıktır ve akıl daima birlik peşinde koşar. Ama aynı zamanda insan dağıtır da. O yeryüzü sakinleri arasındaki en büyük dağıtıcıdır. Ve dağıttıkları, bugün olduğu gibi, sonunda kendisini dağıtır: Bugün insan hem maddifiziki, hem de ruhimanevi yapısı bakımından önüne geçilemeyen bir dağılmaya maruzdur.
Dünyanın geldiği noktada insanın varlığını Kökünden tehdit eden bir boyuta ulaşmış olan bu tehlike bundan çok zaman önce şikâyetlere konu olmaya başlamıştı. Rönesansın insan mefkuresi uomo universale aslında bu tehdide bir cevaptı. Ondan sonra da birçok düşünür bu tehdite karşı arayışını sürdürdü. Fakat muhtemelen hiçbiri onun ileride böyle bir boyuta ulaşabileceğini tasavvur edemedi. Sözgelimi yaklaşık iki yüz yıl kadar önce Schiller, bu öngörüye en çok yaklaşmış olanlardan biri olarak, İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplarda şunlan söylüyordu:
“Bir yanda zenginleşen deneyim ve daha kesinleşmiş bir düşünce, bilimlerin daha keskin bir ayrımı, öte yanda devletlerin daha karmaşık çarkları, sınıfların ve işlerin daha sert bir farklılaşmasını gerekli kılmasıyla birlikte, insan doğasının iç birliği de koptu; mahvedici bir kavga onun uyumlu güçlerini ikiye böldü. … Bütünün yalnızca küçük bir parçasına ebedi olarak bağlanmış durumdaki insan da kendini parça olarak yetiştiriyor; … asla benliğinin ahengini geliştiremiyor ve doğasındaki insanlığı vurgulayacak yerde işinin, biliminin bir kopyası oluyor. … İnsan melekelerinin birbirinden bağımsız ve kopuk olarak geliştirilmesi sayesinde dünyanın tümü için ne kadar fazla şey kazanıtırsa kazanılsın, şurası inkâr edilemez ki, İnsanlan bu tür bir kültür arayışına sevk eden dünyanın bu nihai amacı onlar için ıstırabın, bir tür lanetlenmenin sebebidir.”
Burada sözü edilen dağılma hiç şüphesiz bugün insanın karşı karşıya olduğu dağılmayı, zaman içinde açılacak bir nüve, bir implıcation olarak bünyesinde barındırıyordu. Fakat bugünkü yine de farklı: Bu kez çözülen değil, dağılan insan tabiatı dediğimiz şeyin ta kendisi. Öyle ki insanın toplayıcı melekelerinin—akıl (bağlayıp birleştiren düşüncelerin toplayıcısı, intellectus). gönül (sahiplenen duyguların toplayıcısı, animus), vicdan (bir yönelme yahut geri durma anında seslerin toplayıcısı, conscientia)—artık insana hiçbir hayrı dokunmuyor. Dağılan tabiat olduğundan, tabiatın özü olan ölçü ve denge, adalet ve itidal ve bunların yansımaları olan sakınganlık ve sorumluluk, ar ve utanma insanının dünyasından çekilmektedir. Ar dediğimiz şey ki, bu dağılmanın en aşağıdaki setlerinden biridir, o bile yerinden kalktıysa ve artık hiçbir şeyi tutmuyorsa, aslında dağılma değil, saçılmadır söz konusu olan.
Böyle bir insan her şeyi konuşur. Herkesle konuşur. Her konuştuğu, konuştuğu yerde kalır. Hiçbiri kendisini bağlamaz. Tek derdi konuşmaktır. İster ki hep kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Dinlemeye tahammülü yoktur, dinlenmeye aldırdığı da. Dinlenilmese de konuşan hep kendisi olsun ister. Yeter ki kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Her göze görünür olmak için her kılığa bürünür, konuşulmak için her şeyi göze alır. O derece varla yok arası bir yerdedir ki sürekli varlığına delil ve tanık arar. Boş sözler özünü dağıtır, özsüzlüğü sözünü boşaltır. Dağıldıkça Keyfileşir, keyfileştikçe zorbalaşır.
Dağılmanın böylesine önüne geçilmez bir eğilim haline geldiği noktada derleyici, toplayıcı etkinliğin insan için hayatiliği tartışılamaz.
Yakın zamanlara kadar: “Boş zamanlarınızı ne ile değerlendirirsiniz?” diye sorulur ve mutad olduğu üzere verilen cevap “Okuyarak…” diye başlar gerçi bugün bu soruya verilen cevapta bu kadanyla olsun bir yer tutmamakta okumak etkinliği ve ardı sıra hoşa giden bir dizi etkinlik sıralanarak devam ederdi. Ve bunların hepsine birden, çocukların sek sek atlamasından (hop) veya bindikleri at oyuncaklardan {ftob) mülhem, hiçbir yere götürmeyen etkinlik anlamına hobby denirdi. Burada “okumak” bir boş zaman meşgalesidir.
Fakat bu soru ve onun soruluş tarzı zannedildiği kadar masum değildi: Okumak bu topraklarda, biraz da sorulan bu soru sayesinde “bir boş zaman meşgalesi” olarak bellendi. İnsanlar bu topraklarda boş zamanlarını “okumak’la dolduruyorlardı, dolu zamanlannda ne yapıyor ve ne yapmaya davet ediliyorlardı? İşlerini yapıyor ve işlerini yapmaya davet ediliyorlardı. İşlerini yaptıklarında zamanlannı dolu geçirmiş oluyor ve boşa geçmiş olup olmadığından kuşkulanmalarına gerek kalmıyordu. Peki zamanlarının dolu geçmesini sağlayan işleri kim belirliyordu? Bu işler belirlenirken insanların yatkınlıkları, yetenekleri göz önünde bulunduruluyor muydu? Eğer göz önünde bulundurulmuyor ve bulundurulmadı^ ileri sürülerek ona ayak direniyorsa, zorlayıcı yaptırım olarak bulunan neydi? O bizi nasıl ikaz ediyordu?
Şöyle: “Sana verilen işi yap, yoksa aç kalırsın!” Verilen işi yapmamanın yaptırımı açlıktı, her ne kadar kimin eliyle infaz edileceği açık değilse de. Demek ki bizi “açlıkla terbiye ediyordu bize yapacağımız işi buyuran. Eski dünyada köleler de açlıkla terbiye edilirdi. Efendisi köleyi aç bırakırdı.
Ama şu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir: Eski dünyada herkes köle yapılmazdı. “Ekmek sadece senin kapında değil ya!” diyebilenlere yeryüzü genişti. Dolayısıyla kölelik köle tabiatlılara özgü bir şeydi. Yani kendisine yenik düşen kimseler, içlerindeki aşağı güçlere, bayağı dürtülere karşı duramayan, kolayı seçip onların ayartıcılığına kendisini bırakan, onların kulu kölesi olan evsaftaki kimselerdi köleliğe layık olduğu düşünülenler.
“İnsan birine kendini kul köle ederken onunla daha üstün bir bilgiye, daha üstün bir erdeme ulaşacağına inanıyorsa eğer, bunda hiçbir küçülme yoktur. Gönüllü köleliğin de gerçekten biricik utanılmayacak şekli erdem uğruna köleliktir”.
Platon Pausanias’a söyletir bu cümleleri Şölende. Üstün erdem ve bilgelik uğruna gönüllü kölelikte yüksünülecek bir şey yoktur. Kölelik ancak ona yaraşır ve o ancak kölelik derecesinde bir sadakatle elde edilir. Sadakat boyun eğmeyi, yoluna râm olmayı talep eder. Böyle bir sadakat ancak gönüllü olabilir. Ve o böyle bir iştiyakla boyun eğmeye verir kendisini.

İnsan ne ise ve ne olacaksa, sevgi sayesinde odur ve sevgiyle olacaktır: Olmaya yazgılı olduğu şeyin yükünü yüklenmekten yüksünmeyerek {amor fatf). Ve onun ikiz kardeşi olan samimiyetle. Ve hepsine kol kanat geren hakikatle.

Çünkü en aşikâr biçimde göze çarpan üç yaşayış biçimi vardır, az önce sözü edilen [haz yaşamı). Siyaset yaşamı ve Theoria yaşamı. Söylediğim gibi çoğunluk hayvanların hayatını seçmeleri bakımından bütünüyle kölelerden farksız görünürler; fakat bunlar göz önünde bulundurulmalıdır,  çünkü  iktidar  mevkiindeki   birçok kimse Sardanapallos’un duygularını paylaşır. Keza daha eğitimli” ve daha hareketli kimseler”” onuru iyi diye bellerler; çünkü onurun siyaset yaşamının amacı olduğu söylenebilir. Ne var ki bu bize aradığımızdan daha yüzeysel bir şey olarak görünmektedir. Onur, onu elde eden insandan çok onu bahşeden insana bağlıdır, oysa içten içe biliyoruz ki iyi bir insanın kendisinin olan ve ondan kolayca alınamayacak bir şeyi olmalıdır. (…)

Arthur Schopenhauer
Okumak,Yazmak ve Yaşamak Üzerine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz