Her şeyden evvel iki tür yazar vardır: Sırf ele aldığı konu için yazanlar ve sadece yazmak için yazanlar. Birinci tür, kendisine insanlarla paylaşılmaya değer görünen düşüncelere yahut tecrübelere sahiptir, ikinci türdekiler ise paraya ihtiyaç duyar ve dolayısıyla esasen para için yazarlar. Onlar yazmak için düşünürler ve düşüncelerini eğip bükerek uzattıkça uzatmalarıyla kendilerini ele verirler; keza yarı doğru yarı yanlış, ters, sahte, zorlama ve kararsız olan düşüncelerini işleme tarzlarıyla ve bir de kaypaklık sevgileriyle ki böylelikle olmadıkları gibi görünebilirler. Onların yazılarındaki açıklık ve sarihlik eksikliğinin nedeni budur.
Dolayısıyla sırf sayfayı doldurmak için yazdıkları çok çabuk fark edilir, kimi zaman en iyi yazarların bile durumu böyledir; sözgelimi Lessing”in Dramaturgie* sinin kimi bölümleri, hatta Jean Paul’ün romanlarının çoğu. Bu anlaşılır anlaşılmaz kitap derhal fırlatılıp atılmalıdır, çünkü zaman çok değerlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazar sayfayı doldurmak için yazmaya tevessül eder etmez okuru aldatmaya başlamış demektir; çünkü onun yazma bahanesi söyleyecek bir şeylerinin olduğudur. Para için yazmak ve telif hakkının korunması aslında edebiyatın yıkımıdır. Okunmaya değer herhangi bir şey yazacak olan ancak mutlak anlamda ele aldığı konunun hatırı için yazan insandır. (Sırf ele aldığı konunun hatırı için yazmadıkça kimse okunmaya değer herhangi bir şey yazamaz.) Edebiyatın her dalında eğer sadece birkaç kusursuz kitap olmuş olsaydı, kim bilir bunun ne büyük bir faydası olurdu! Bunu tasavvur etmek güç. Yazarak para kazanmak mümkün oldukça böyle bir şey asla söz konusu olamaz. Sanki para lanetlenmiş gibi görünmektedir, çünkü öyle veya böyle para için yazmaya başlar başlamaz her yazar derhal soysuzlaşmaktadır. En büyük adamların en iyi eserleri ya hiçbir karşılık beklemeksizin ya da karşılığında çok az bir şey elde ederek yazmak zorunda kaldığı dönemden kalmadır. Bu şu İspanyol atasözüyle de teyit edilmektedir: Honorayprovecho no caben en un saco. (Onur ve para aynı keseden bulunmaz). Gerek Almanya’da gerekse başka ülkelerde, günümüz edebiyatının içler acısı durumunun baş müsebbibi kitapların para kazanmak için yazılıyor olmasıdır. Para ihtiyacı içerisinde olan herkes oturup bir kitap yazıyor; halk da onu para verip satın alacak kadar budaladır. Bunun ikinci sonucu dilin yıkımıdır.
Bir sürü kötü yazar yeni basılmış olan kitaplardan —demek istediğim bu gazeteci taifesinin yazdıklarından— başka bir şey okumayan bu okur kitlesinin ahmaklığı sayesinde hayatını sürdürmektedir. Gazeteci taifesi bunlar için en uygun isimdir. Daha açık bir dille söylemek gerekirse bunlar “günlük iş çileredir (sözcüğün Fransızca kökeni telmih).
Keza bir başka açıdan, üç tür yazardan bahsedilebilir. Birinci türe düşünmeksizin yazanlar dahil edilebilir.
Bunlar hafızalarındakini veya hatırlayabildiklerini, hatta doğrudan başka insanların kitaplarındakini yazarlar. Sayıca en kalabalık olan bu zümredir. İkinci kümede yer alanlar yazarken düşünenlerdir. Bunlar yazmak için düşünürler; bunlar da oldukça kalabalıktır. Üçüncü kümede ise yazmaya başlamazdan önce düşünmüş olanlar vardır. Bunlar sadece düşündükleri için yazarlar; ve nadirattandırlar.
Yazmaya başlayıncaya kadar düşünmeyi geciktirmiş olan ikinci sınıf yazarlar, rasgele ava çıkan ve bu yüzden evlerine çok fazla bir şey getirmeleri beklenmeyen (yahut getirip getirmemeleri tamamen talihe bağlı olan) aycılara benzer. Öte yandan üçüncü kümedekiler yahut ender rastlanan yazarlar bir battue ye (şikarını kaçırmayan avcıya) benzerler. Burada av daha önceden yakalanmış ve bir zaman sonra salıverileceği kapalı bir alana konulmuştur; aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra buradan alınıp bir daha kaçması mümkün olmayacak bir başka kapalı yere konulacaktır. Artık avcının yapacağı tek şey nişan alıp okunu fırlatmaktan —bir başka söyleyişle düşüncelerini kâğıda dökmekten— ibarettir. Bu, avcının sergileye pek bir şeyler ele geçirdiği bir avdır.
Fakat yazmazdan evvel gerçekten ve ciddi biçimde düşünen yazarların sayısı her ne kadar ziyadesiyle az ise de, bunlardan konunun özü üzerine düşünenlerin sayısı çok daha azdır; bu sözünü ettiklerimden geri kalanlar sadece bu konu üzerine yazılmış kitaplar ve bu konu üzerine başkalarının söylemiş oldukları üzerine düşünürler. Düşünebilmek için onların başka insanların düşüncelerinin daha doğrudan ve daha güçlü uyarıcı dürtüsüne sahip olmaları gerekir. Bunlar onların en yakın temalarıdır ve bu yüzden her zaman onların tesiri altında kalırlar ve doğrusunu söylemek gerekirse yazdıklarında özgün bir şeye rastlamak imkânsızdır. Buna mukabil öncekileri düşünmeye sevk eden bizatihi konunun kendisidir, bu yüzden onların düşünmesi doğrudan bu konuya yönelir. İsimleri ölümsüzleşecek yazarları ancak bunlar arasında buluruz. Anlaşılsın ki burada sözünü ettiklerim edebiyatın daha yüksek dallarında eser veren yazarlardır, yoksa bir kitabın önemli kısımlarını seçip çıkarma sanatıyla ün salan yazarlar değil.
Bir yazar malzemesini doğrudan kendi kafasından, bir başka ifadeyle kendi müşahedelerinden çıkarmadıkça okunmaya değer değildir. Kitap imalatçıları, derlemeciler, suret çıkarıcıları, sıradan tarih yazarları ve bunlara benzer diğerleri malzemelerini doğrudan başka kitaplardan alırlar; ve geliştirip genişletme yahut değiştirme şöyle dursun malzeme başka hiçbir yere uğramadan, veya herhangi bir tetkikten geçmeden doğrudan parmaklarına aktarılır. (Eğer kitaplarındaki her şeyi bilmiş olsaydılar, bir sürü okur yazar insan nice olurdu bir düşünün!) Bu yüzden çoğu zaman onların konuşmaları öylesine müphem ve muğlak bir mahiyete sahiptir ki, insanlar gerçekte onların ne düşündüklerini anlamak için beyhude yere kafa yorarlar. İşin doğrusu onlar hiçbir şey hakkında düşünmezler. Onların iktibasta bulundukları kitaplar da kimi zaman tamamen aynı şekilde tertip edilmiştir: Öyle ki bu tür yazım tarzı bir kalıbın kalıbından ilham çıkarılmış alçı kalıba benzetilebilir; sonunda Antinous’un yüz hatlarından geriye tanınabilir çok az bir şey kalır. Dolayısıyla derlemeler mümkün olduğunca çok az okunmalıdır. Bunlardan tamamen uzak durmak da güçtür, çünkü derlemeler birkaç yüz yıl içerisinde birikmiş bilgiyi küçük bir hacim içerisinde toplayan özet-kitapçıklar da ihtiva ederler.
En son yazılmış olanın her zaman en doğrusu; daha sonra yazılmış olanın daha önce yazılmış olana göre her bakımdan bir terakki olduğunu; ve her değişimin daima bir ilerleme ve gelişme anlamına geldiğini düşünmekten daha büyük bir yanlışlık tasavvur edilemez. Düşünen ve doğru yargıya sahip olan insanlar, büyük bir gayret ve sebatla konularının peşine düşenler; bunlar sadece istisnadır. Haşereler —dünyanın her yerinde kuraldır— her zaman hazır pusuda beklerler ve düşünürlerin olgun görüşlerini kendilerine mal ederek yorulmak bilmez bir şekilde kendilerince geliştirmeye çalışmakla meşguldürler.
Dolayısıyla eğer bir insan kendisini herhangi bir konuda geliştirmek [bir konu hakkında okuyarak bilgi sahibi olmak] istiyorsa derhal kendisini, bilim sürekli ilerlemektedir ve yenileri hazırlanırken eski kitaplardan yararlanılmıştır zannıyla o konu hakkında yazılmış en yeni kitaplara sarılmaktan, dikkatini münhasıran onlarla sınırlamaktan uzaklaştırması gerekir. Doğru yararlanmış lard ır, ama nasıl yararlanmışlardır? Yeni yazarlar çoğu kez eski kitapları tam olarak anlamaz; aynı zamanda onların kullandıkları sözcük ve ifadeleri aynıyla kullanmaya da gönülsüzdürler, dolayısıyla sonuçta eski yazarların çok daha iyi ve çok daha açık bir şekilde söylediği şeyi keyiflerince eğip büküp berbat ederler; çünkü eski yazarların yazdıkları, konu hakkındaki kendi canlı bilgilerine dayanır. Halbuki yeniler çoğu kez onların yazmış oldukları en iyi şeyleri, en çarpıcı açıklamaları ve en isabetli yorumları ıskalarlar, çünkü yeniler bunların değerlerini takdir edemez veya ne denli anlamla yüklü olduklarını hissedemezler. Onları cezbeden tek şey sathi ve yavan olandır.
Eski ve kusursuz bir kitap çok kere yeni ve kötülerinin hatırına rafa kaldırılır; oysa bunlar sırf para için yazıldıklarından tafralı, tantanalı bir hava ile ortaya çıkarlar ve yazarlarının dostları tarafından göklere çıkarılırlar. Bilim alanında kendisinden söz ettirmek isteyen bir kimse pazara yeni bir şey sürer; bu çok kere daha önce doğru olarak kabul edilmiş bir ilkenin eleştirilmesine dayanır, öyle ki o bu yolla kendine ait yanlış bir ilkeyi doğru olarak kabul ettirebilir. Ve zaman zaman onun bu çabası kısa bir müddet başarılı olabilir, ama nihayetinde eski ve doğru olan öğretiye geri dönülür.
Bu yenilikçiler dünyada kendi değersiz kişiliklerinin dışında hiçbir şeyin ciddiye alınmaya değer olmadığım düşünürler, göz önüne çıkarmak istedikleri, teşhir etmek için can attıkları budur. Onlar bunu gerçekleştirmenin en kestirme yolunun bir paradoksla başlamak olduğunu düşünürler; kafalarının kısırlığı onlara bu uğurda tutulacak yolun görmezden gelme yahut inkâr olduğunu telkin eder; ve uzun zamandır kabul görmüş olan doğrular inkâr edilmeye başlanır; sözgelimi yaşamsal güç, sempatik sinir sistemi, generatio equivoca, Bichat’ın heyecanların işleyişi ile zihnin çalışması arasında yaptığı ayrım ya da olmadı kaba atomculuğa geri dönerler vs., vs. Dolayısıyla bilimin yolu çoğunlukla gerileyici-yozlaştırıcıdır.
Takip ettikleri yazarları tercüme etmenin yanı sıra aynı zamanda onları düzeltip değiştiren mütercimler de bu yazarlar zümresine dahildir, ki bu bana her zaman küstahça görünmüş bir şeydir. Bu tür yazarlara derim ki: Başka insanların kitaplarını rahat bırakın, çevrilmeye değer kitapları kolaysa kendiniz yazın.
Okur eğer mümkün ise gerçek yazarları, öğretilerin kurucularını ve kâşiflerini ya da her halükarda herhangi bir bilgi dalında büyük üstatlar olarak tanınmış olanları okumalı ve onların muhtevalarını yenilerinden okumak yerine ikinci-el kitapları satın almalı.
Hiç kuşkusuz inventis aliquid adder e facile est (herhangi yeni bir keşfe ilâvede bulunmak kolaydır), dolayısıyla bir insan konusunun ilkelerini inceledikten sonra konu üzerine yazılmış daha yeni bilgilerle, yeni ilâvelerle tanış – malıdır. Umumiyetle aşağıdaki kural her yerde olduğu gibi şurada da geçerlidir, yani: Yeni olan nadiren iyidir, çünkü iyi bir şey ancak kısa bir zaman için yenidir.
Adres bir mektup için ne ise başlık da bir kitap için o olmalıdır; bir başka söyleyiş, onun temel amacı kitabı kamuoyunda onun içindekilere ilgi duyacak olanlara ulaştırmak-takdim etmek olmalıdır. Dolayısıyla başlığın etkileyici olması gerekir; esas itibariyle kısa olduğundan, veciz, kısa ve gizli anlamlara gebe olmalıdır ve eğer mümkünse muhtevayı tek bir sözcükle anlatmalıdır. Bu sebepten ötürü uzun olan yahut hiçbir anlam ifade etmeyen ya da dolaylı veya muğlak olan bir başlık kötüdür; yanlış ve yanıltıcı olan da böyledir: Adresi yanlış yazılmış olan bir mektup nasıl sahibine ulaşmaz ve unutulmuş bir köşede beklerse bu sonuncusu da kitabın başına aynı akıbeti getirir. En kötü başlıklar çalıntı olanlar, demek istediğim daha önce başka kitapların taşıdığı başlıklardır; çünkü bunlar her şeyden önce bir fikir hırsızlığıdır, ikinci olarak mutlak bir özgünlük yoksunluğunun en ikna edici kanıtıdır. Kitabına yeni bir başlık düşünecek kadar bir özgünlüğe sahip olmayan bir insan ona yeni bir muhteva kazandırma kabiliyetinden haydi haydi yoksundur. Taklit edilmiş, bir başka deyişle yarı çalıntı başlıklar da bunlara akrabadır; sözgelimi ben “Tabiattaki İrade Üzerine”yi yazdıktan uzunca bir zaman sonra, Oersted “Tabiattaki Akıl Üzerine”yi yazmıştı.
Arthur Schopenhauer
Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine