Yıktınız ve zarar verdiniz ve bunu yalnızca bana değil, beni seven herkese karşı yaptınız…
“Bu sizi şaşırttı mı?” diye sordu Breuer.
“Hem de çok, özellikle tam da ilk karşılaşmamızın ardından olması. Ayrıca rahatsız da etti. Nietzsche büyük bir adamdır; hem bir beyefendi hem de güçlü ve olağanüstü bir kişilik; Doktor Breuer, ondan fazlasıyla etkilendiğimi inkâr etmiyorum, ama romantik açıdan değil. Belki de ondan etkilendiğimi sezdi ve evliliğin de aşk ilişkisi kadar bana uzak bir şey olduğuna dair söylediğim sözlere inanmadı.”
Pencere camlarını titreten ani rüzgâr bir an Breuer’in dikkatini dağıttı. Aniden boynunun ve omuzlarının tutulduğunu hissetti. O kadar dikkatle dinliyordu ki birkaç dakikadır bir tek kasını bile oynatmamıştı. Hastalan ara sıra kişisel sorunlarını anlatırlardı, ama böylesi asla olmamıştı. Böyle yüz yüze, böyle gözlerini bile kırpmadan değil. Bertha da çok şeyini anlatmıştı, ama hep “burada yokmuşçasına” dalgın bir ruh hali içinde. Lou Salome ise “burada” idi ve çok uzaktaki bir olayı anlatırken bile öyle samimi bir hava yaratıyordu ki Breuer âşıklar konuşuyormuş gibi hissetti. Nietzsche’nin ilk görüşmelerinin ardından neden ona evlenme teklif ettiğini anlayabiliyordu.
“Ya sonra Frâulein?”
“Sonra, bir somaki karşılaşmamızda daha dürüst olmaya karar verdim. Ama buna gerek kalmadı. Nietzsche’nin teklifi bana ne kadar itici gelmişse gelecekteki bu evlilik de ona o kadar korkutucu gelmişti. İki hafta sonra, Orta’da onu gördüğümde ilk sözleri, teklifini hiç yapılmamış gibi kabul etmemi istemek oldu. Onun yerine ideal bir ilişkide ona katılmamı önerdi; bu ilişki tutkulu, namuslu, entelektüel ve evlilikle ilgisi olmayan bir ilişki olacaktı.
“Üçümüz de uzlaşmıştık. Menage â trois’ muz konusunda Nietzsche’nin morali öyle yüksekti ki Lucerne’de olduğumuz bir öğle sonrasında bunun fotoğrafını çektirmemizde ısrar etti, günahkâr Üçlü’müzün tek resmi oldu bu.”
Fotoğrafı Breuer’e uzattı; Lou Salome’nin elindeki küçük kırbacı sallayarak üzerinde diz çöktüğü arabanın önünde iki erkek duruyordu. “Öndeki, bıyıklı, yukarıya doğru bakan adam; işte Nietzsche o,” dedi ılık bir sesle. “Diğeri de Paul.”
Breuer resmi dikkatle inceledi. Bu iki erkeği görmek onu rahatsız etmişti; güzel genç kadının küçük kırbacıyla arabaya koşulmuş acınası, prangalı devler.
“Atlarımı nasıl buldunuz Doktor Breuer?”
İlk kez Lou Salome’nin neşeli yorumlarından biri hedefini bulmamış ve Breuer onun henüz yirmi bir yaşında bir kız olduğunu hatırlayıvermişti. Huzursuzluk duydu, bu pırıl pırıl, neredeyse kusursuz yaratıkta pürüzler görmek hoşuna gitmemişti. Esaret altındaki bu iki erkeğe, kardeşlerine içi sızlamıştı. O da kolaylıkla onlardan biri olabilirdi.
Breuer, aceleyle hikâyesine devam eden konuğunun da yanlış adım attığının farkına vardığını düşündü.
“Üç ay kadar önce, Tautenberg’de iki kez daha görüştük, ilkinde Nietzsche’nin ablası vardı yanımızda, diğerinde de Paul’ün annesi. Fakat Nietzsche bana sürekli yazdı. Morgenröte, Gedonken über die moralischen Vorurtheile kitabının beni nasıl etkilediğini anlatmamdan sonra bana yazdığı mektup işte burada.”
Breuer kızın uzattığı mektubu çabucak okudu.
Benim Sevgili Lou’m,
Benim de önümde şafaklar var, ama hiçbiri renkli değil! Artık asla mümkün olmadığına inandığım mutlak saadet ve acıma bir arkadaş bulmak şu anda bana mümkün görünüyor, önümde uzanan gelecek yıllarımın ufku üzerinde altın bir olasılık. Sevgili Lou’mun cesur ve zengin ruhu aklıma geldikçe çok etkileniyorum.
F.N.
Breuer susuyordu. Nietzsche’nin duygularını çok daha iyi anlıyordu şimdi; yeni şafaklar ve altın olasılıklar keşfetmek, zengin, cesur bir ruha âşık olmak; herkes, en azından bir kez, yaşamında böyle bir şeye ihtiyaç duyar, diye düşündü Breuer.
“Bu arada,” diye devam etti Lou. “Paul de aynı ölçüde ateşli mektuplar yazmaya başladı. Dengeyi korumak için elimden gelen her şeyi yapmama rağmen, üçlümüzdeki gerginlik korkutucu bir hızla artıyordu. Nietzsche ve Paul arasındaki dostluk hızla eriyordu. Sonunda her ikisi de mektuplarında birbirlerini kötülemeye başladılar.”
“Ama tabii,” diye araya girdi Breuer, “bu sizin için sürpriz olmadı değil mi? Aynı kadınla yakın bir ilişki içine giren iki ateşli erkek?”
“Belki ben biraz saftım. Üçümüzün zihinsel bir yaşamı paylaşacağımıza, birlikte ciddi felsefi çalışmalar yapabileceğimize inanmıştım.”
Breuer’in sorusundan tedirgin olmuş görünen Lou ayağa kaktı, hafifçe gerindi, Breuer’in masasının üzerinde duran Rönesans dönemine ait bronz havanla tokmağı, küçük bir Mısır mezar figürünü, iç kulağın yarım daire kanallarını gösteren tahtadan yapılmış karmaşık bir modeli incelemek için duraklayıp ağır ağır pencereye doğru yürüdü.
“Belki de ben inatçı biriyim,” dedi, pencereden dışarı bakarak, “Ama bizim menage â trois’nın imkânsız olduğuna hâlâ inanmış değilim! Nietzsche’nin iğrenç ablası karışmasaydı yürüyebilirdi de! Nietzsche, yazı o ve ablası Elisabeth’le geçirmek üzere beni Thüringen’deki küçük bir köy olan Tautenberg’e davet etti. Ablası ve ben Wagner’le karşılaştığımız ve Parsifal’im izlediğimiz Bayreuth’ta buluştuk. Sonra da hep beraber Tautenberg’e yolculuk ettik.”
“Neden ona iğrenç diyorsunuz?”
“Elisabeth bölücü, kötü ruhlu, yalancı ve Yahudi düşmanı kaz kafalının biridir. Ona Paul’ün Yahudi olduğunu söylemek gibi bir hata yaptım, o da bunu Wagner’in çevresindeki herkese yaymak için elinden geleni ardına koymadı, böylece Paul’ün Bayreuth’ta hoş karşılanmamasını sağlamak istiyordu.”
Breuer kahve fincanım masaya bıraktı. Lou Salome’nin biraz önceki sözleriyle aşk, sanat ve felsefe dünyasının tatlı güvenliğinin kucağındayken, şimdi gerçekliğe, Yahudi düşmanlığıyla dolu çirkin bir dünyaya itilivermişti. Daha o sabah Neue Freie Presse’de üniversiteyi ayağa kaldıran gençlik derneklerinin sınıflara girip “Juden hinaus!“ (Yahudiler dışarı) diye bağırarak Yahudileri çıkmaya zorladıklarım, karşı koyanları itip kaktıklarını okumuştu.
“Frâulein, ben de bir Yahudiyim ve Profesör Nietzsche’nin Yahudi karşıtı görüşlerini kız kardeşiyle paylaşıp paylaşmadığını sormak zorundayım.”
“Yahudi olduğunuzu biliyorum. Jenia söylemişti. Nietzsche’nin yalnızca gerçeklerle ilgilendiğini bilmeniz çok önemli. Önyargı zırvasından; her türlü önyargıdan nefret eder. Ablasının Yahudi düşmanlığından nefret ediyor. Almanya’nın en açıktan açığa ve tehlikeli Yahudi düşmanlarından biri olan Bernard Förster’in kız kardeşini sık sık ziyaret etmesi onu hayret ve tiksintiyle dolduruyor. Ablası Elisabeth… “
Şimdi daha hızlı konuşuyordu, ses bir oktav yükselmişti. Breuer, kızın hazırlamış olduğu konuşmadan koptuğunun farkında olduğunu görüyordu, ama kız kendini tutamıyordu.
“Doktor Breuer, Elisabeth korkunç bir yaratıktır. Bana fahişe dedi. Nietzsche’ye yalan söyledi, o fotoğrafı herkese gösterdiğimi, Nietzsche’nin kırbacımın tadından nasıl zevk aldığını anlatarak övündüğümü anlattı. Her zaman yalan söylüyor! Tehlikeli bir kadın! Bir gün, bu sözüme dikkat edin, Nietzsche’ye çok büyük bir zararı dokunacak!”
Bunları söylerken hâlâ ayaktaydı ve önündeki koltuğun arkasını var gücüyle sıkıyordu. Sonra oturup daha sakin bir tavırla devam etti: “Tahmin edeceğiniz gibi, Nietzsche ve ablasıyla Tautenberg’de geçirdiğim o üç hafta oldukça karmaşıktı. Nietzsche’yle yalnız kaldığım anlar muhteşemdi. Harika yürüyüşler ve her konuda derin sohbetler yaptık; bazen sağlığı günde on saat konuşmasına izin veriyordu! Şimdiye kadar iki kişi arasında hiç bu kadar felsefi açıklık yaşanmış mıdır, merak ediyorum. İyi ve kötünün göreceliği, kişinin ahlâklı yaşayabilmesi için kendisini toplum ahlâkından kurtarması gereği, hür düşünenlerin dini hakkında konuşurduk. Nietzsche’nin sözleri doğru görünüyordu: Bizim kardeş beyinlerimiz vardı; yarım sözcükler, yarım cümlelerle, yalnızca hareketlerle birbirimize çok şey anlatabiliyorduk. Ancak bu cennet bozuldu, çünkü tüm bu anlarda o yılan ablasının gözleri üstümüzdeydi; onun bizi dinlediğini, her seferinde yanlış anladığım, dolaplar çevirdiğini anlayabiliyordum.”
“Söyler misiniz, Elisabeth size neden iftira etsin ki?”
“Çünkü kendi yaşamı için savaş veriyor. Küçük beyinli, fakir ruhlu bir insan o. Erkek kardeşini bir başka kadına kaptırmak istemiyor. Nietzsche’nin kendisini önemli kılan tek kaynak olduğunun, sonsuza kadar da öyle kalacağının farkında.”
Önce saatine, sonra da kapalı kapıya baktı.
“Zaman konusunda huzursuzluk duyuyorum, bu yüzden hikâyenin kalan kısmını size çabucak anlatacağım. Daha geçen ay, Elisabeth’in itirazlarına rağmen, Paul’ün annesiyle birlikte, Paul, Nietzsche ve ben Leipzig’de üç hafta geçirdik ve orada da ciddi felsefi tartışmalar yaptık, özellikle dinsel inancın gelişmesiyle ilgili konuştuk. Birbirimizden ayrılalı daha iki hafta oldu, Nietzsche o sıralar üçümüzün bahan Paris’te geçireceğine inanıyordu. Ama bu asla gerçekleşmeyecek, bunu şimdi anlıyorum. Ablası onu bana karşı zehirlemeyi başardı, o da son zamanlarda Paul ve bana karşı nefret dolu, ümitsiz mektuplar yazıyor.”
“Peki, şu anda Frâulein, her şey ne durumda?”
“Her şey bozuldu. Paul ve Nietzsche birbirlerine düşman oldular. Paul Nietzsche’nin bana yazdığı mektupları her okuyuşunda, benim Nietzsche için iyi şeyler söylediğimi her duyuşunda daha da sinirleniyor.”
“Paul size yazılan mektupları mı okuyor?”
“Evet, neden olmasın? Dostluğumuz gelişerek derinleşti. Sanının ona olan yakınlığımı asla kaybetmeyeceğim. Birbirimizden hiçbir şey saklamıyoruz; birbirimizin günlüklerini bile okuyoruz. Paul, Nietzsche’yle ilişkimi koparmam için bana yalvarıyordu. Sonunda kabul ettim ve Nietzsche’ye bir mektup yazarak dostluğumuza her zaman değer vereceğimi, fakat menage â trois’mızın artık asla mümkün olmadığını söyledim. Annesinden, ablasından ve Paul ile arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı işe çok fazla acı, çok fazla yıkıcı etki karıştığını anlattım.”
“Nasıl karşıladı?”
“Çok sert! Korkunç! Çılgınca mektuplar yazıyor, bazen hakaret ediyor ya da tehditler savuruyor, bazen derin bir ümitsizlik içinde oluyor. İşte, daha geçen hafta aldığım mektuplardaki şu pasajlara bakın!”
Görünüşleri bile kışkırtıcı iki mektup uzattı; kargacık burgacık el yazısı, kısaltılmış ya da birkaç kez altı çizilmiş bir dolu sözcük. Breuer gözlerini kısarak Lou’nun yuvarlak içine aldığı paragrafları okumaya çalıştı, ama birkaç sözcükten fazlasını çıkaramadığı için mektupları geri uzattı.
“Onun yazısını okumanın ne kadar zor olduğunu unutmuşum,” dedi. “Paul ve bana yazdığı şu mektubu size deşifre edeyim: ‘Benim megalomani krizlerim ya da yaralanan gururum sizi rahatsız etmesin ve eğer bir gün bir ihtiras nöbeti sırasında canımı alacak olursam, sakın buna fazla üzülmeyin. Benim hayallerim sizin umurunuzda mı ki!.. Ümitsizlikten aldığım yüksek dozda afyondan sonra bu akılcı bakışa ulaştım.’ “
Burada kesti. “Ümitsizliğinin derecesi konusunda bu herhalde sizi yeterince aydınlatmıştır. Birkaç haftadır Bavyera’da Paul’ün ailesine ait bir evde kalıyorum, bütün mektuplarım o adrese geliyor. Bana acı vermemesi için ondan gelen en kinci mektupları Paul yok ediyor, ama yalnızca bunu kaçırabildim: ‘Eğer sizi kendimden şimdi uzaklaştırırsam bütün kabahat sizin varlığınızdır… Yıktınız ve zarar verdiniz ve bunu yalnızca bana değil, beni seven herkese karşı yaptınız; ipin uçundasınız.’ “
Başını kaldırıp Breuer’e baktı. “Evet Doktor, size benim bu işle bir ilgim olduğunu ona sakın söylemeyin derken ne demek istediğimi şimdi anladınız mı?”
Breuer purosundan derin bir nefes çekti. Her ne kadar Lou Salome merakını uyandırmış ve açıkladığı melodramla onu etkilemiş olsa da içinde bir huzursuzluk duyuyordu. Bu işe dahil olmak akıllıca olur muydu? Ne karmaşa! Ne ilkel ve güçlü ilişkiler: Günahkâr Üçlü, Nietzsche’yle Paul’ün biten dostluğu, Nietzsche’yle ablası arasındaki güçlü bağ. Bu kadın ve Lou Salome arasındaki kötü niyetli ilişki. Bu fırtınalardan uzak kalmaya dikkat etmeliyim, dedi kendi kendine. Tabii bunların içinde en tehlikeli olanı Nietzsche’nin Lou Salome için duyduğu ve şimdi nefrete dönüşmüş olan aşk. Ama artık geri dönmek için çok geçti. Artık bu işe girmiş ve Venedik’te kıza rahatlıkla, “Hiçbir hastayı geri çevirmedim,” demişti.
Tekrar Lou Salome’ye döndü. “Bu mektuplar telaşınızın nedenini anlamama yardımcı oldu Frâulein Salome. Dostunuz için duyduğunuz endişeyi paylaşıyorum: Durumu istikrarsız görünüyor, intihar ihtimali ise çok yüksek. Ama Profesör Nietzsche üzerinde artık pek az etkiniz olduğuna göre beni ziyaret etmesi için onu nasıl ikna edeceksiniz?”
“Evet, işte sorun bu; bu konuda uzun uzun düşündüm. Şu anda adımı duymak bile onu zehirliyor, o halde dolaylı yoldan uğraşmalıyım. Yani, sizinle buluştuğumu asla ama asla bilmemesi gerek demek bu. Ona hiçbir zaman söylememelisiniz! Ama artık onunla tanışmak istediğinizi bildiğim için… “
Fincanını masaya bırakıp Breuer’e öyle bir baktı ki, Breuer hemen bir cevap vermek zorunda kaldı: “Tabii Frâulein. Venedik’te si ze dediğim gibi hiçbir hastayı geri çevirmedim.”
Bu sözler üzerine Lou Salome’nin yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. Ah, bu kız düşündüğünden çok daha fazla gerilim içindeydi.
“Bu güvenle, Doktor Breuer, benim bu işle ilgim olduğunu anlamadan Nietzsche’yi buraya getirme çalışmalarını başlatacağım. Davranışları o kadar kötüleşti ki eminim bütün arkadaşları bu konuda telaş içinde; bu yüzden ona yardımcı olacak akla yakın her planı seve seve kabul edeceklerdir. Yarın Berlin’e dönerken Basel’e uğrayacağım ve Nietzsche’nin çok eski bir dostu olan Franz Overbeck’e planımızı anlatacağım. Tanı koyma ve tedavi konusundaki ününüz işleri kolaylaştıracaktır. Profesör Overbeck’in, sağlığıyla ilgili olarak Nietzsche’yi size gelmeye ikna edeceğine inanıyorum. Başarılı olursam, bunu bir mektupla size bildiririm.”
Seri hareketlerle Nietzsche’nin mektuplarını çantasına geri koydu, ayağa kalktı, buruşan uzun eteğini düzeltti, kanepeden tilki kürkünü aldı ve vedalaşmak üzere elini Breuer’e uzattı. “Ve şimdi de sevgili Doktor Breuer… “
Diğer elini de Breuer’in elinin üzerine koyduğunda Breuer’in nabız atışları yükseldi. Seni yaşlı aptal, diye düşündü, ama kendisini kızın elinin ılıklığına bıraktı. Kendisine dokunmasından ne kadar hoşlandığını ona söylemek istedi. Belki o da biliyordu bunu, çünkü konuşması boyunca elini ellerinin arasında tuttu.
“Umarım bu konuda sıkı bir iletişim içinde oluruz. Bunun nedeni yalnızca Nietzsche için hissettiğim derin duygular ve onun huzursuzluğundan bilmeyerek benim sorumlu olduğum korkusu değil. Başka bir şey daha var. Sizinle de dost olacağımızı umuyorum. Gördüğünüz gibi çok hata yapıyorum; düşüncesizim, sizi hayretler içinde bırakıyorum, geleneksel biri değilim. Ama benim de güçlü yanlarım var. İnsanların ruhlarındaki asaleti gören mükemmel gözlerim vardır. Böyle birini bulduğum zaman da onu kaybetmemeyi isterim. O halde, birbirimize yazacak mıyız?”
Elini indirdi, kapıya doğru yürüdü, sonra birden durdu. Çantasını açıp iki küçük kitap çıkardı.
“Ah, Doktor Breuer, neredeyse unutuyordum. Nietzsche’nin son iki kitabını edinmeniz gerektiğini düşündüm. Düşüncelerini anlamanıza yardımcı olur. Ama bunları gördüğünüzü o bilmemeli. Bu kitaplardan henüz çok az satıldığı için kuşkulanacaktır.”
Tekrar Breuer’in koluna dokundu. “Bir şey daha. Okuyucusu çok az olsa da Nietzsche ünlü olacağından emin. Bir keresinde bana, yarından somasının ona ait olduğunu söylemişti. Bu yüzden ona yardım etmekte olduğunuzu kimseye söylemeyin. Adından kimseye söz etmeyin. Eğer birine söylerseniz ve o da duyarsa, bunu büyük bir ihanet olarak kabul edecektir. Hastanız, Anna O., onun gerçek adı bu değil, değil mi? Takma ad mı veriyorsunuz?”
Breuer evet anlamında başını salladı.
“O halde aynısını Nietzsche için de yapmanızı öneririm. Auf Wiedersehen, Doktor Breuer,” deyip elini ona doğru uzattı.
“Auf Wiedersehen, Frâulein,” dedi Breuer, eğilip kızın elini öptü.
Lou Salome’nin arkasından kapıyı kapatan Breuer elindeki iki adet, karton kapaklı ince kitaba baktı ve üzerlerindeki tuhaf başlıkları okudu -Die Fröhliche Wissenschaft ve Menschliches, Allzu menschliches10- sonra da onları masaya bıraktı. Lou Salome’yi son bir kez görmek için pencereye doğru yürüdü. Kız şemsiyesini açtı, arkasına hiç bakmadan merdivenlerden inip küçük bir atlı arabaya bindi.
Irvin D. Yalom
Nietzsche Ağladığında
Çevirmen: Aysun Babacan
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları