Modern yaşamda mutluluğun kendisi bir ödev, bir norm haline gelmiştir. Çevremizdeki en büyük tehditlerden biri artık bu mutluluk diktasıdır. Öte yandan normatif hale gelen bir iyimserlik baskısıyla karşı karşıyayız; bu baskı dayatılan mutluluk anlayışının aynı zamanda suç ortağıdır. Filmler, şarkılar, reklam spotları bize her gün mutluluğun nasıl mümkün olduğunu anlatır ve pazarlar. Popüler kültürün dayattığı bu mutluluk kültünün ardında acaba ne yatıyor? Mutluluk endüstrisinin dayattığı haliyle mutluluğa hayır diyenler bu karşıtlık üzerinden bu sefer mutsuzluğu yüceltiyorlar, bence bu yaklaşım da doğru değildir.
Herkesin çalışırsa başarılı olabileceği bir sonsuz seçenekler ve özgürlükler düzeni vaat ediliyor. Kaybedenler toplumun çalışmak istemeyen asalakları olarak damgalanıyor, Mevcut ekonomik sistem, bizi başarı ve performans odaklı bir seçime zorlamakta.
Bu makro-ekonomik ve sosyal düzende, büyük bir performans ve başarı baskısı altında tutulan insan, bir taraftan kaygı sendromları içinde debelenirken, diğer taraftan iyimser ve mutlu olmaya adeta koşullandırılmış vaziyettedir.
Her şeyi eleştirebilmemiz, seyahat edebilmemiz, cinsel yönelimlerimizin toplumda serbestçe ifade bulması ve dilediğimiz siyasi akımı destekleyebilmemiz bize özgürüz hissi veriyor. Tüm bunları yapabiliyoruz çünkü artık bunların toplumsal önemleri kalmamıştır, Bunları yapabildiğimiz için mutlu olabileceğimiz yanılsaması, neo liberalizmin pazarladığı en büyük yalandır; özgürlük günümüzün ve çağımızın en büyük yalanıdır.
Neo liberalizm tarafından pazarlanan diğer pahalı lüks ise mülkiyet hissidir; mülkiyet mutlu olmanın vazgeçilmez ön koşulu olarak tüketim toplumunun çarkına su taşır.
Neo liberalizmin pazarladığı mutluluk algısının insan ruhunda bir alıcısı ve karşılığı vardır, çünkü insan yaşamak için varlığını bir nedene dayandırmak ister, somut nedenlerle varlığının dayanılmaz sancısını hafifletmek ister. bu yüzden mevki, makam, kudret, para, iktidar gibi görünür zenginliklerin peşine düşer.
Toprağın, en derindeki çekirdeğine kadar gözyaşlarıyla sulanmış olduğunun bilincine rağmen, yazgılarıyla barışık, mutlu Dostoyevski kahramanları olamayız hiçbirimiz. Her birimiz varoluş kaygıları taşıyoruz. Hayata bir defalığına ve bir ömürlük kadar savrulmuş olmanın kefareti olarak gördüğümüz mutluluğu, başkalarının mutsuz olması pahasına kabul ediyoruz. Ama bu çeşit bir mutluluk hem insanlığımızı hem de vicdanımızı zamanla çürütecektir.
Ancak başkalarını mülksüzleştirmek ve hatta öldürmek pahasına mülk sahibi olunduğu bir makro-ekonomik sistemde yaşadığının farkında olan birey, bu farkındalığa ve paradoksa rağmen mutlu olabilir mi?
Bir yerde okumuştum, cep telefonu üretim süreçlerinde kullanılan kolumbit-tantalit mineralinin çıkarıldığı çatışmalı bölgelerde, çocukların madenlerde köle olarak çalıştırıldığı ve bu madenin çıkarılmasının bazı goril türlerinin neslinin tükenmesine sebep olduğu yazıyordu. Kolumbit-tantalit elektronik cihazlarda, özellikle de akıllı telefonlarda, dizüstü ve tabletlerde olmazsa olmaz minerallerden biri ve ne yazık ki bu cihazlar, gündelik mutluluğumuzun elektronik altyapısını oluşturuyor!
Mutlulukla mutsuzluk, özgürlükle tutsaklık, hayat ile ölüm arasındaki ince ve gergin çizgide ömrümüz, gönül rahatlığıyla yaşanamayan, süreğen bir bunaltıya dönüşmek üzeredir.
Mutlu ve iyimser olmak artık sistemin önemli bir miti haline gelmiştir, sistemin bu mitlerini teşhir etmeliyiz. Bu ölüm atmosferinde kanayan yüreğimizi avuntularla susturmak için önümüze atılan bu kemik parçalarını kabul edersek, tarihin sayfalarında hiçbir zaman uyumayan ölülerimiz, bir gün dimdik karşımıza çıkıp yakamıza yapışacaktır. Aslında susturduğumuz kanayan yüreğimiz değil, vicdanımızdır.
Çölün sırrı, sakladığı bir kuyudadır, der Küçük Prens, peki ya mutluluğun sırrı nerede saklı? Başka bir mutluluk konsepti mümkün mü? Evet, bence mümkün, ama önce toplumun ortak mutluluk hayallerini yıkan ve en iyi ruhsal kaynaklarımızı tüketen bu sistemden kurtulmamız gerekecektir. Başka bir deyişle, devrimsiz mutluluk yoktur ve devrimsiz mutluluk iddiası, aldatıcı, süslü, vicdansız bir kalıptan ibarettir.
Sözünü ettiğim devrim anlayışı, insanın tekâmülü yolunda kesintisiz ve sürekliliği olan bir devrim mefhumudur. Devrimi dondurup bitti diyenler, bir egemenliğin yerine bir başkasını koymak isteyenlerdir.
Paris, Nisan 2016
Josef (Hasek) Kılçıksız
PhL (Tampere üniversitesi, Finlandiya)