Roma panteonunda ikiyüzlü olarak resmedilen Janus, hem geleceğe hem geçmişe baktığından değişimi gören, başlangıçların, bitişlerin ve eşiğin tanrısıdır. Eşik ve kapılarla bağlantılanmasının nedeni, hayatın bir odasından öbürüne geçme dönemlerinde, bir kapıyı kapatırken bir başkasını açmış olması yüzündendir. Değişimin ve geçişlerin tanrısı olarak Janus, bu sert geçişlerde fiziksel ve ruhsal salınımlardan ötürü kavrayışın kimi zaman uzağına düşen bireye eşlik eder. Bu aleni bir eşlik etme durumundan çok gölge bir yaverlik durumudur.
Kapitalist kodlamaların bizi kuşattığı yerde bazen deliliğin eksikliğini hissederiz, bir şeklin içine sıkışmışlık duygusu bunaltır, başka form ve oluş hallerine geçişi deneriz, işte tam o noktada geçişlerin tanrısı Janus bize eşlik eder.
Janus, biraz da zamanla ilgilidir; başlangıç ve bitişlerle, giden ve gelenlerle, ölen ve kalanlarla, eski ve yenilerle, kaçışlarla, başkalaşanlarla ve mekân değiştirenlere ilgilidir.
Derin sızıyı bastırmak” için “böcekleşen” ve her an kaybetmenin ve kaybolmanın eşiğindeki Samsa’ya Janus adeta, hayatın bir odasından öbürüne geçme olanağı sunar.
Görece uyumlu ve sorunsuz olanların dünyasından mutant bir dünyaya kaçış aslında bir yere sığınma gereksinimdir de.
Dostoyevski’nin karanlık ve puslu, havasız ve basık ”yeraltı” dünyası, varoluşsal bunaltılar taşıyan birey için çoğu kez bir sığınaktır.
Böcek metaforu, İvan Karamazov karakterinde iğrenti tahtakurusu, Kafka’da ise tiksinç hamam böceği üzerinden inşa edilir. Önemsenmezliğin ve değersizliğin hayvanlar dünyasındaki muadili böcek, besin zincirinin son halkasını oluşturan bir ayrıştırıcı ve parçalayıcıdır. Bu bağlamda dönüşümü ve başkalaşımı “çürüme” üzerinden sağlar.
Tahtakurusu, asalak yaşam süren canlı formu olduğu için konukçusu olduğu canlının kanını emerek yaşamını idame ettirir. Kapitalist her türlü kodlamanın ve üretim ilişkilerinin dışında yaşamını sürdürmeye çalışan İvan aslında toplumun gözünde bir asalaktır.
Bence özne her an akış içinde olmalıdır. Homeros’un destanlarında tanrıların yarasından akan kanı, akan her şeyi seviyorum, hatta o kadar ki, “tohumlanmamış yumurtayı alıp götüren aybaşı kanını” bile çok seviyorum.
Hayal gücüyle gerçek arasına semboliği sokmayan; imgeselin veya ideolojinin aynalarında kırılmadan bize ulaşan bilgi (Spinoza), öznedeki akışı kesintiye uğratmaz.
Büyük metafizik anlatıların içinde gerçekleşen dönüşüm, öznenin fiziki dünyada kesilen akışkanlığının metafizik bir evrende sürdürülmesi girişimidir. Kapatıldığı kuytulardan ve düştüğü kuyulardan ancak başkalaşım ile çıkmayı başaran özne metafizik bir alanda akışkanlığını sürdürmeyi başarır.
İşte metamorphose, özne akışkanlığının durmuş gibi göründüğü, dünyadan vazgeçiş noktasında başlar. Bireye istikrarlı ve sürekli gibi görünen ve hayatının çıpası saydığı her şeyin bir harabeye dönüşmüş arazinin bir parçası haline geleceğinden emin olduğu andaki yitirme duygusuyla başlar. Birey için varolmak ve toplumda bir şey olmak arasındaki gerilim, artık her an kaybetmenin ve kaybolmanın eşiğinde durduğu bir mücadeleye dönüşmüştür.
O metamorphosu biraz da değişik ruh katmanları arasında taşıdıkları, içlerindeki Janus olanaklı kılar. İçimizdeki Janus bize metamorphosu bir kapı gibi açtığı andan itibaren, bu dünyaya kapıyı kapatır.
Bu başkalaşımda sosyolojik altyapıyı sırtlayan çok yüzlü “janus toplumudur”. Birbirinden yalıtık ve iç bütünlükten uzak bireylerin atomlarına bölündüğü ve bilinç akışkanlığının kesildiği yer olan kapitalizmdir. Kapitalist kodlamaların dışında kendine özgürlük alanı arayan bireyin tutumudur, dışlanmışlık ve aidiyet sorunudur biraz da.
Bireyin, fizik, metafizik, ideolojik ve sosyal birçok olgunun kesiştiği mikro bir evren ile birçok katman ve çizgiden oluşan karmaşık bir yapı olduğunu kabul edersek, içimizde zaman zaman birbiriyle kavgalı birçok Janus’un tepindiği gerçeğini de kabul etmiş oluruz.
Sefaletin, şiddetin, hor görülmenin, hastalıklı bir gururun, kabadayılığın, gösteriş merakının, hırsın ve yoksunluğun; bununla beraber, arkadaşlığın, sahiciliğin, çocukluğun, saflığın Janusları. Kardeşlik, rekabet, kıskançlık, nefret, nispet, arzu, korku, neşe, öfke, düşmanlık, şefkat, sadakat, ihanet, itiraf, yalan, hepsi bu mikro evrenin bir parçası, üstelik de kuvvetli dozlarda oldukları zaman, sığınak olarak tahayyül edilen “yeraltı”yı, bireyi içine alıp yutan bir mekâna dönüştürürler.
“Bir canavarla boğuşurken canavarlaşmamak için uyanık olmalı”, der Nietzsche. İçindeki habis canavarla boğuşan “ben” in canavarca bir çizgide kalıcılaşıp süreklileşmesi tehlikesi baş gösterir.
Kötülük, kolayca dışsallaştırılıp başkalarına havale edilebilir. Dışarı salamadığı habis enerjiyi kendi içine salan birey, ruhundaki yarıklar yüzünden şizofreni sancılar çeker. Bu sancılar biraz da zaman algısıyla ilgilidir.
Geçmişe ve geleceğe aynı anda bakan, bu sebeple perspektifinde ne geçmiş ne gelecek olan; “şimdi ve burada”yı tek somut olanağı olarak gören birey, cennetin çoktan yitirilmiş olduğunu fark eder. Zira yitirilmiş cennet, geçmişin ve geleceğin olmadığı zamandır, o zamandaki şimdidir.
İnsan ilişkilerinde bazen sefaletin, hor görülmenin, hastalıklı bir gururun, gösteriş merakının, hırsın karanlık yüzünü görürüz. Bazı dostluklarsa bize, saflığın güneşi ile aydınlanmış insanların hala var olduğunu, arkadaşlığın, salt gerçekliğin, çocukluğun yaşadığını hatırlatır.
Hayal kırıklıkları, gerçekliğin buz gibiliğine duygularımızın ılıklığının karıştığı kavşakta oluşur. Hayattaki kırılmalar, medcezirli dostluklar, ayrılık ve sevdiklerimizin ölümü, her birimiz hâlâ iyileşmemiş bazı yaralar taşırız. Kendi benliğimizin iç mekânı bazen balçıklı sıvının bıraktığı tortularla dolu bir yermiş gibi görünür. Tarifsiz bir marazı anlatmak için bunaldım deriz. Kafamızdaki birbirinden farklı şeylerin kalabalığını, sonsuz harabeye dönüşmüş bir hava ya da su kütlesinin bulanıklığını anlatmak için “bunaltı” uygun bir kavramdır. Aslında çarpık zaman algısı burada da kendini duyumsatır; balçıklı sıvının bıraktığı tortu aslında zamanın, masalın ya da hikâyenin düzenine kavuşmamış tortusudur.
“Kim daha fazla insan ise, daha fazla kederli olur”, der Ali Şeriati.
Bir kırıldık mı birkaç yerden kırılırız ve hayatımızı izlerken hayatın yıkıla yıkıla inşa edilen bir şey olduğunu görürüz, dünyadan vazgeçmemiş bir ruhun asla kedersiz olamayacağını yeniden kavrarız.
Bazen evlilikler, sınıflar arası geçişkenliği kolaylaştırırken, bazen de sınıfsal sınır ihlallerinin olduğu yerlerde çatışmalar ve gerilimler olur. İşte bu gerilimli ve şiddetli sınıfsal karşılaşmaların kavşağında devrimlerin olması kaçınılmazdır.
Devrimin ütopyası özgürlüktür, devrime alan açan şey onu önceleyen, bireyin farkındalık ve ruh devrimidir. Ruhsal devrimini tamamlamamış ve devrim perspektifini sadece iktidarı kapma üzerine kurmuş kitlelerce gerçekleştirilen devrimde maneviyat eksikliği gözlenir.
Baudelaireci, sürekli sarhoş olma hali bile “omuzlarımızı ezen ve bizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını” hafifletmeye yetmez. Şarapla, şiirle ya da erdemle esrik olsak bile, zamanı bizi her an geri çekebilecek bir kement gibi ömür boyu boynumuzda taşırız.
Bazen bir rüyada, bazen bir gerçekte, alacakaranlıkta, varolmanın dayanılmaz ağırlığında, hayatın başında ve sonunda yağmurlu bir havada mezarlıkta kefenin üstüne toprak atılırken, terkedilmelerde, son gözyaşında, söylenmemiş sözlerde, yolun sonundaki sarılmada, kelebeğin kısa dokunuşunda, son durakta, sevgilinin son öpücüğünde, gidip gelmelerde, bitmek bilmez yolların kıvrımlarında, annesini yitiren çocuğun gözlerinde, yaşlının erik kurusu ellerinde, kalabalıkta, yağmurun izinde, denizin tuzunda, yakamozda, dalgada, bulutların üstünde, hem her yerde hem hiçbir şeyde olan ve tarlaların orada duran kullanılmayan vagonlardan, maraba ahırındaki huysuz attan, pis kokulu otlardan, durgun su birikintilerinden, kurbağalardan, semenderlerden, sineklerden, taşlardan, tozdan yayılarak suya, yiyeceklere ve havaya sızan hiçlik duygusu aslında koskoca bir nehirde bir su damlası olma hissidir.
Koskoca bir nehirde bir su damlası olma hissini solcu bir insan, insanlık adı verilen devasa bir continuum’un (sürekliliğin) son derece ufak bir parçası olduğunun bilincine varmak olarak algılar.
İnsanlık bir serüvendir ve “soldan olmak”, alçakgönüllülük, dikkat, temiz yüreklilik, yaratıcılık, empati, dayanışma ve adaletle bu olağanüstü serüvene katılmaktır. Toplumsal ve ahlâkî biçimleri de dâhil olmak üzere tüm sefalet biçimlerine karşı gelmektir.
“Benim gözümde soldan olmak, özgürlükçü, sosyalist, komünist, ekolojik olmak üzere çok sayıda kökten beslenmektir. Bireyin serpilip gelişmesi, toplumun iyileştirilmesi, ortaklaşalık, kardeşlik ve tabiatla yeni bir ilişki için bu köklerden beslenmek yaşamsal bir önem taşır”, der Edgar Morin.
Tüketim toplumunun kodlamalarına direnen birey
Aslında kapitalist dünyanın ve tüketim toplumunun tumturaklı “şöleni” içinde fark edilmeyen ve yüzeyde bir çizgi gibi beliren yara, bilinçlerin çokluğu ile donanmış bireyin çok katmanlı ruh dünyasında derin bir yarıktır.
Yeraltı’na kaçış aslında kapitalist düzen içinde işlevsizleşmiş bireyin, modernizmin iflasını teşhir etme girişimidir.
İş, aile, baba gibi sosyal statülerle donanmış halde sorunsuz bir yaşam süren Samsa’nın yaşadığı başkalaşım tüm bu rolleri boşa çıkaran ve onu kapitalist düzen içinde birdenbire işlevsizleştiren bir dönüşümdür.
Kapitalistleştiği oranda tüketim toplumu kodlarının tükettiği birey yarı böcek yarı insan mutant bir hayat sürer. Bu başkalaşım ona, varoluşsal paradigmalarını derinlemesine gözden geçirmenin vaktinin geldiğinin anıklığını bağışlar.
Libidosundaki duygusal oluşumlarını dışarıya, “büyük öteki”ne yöneltip boşaltamayan birey kendine kapanıp yeraltı”na iner.
İçine kapanma pratiği bazen Dostoyevski kahramanlarında olduğu gibi yeraltına kaçış, bazen Kafka’nın Samsa’sında olduğu gibi başkalaşım biçiminde tezahür eder. Mutlak bir boşluk uzamında aidiyet duygusu paramparça olmuşken kimlik, yerini yersiz yurtsuzluğa devreder.
Öteki ve benlik arasına kalın sınırların çekildiği, çatışmalar ve karşıtlıklar üzerinden inşa edilmek istenen kimlik kimliksizliğe sürüklenir. Ancak bir şeyi unutur insan, “büyük ötekinin olmadığını”, “il n’y a pas de grand Autre” Jacques Lacan
Kentin kasvetli göğü altında, bencilliklerin, çıkarların çarpıştığı, gizli cinayetlerin işlendiği, cehennemden farksız kenar mahallelerin uzağında; kapitalist kodlamaların dışında bir yaşayışın mümkün olduğuna dair bir inanışın yeraltın’na sürüklediği birey, orada da makûs bir yazgıyla karşılaşır: Yabancılaşma ve yalnızlaşma.
Bir ateş ocağı kıvılcımlarını sınırlarının hayli ötesine saçar, yanarız. Kitle barbarlığının yeni yüzleri yüzümüze çarpar, derin alt üst oluşlar nedeniyle uzlaşmaz parçalanma ve bütünleşme süreçlerine maruz kalırız.
Çağımızın diğer bir sorunu da epistemolojik kopuştur, hesap ve rakam barbarlığıdır, bilgi sadece niceliksel boyutuna indirgenir. Birden işsizlik, boşanma, trafik kazası, prozac ve intihar istatistiklerinde basit bir rakam oluverirsiniz.
İçimizde devasa mitolojik bir evren var ve gerçekliğe durmadan yeni mitler türeterek şekil vermeye çalışıyoruz ve dünyaya da oradan bakıyoruz. Mitolojik menzili kısıtlı put ve tanrılara sığınıyoruz.
Dünün mazlumunda yarının zaliminin saklandığını deneyimleyerek öğreniriz bazen. İd’in faşizan tahakkümü altında aslında hepimiz potansiyel barbarlarız.
Tüketim toplumunun şehirleri insanî ve ekonomik çöller yarattığına göre, toprağa dönüş anlamında taşralaşmak ruhsuz bir küreselleşmeye karşıt olarak tekrar canlandırılmalıdır.
Kerteriz alamamak
Birey onu uygun ideolojik dayanaktan yoksun bırakan bir belirsizlik çağından geçtiğinin ayırdında değildir.
Özellikle dinlerin üzerinde durdukları zeminin dağılmasına bağlı olarak ama aynı zamanda bununla eştözlü olarak güvencesiz istihdamın ve eşitsizliklerin arttığı kapitalist ekonomik paradigmanın çöküşünün ve ticaret dogmasının iflasının yaşandığı bir durumda, yurttaşlar, görülebilir, sınırları belli, anlaşılır olan ve hem coğrafi hem kimliksel, kültürel, dinî yakınlıklarının olduğu bir çevreye kavuşma özlemindeler. Bu aidiyet arayışı çoğu zaman hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir
Devlet ve ideolojiler toplumun özne varlığının doktrine boğulmasında ve parçalanmasında kaldıraç haline gelirler. Sözümona demokratik “değerler” terörizm bağlamının özel icaplarına uyarlanır.
İnsanın kurtarıcı refleksleri uçurum kıyısında olduğu zaman ortaya çıkarmış. Dünyanın pek çok yerindeki insan hakları sicilinin oldukça karanlık izlerine rağmen, insanlığın, kökleri derinde bir eşitlikçilik duygusunu, kökleri derinde karşılıklılık normuna bağlılığı, kökleri derinde bir topluluk ruhunu koruduğu yolunda işaretler vardır. Umudu tekrar büyülü kılmak mümkün
Josef Kılçıksız
PhL Tampere Üniversitesi, Finlandiya