Milliyetçilikler Üzerine Notlar: Modernliğin son görüntüsü “yabancı korkusu” – Ulus Baker

Ulus Baker1. Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten geri kalmıyor. Bu korkunun öteki kutbundaysa “devrimci” şiddet (bunun ‘sosyalizm’ çerçevesinde kurulmuş olmasının zorunlu olmadığı da artık günümüzde, İslam ve milliyetçilikler sayesinde ortaya çıkıyor) ya da terörizm yer alıyor. Her ne hal ise, “totaliterlik” söylemlerinin belli bir süre oluşturduğu mitos, varlığını farklı düzlemlerde sürdürmeyi seçiyor. Geçmişe, özel olarak sosyalizmin geçmişine oranlıyor kendini. Ancak “totaliterlik” tezlerinin içselleştirilmiş oluşunun, “milliyetler” sorununun patlayışını yaşayan günümüzde bazı varsayımlar uyandırabilme konusunda özel bir yeteneği var.

Bu varsayımların bağlandığı temel varsayım, içten ya da dıştan bir ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan, mutlak, kökten, ölümcül bir olumsuzlukla yunmuş yıkanmış, ve asıl önemlisi, bireyler üzerinde mutlak bir tekbiçimlilik kurabileceği düşünülen “toptan” bir kitle hareketi varsayımıdır. Bu düzlemde insan çoğullukları yalnızlıkla, dışa kapalılıkla, bu arada modernliğin son görüntüsü “yabancı korkusu”yla betimlenmiş bir yalnızlık içinde soğurulmaya çalışılır. Bu varsayımın (totaliterlik tezlerinin belirdiği çeşitli alanların yanında ve ötesinde) bir metafiziği ve bir romanı da vardı: Eğer bu metafizik Hannah Arendt ve Leo Strauss tarafından verildiyse, “roman” ise bir bakıma Orwell tarafından verilmişti. İster roman isterse metafizik çerçevesinde olsun bu varsayımın belirgin bir özelliği var: Her zaman aktüel olduğunun “kanıtlanabilmesi”. Bu kanıtlanabilirlik, totaliterlik tezlerinin özel bir efekti olarak düşünülebilir. Hiç kimse, tarihin ya da kendi özel biyografisinin belli bir anında, Orwellvari bir cehennemde yaşamakta olduğunu hissetmemiş olamaz. Bunun milliyetçilikler meselesini ele alma yönünde temel bir öneme sahip olan birkaç temasını saymaya çalışalım:

1. Egemenlik problematiğinin (siyasal düşünce ile eş uzamlı olan) mutlak bir şartlandırma ile tam olarak örtüştürülmesi.

2. Sunî bir dilin yaratılmasına kadar varan bir “mutlak” propaganda düşüncesi. Öyle ki, bu sunî dilin sözcükleri bile düşünme özgürlüğünü yok etmektedir.

Milliyetçilik sorununun bu iki temel varsayım üzerinde tartışıldığı söylenebilir. (Siyasal aktüelliğin dayattığı totalitarizm varsayımı,) global ve birleştirici söylemlerin çöktüğü iddia edilen günümüzde, insan, sanki totaliterlik konusunda insanlığın temel, vazgeçemediği bir ihtiyacı varmış gibi, sözgelimi sosyalizmin çöküşüyle milliyetçilik cereyanlarının bu totaliterlik varsayımının karşılaştığı boşluğu yeniden doldurmak üzere harekete geçme zorunluluğunda olduklarını düşünüyor. Milliyetçilik, yolundan sapmış (neye göre?) bir modernliğin totaliterlik ihtiyacının dışavurumu olarak kabul edilmektedir.

2. Milliyetçiliğe biçilen bu rol, onun tarihsel anlamının göz ardı edilmesiyle sonuçlanmaktadır. Ne Ulus-Devlet’in o barok ussallığı, ne Machiavelli’nin Kilisenin ökümenik egemenliğinden kurtuluşun ve özgürleşmenin temel şartı olarak koyduğu ulusal birlik düşüncesi, ne de Alman Romantiklerinin, özellikle Herder’in Kulturnation olarak insanlığın derin ve gizli dayanışma istencinin ifadesi olarak tasarladığı, belki ütopik, ama kesinlikle günümüzün totaliterlik ihtiyacı varsayımıyla açıklanamayacak ulusçuluğu, günümüzdeki tartışmaların odaklaştığı noktaların yakınına bile gelememektedir.

Günümüz tartışmalarında itiraf edilmeden arka planda duran, tartışmaları üstten belirleyen, yine ve yine kapitalizmdir. Doğu Bloku’nun çöküşüyle varolma hakkını kesinleştirdiğini, beraat ettiğini düşünen bir kapitalizmin. Uzun bir süreden beri “ulus-devlet” formunda faaliyetini sürdüren kapitalizm (yüzyılımız başlarında dünya pazarının paylaşılması, özellikle de petrol kuyularının başına sınırları cetvelle çizilmiş ‘ulus-devlet’leri getiren) işleyişini dünyayı ulus devletlere bölerek gerçekleştirmektedir.

3. Milliyetçiliklerin patlayışının “özgürlüğün” kazanılmasının bir bedeli olarak düşünülmesini savunanlara karşı modernlik öncesi siyasal düşüncenin doruklarından birinin, Spinoza’nın, Tractatus théolo-gico-politicus’undan alıntılanmış bir pasajla yanıt verelim:

“Her bakımdan bir Tiran olduğunun belli olmuş olmasına rağmen, bir Monark’ın yaşamını elinden almak daha az tehlikeli değildir… Büyük bir ihtimalle, halk tiranını değiştirebilir, ama Tiran’ı yok etmiş olmaz. Hatta monarşik egemenliği başka bir formla değiştirmesi bile oldukça zordur bu yoldan.” (TTP., XVIII, 308.)

4. Sadece yukarıdaki alıntı bile, sonuçları belirlenmemiş bir özgürlük mefhumunun anlamlılığını tartışma konusu yapmaya yeter. Devlet toplum ilişkileri, her türlü yapısal, iktisadi ilişkiler düzeyi saklı tutulursa, çok özel, kendine özgü ve indirgenemez bir tutku ilişkisini de içerir: inanç, iman, vatanseverlik vb. Diğer kutuptaysa çıkarlara ilişkin göstergeler, ussal belirlenimler, Devlet ciddiyeti ve devlete sahip olmanın ciddiyeti ve en önemlisi mülkiyet formları yer alır. Kitlesel hareketler tarzında aktüel varoluşunu sürdüren milliyetçilik türünün birinci gruba dahil edilmesi gerektiği açıktır.

5. Milliyetçilik formu altında varoluş şansına erişen, ifade bulan tutkular, tutku olarak kendi içlerinde ne iyi ne kötüdürler. Totalitarizm ihtiyacıyla harekete geçenlerin yanında, tutku olarak aynı öze sahip, ama göreli olarak belli ‘totaliterlik’ formlarını karşısına alan özgürleşmeci tutkular da sözkonusudur. Tutkular ve ussallık modernliğin birbirine karşıt hale getirdiği bu iki temel güç, milliyetçilik perspektifi içinde bir barışma mekanı oluşturabilirler. Bu geçici olsa bile, özellikle Kulturnation (kültürel ulus) ile Staatnation’u (devlet-ulus) birleştirme hülyasıyla hareket eden Alman düşünürlerinin 19. yüzyılda temellerini attıkları bir ulusçuluk geleneği içinde, oldukça derin bir ifade bulabilirler.

6. Kulturnation ve Staatnation, farklı varoluş biçimlerine, farklı ifadelere, farklı tarihçelere ve tarihsel güzergâhlara sahip iki çizgi olarak çıkıyorlar karşımıza. Yunanlılar Hellas’ın dilsel, dinsel ve kültürel birliğini tek bir devlet haline gelmek yolunda hiç sorunlaştırmadılar. Aksine bu kültürel birliğin temel formu olan Site, İskender egemenliği altındaki birleşme ile yıkıma uğradı. Öteki poleis karşısında kıskançlıkla savunulan polis, Staatnation devreye girdiği anda yokoldu. Bu durum, Kulturnation’u Staatnationsuz kavrayamayan devlet hikmetine yürekten inanmış ulusçuluk cereyanları açısından anlaşılmazdır.* Staatnation kuramcılarının hedefi sanıldığı gibi bir Kulturnation’un birleştirilmesi değildi. Hedeflenen daha çok, Staat’ın tanımladığı bir arazi (ulusal sınırlar) dahilindeki nüfus üzerinde kurulacak bir “créole” egemenliği, heterojen bir nüfusun işlenmesi, yola konulması ve birçok anlamda homojenleştirilmesiydi. Herder’in Kulturnation’u için o kadar tanımlayıcı olan dil birliği Staatnation modusunda yürütülen projelerde ancak ikincil, bağımlı bir role sahiptir. Staatnation idealiyle Kulturnation’un özdeşleştirilmesi bir sentez olmaktan çok, Kulturnation’un devlet mantığının temel ihtiyaçlarına oranlanması, bağımlı kılınmasıdır. Bu durum, 18. yüzyıl öncesinin o naif, simgesel ve kırılgan “ırklar mücadelesi” kavrayışından oldukça uzak, ulusu nüfusla tanımlayan bir rasyonalitenin içkin ırkçılığıdır. Staatnation haritaysa Kulturnation ormanlar, şehirler, kırlar, denizler, akarsular ve göllerdir. Staatnation’un müdahalesiyle bunlar “kaynak” adını alırlar: Madenler, iklimler, göçler, işgücü; hidroelektrik santralleri, barajlar, ormanlık alanlar. Staatnation devlet mülkiyeti demektir: özel mülkiyet vergiye bağlanır, işgücü denetim altına alınır.

7. Kulturnation/Staatnation ayrımında (ve bunları birleştirme ihtiyacında) Almanya’nın 19. ve 20. yüzyıl macerası Avrupa kıtasında bu bakımdan en aydınlatıcı olanıdır.

10. yüzyılda “Alman Krallığı” denebilecek bir oluşum vardır. Buradan, sürekli değişen sınırlara sahip bir imparatorluğun geliştiğini görüyoruz. Bu yüzden “Alman Devleti”nin coğrafi birliği hiçbir zaman belli sınırlara irca edilerek tanımlanamıyordu. Cermen kökenlerden sadece ve sadece bu anlamda söz edilebilir. Bilindiği gibi, Roma imperium’u altında, “özgür” Almanya ile Roma Almanya’sı kültürel ve ekonomik ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bavyera dışındaki bölgelerde, 3. yüzyıldan başlayarak Stamme birlikleri oluşur. Kavim göçleri başlayınca Cermenler güneybatıya doğru ülke değiştirirler. Ardından Hıristiyanlaşma gelir ve İskandinav dünyasıyla ve kültürüyle son bağlantılar da kopuverir. Wagner’in ve daha sonra Nazi ideologlarının aradığı Cermen kökeni işte budur. Hiçbir romantizm tarihin belli bir okunmasının dışında değildir. Fransız Devriminin bir yıl öncesinde, “Sur l’histoire de la France”ta bir yıl sonraki devrimin beklentisi içindeki sahte papaz Abbé Hably “anlatılan hikayelerin ulusların yüzünü değiştirebileceğini” yazıyordu. Bir anlatı olarak tarih okuma eninde sonunda tarihin akışını şekillendirdiği bir boyuta sahiptir. Kavimlerin savaşı olarak okunan tarihten sınıfların savaşı olarak okunan tarihe, uluslar savaşı olarak okunan tarihten, sistemler savaşı olarak okunan tarihe bir geçiş vardır. Bir bakıma, savaşsız düşünülemez olan bir bir tarih tarihçesi vardır karşımızda. Prusya’nın bürokrasi, aristokrasi ve otokrasi tarafından belirlenen daha kısa bir tarihçesi, “herşey devlet için” modelini benimseyen Nazilere bu uzak söylemlerden daha yakındır bir bakıma. Nietzsche’nin faşizmin bir ideologuna dönüştürülmesi sürecine, Cermen eski tarihinin ulusal bir tarihe dönüştürülmesi tekabül eder.

(*) Bu iki alan, sanıldığı gibi birbirlerine zorunlu bir bağımlılık içinde değildirler. (Hiç değilse antikite tarihi bunu gösteriyor.) Biraraya gelişleri, birbirleriyle içiçe geçişleri modernliğin müdahalesini şart koşar.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz