Vaktiyle Yuşa adında bir Yahudi hükümdar var idi. Zamanının çoğunu Tevrat’a vermiş olan Yuşa, Tevrat’ın bir yerinde, Musa2nın son yalvaç olmadığını okudu. Son zaman Tanrı elçisinin üstün niteliklerini, iyi huyunu, kutsal adaletini okudu.
Bunun üzerine aldı hükümdarı bir düşünce. Gerçi son yalvacın risaletine daha çok zaman vardı. Ama bu düşüncenin “hükümdarlığını” zayıf düşüreceğinden korktu. Onun kavmi, kendi bilgilerini dünyanın tek ve mutlak bilgisi sanıyor; kendi doğrularını dünyanın tek ve mutlak doğrusu diye biliyordu. Buna sonsuza dek inanmaya ve iman etmeye hazırladılar. Bu gerçeğin açıklanması ise karışıklık çıkaracaktı. İnsanlarla inançları arasına tarihin uzaklığı girecekti. İnsanoğlu, kendinden sonraki kuşakların inançlarının ve yaşama biçimlerinin değişebileceğine inanmak istemez. Kıskanır. Eğer ölümsüzlük olsaydı kıskanmazdı. Tevrat’ın sayfalarında saklı kalan bu gerçek gün ışığına çıksaydı, kavminin insanları değişimi, dönüşümü öğreneceklerdi.
Oysa;
Mutlaklık düşüncesi bir kez yıkılmaya görsün,
Hiçbir hükümdarlık dayanamaz.
Bunun üzeirne Yuşa, kendini tarih yerine koyan büyün hükümdarlar gibi davrandı: Tevrat’ın bu konuyu taşıyan sayfalarını söküp aldı Tevrat’ın bağrından. Tevrat’ı eksiltmeyi, Tevrat’ı korumak sandı. Çıkardığı sayfaları gümüş bir muhafazaya koydu, üzerini mühürledi. Daha sonra bir küçük odaya koyup, kapısını kilitledi, sürgüledi. Bununla da yetinmedi -ki yetinemezdi; bunca derin bir gizi ve gerçeği kendinde kilitleyemiyordu-. Odanın etrafına bir duvar ördürüp gizledi.
Böyleylikle gerçek saklı kalır sandı.
Oysa bilgi de, hava gibi, su gibi, güneş gibi bütün insanlığındır. Onun insanlardan esirgemeye kimsenin gücü yetmez. Yasaklar gerçeği yok etmez, yalnızca erteler. Kaldı ki gerçek, kendisine ihanet edenlerden öcünü bir gün mutlaka alır.
Nitelim birkaç yıl sonra Yuşa öldü.
Kimseye hiçbir şey söylemeden öldü.
Yerine oğlu Belkıya geçti tahta.
Yuşa nereden bilebilirdi ki, herkesten gizlemeye çalıştığı bu gerçeğin en çok oğlunu tüketeceğini.
Ve bir gün hazine dairesini gezerken, kapalı duvarlar ardındaki bu odayı buldu Belkıya. Tevrat’tan eksiltilmiş bu sayfaları büyük bir heyecanla okudu. “Yazı, karanlıkta ve gizlilikte beklemişti yıllardır; büsbütün güzelleşmişti.” Birdenbire yaşamının bütün boşluklarını bu sayfaların dolduracağını hissetti.
Gerçek gözünü kamaştırdı Belkıya’nın.
Her şeyi unutturdu ona.
Kimsenin bilmediği bir şeyi biliyordu şimdi o.
Kimsenin bilmediği bir şeyi bilmenin büyüsüne kapıldı.
Tacını, tahtını kardeşine bırakıp abdal oldu; aradığı gerçeğe abdal oldu.
Kendi sahrasının kıyılarına ulaşmak için bir gün bir sahile vardı Belkıya. Deniz bütün serüvenlere çağırıyordu. Rüzgar yazgılı yelkenleri gördü; büyük gemiler; güneş tenli, yolsun gözlü deniz adamları gördü. Bir gemiye binip açık denizlere çıktı Belkıya. Gemi, Şam’a doğru yol alıyordu. Son zaman elçisini arayacaktı o topraklarda.
Belki son zaman elçisi, kendisi bile bilmiyordu son yalvaç olduğunu. Bunu ona Belkıya anlatacaktı.
Gemi, Şam’a doğru yol alıyordu.
Belkıya düşüne doğru yol alıyordu.
Bir kez yola çıkmıştı artık.
Birkaç gün sonra gemi, ıssız bir adaya uğradı. Koyu yeşil gür bitkilerini, nemli deniz rüzgarlarının araladığı, bol yemişli bahar kokulu sessiz bir adaydı burası. Denizin üzerine uysal bir kedi gibi uzanmıştı.
Denizciler arasında “Uyku Adası” diye bilinirdi. Tropikal çiçeklerin uyuşturucu kokuları, adını kimsenin bilmediği açağçarın etli, geniş yaprakları, adanın derin ve kesin sessizliği uykuya çağırırdı insanı.
Deniz adamları adanın dört bir yanına dağılmış, adını ve tadını bilmedikleri yemişlerden topluyor, kumanya tazeliyorlardı. Belkıya da bir süre onlarla birlikte gezdi, yemiş topladı, daha sonra yalnızlığı sevmenin alışkanlığıyla onlardan ayrıldı, yorgun gövdesini bir ağacın altında dinlendirmek istedi. Deniz yolculuğunun sersemlettiği başını bir ağacın gövdesine dayayıp uyuklamaya başladı. Az sonra uçuk renkli çiçeklerin bayıltıcı kokuları deniz rüzgarının mışıltılı ninnisi Belkıya’yı derin uykulara sürükledi.
Gözlerini saatler sonra açtığında herkesin gitmiş olduğunu gördü, geminin kendisini adada unutup, denize açıldığını anladı. son bir umutla sahile indiyse de, sahil bomboştu. Uyku adası bir keez daha alıkoymuştu birini. Bir yolcu daha koparmıştı kendine uğrayan gemilerin birinden. “Yalnızlıkta adımlar hep aynı yere getirir insanoğlunu. Belkıya da ne kadar dolaşırsa dolaşsın hep o ulu ağacın gölgesinde karar kılıyordu.” Yazgısının döngüsü başlamıştı.
Umarsızlık içinde geçirdiği birkaç günden sonra, sazlıkların arasında bulduğu eski bir kayıkla sonu belirsiz bir serüvene açıldı yeniden. Artık yaşamının bundan sonrasını denizin akışına bırakmıştı…
Birkaç gün suların akıntısına göre çalkalanarak yol alan kayık, bir gün benim bulunduğum adaya baştan kara etti.
Bu ada benim adamdı. Belkıya karaya çıkıp da biraz dolaşmaya başlayınca, ifritlerimden birine rastladı, az sonra bir başkasına, bir başkasına daha. Korkup kaçmaya çalıştıysa da, çevresinin ifritlerle, yılanlarla sarılı olduğunu gördü.
Seslendim ona:
“Ey insanoğlu! Gördüğün ifritlerden, ejderlerden korkma! Yaklaş yanıma! Çekinme, yaklaş!”
Yaklaşınca sordum:
“Şimdiye değin insan ayağı basmamış bu adada işin ne? Nereden geliyor, nereye gidiyorsun? Ne arıyorsun bu açık denizin ortasında?”
Belkıya öyküsünü uzun uzun anlattı.
Ağırbaşlı, vukur edası etkilemişti beni. Belli soylu biriydi, dolgun bir yüreği vardı.
Görür görmez sevmiştim Belkıya’yı. Zaten hep görür görmez sevdim.
“Benim adım Şahmeran’dır,” dedim. “Bu ada da payitahtımdır. Var olalı beri daha insan ayağı basmamıştır buraya.”
Madem ki tılsımı çözdüldü;
Belkıya gitmeyi diledi benden…
“Olmaz,” dedim. “hiç olmaz! Adama ayak basan insanoğlu ömrünü burada, tamam etmek zorundadır. Seni salıversem şimdi insanlar yerimizi bulurlar; bu da soyumuzun sonu olur.”
“Yerinizi kimseye, ama hiç kimseye söylemem!” dedi Belkıya. Gülümsedim.
“Belli olmaz yâ Belkıya,” dedim. “İnsanoğlu ihanet eder böyle öğretilmiştir bize.”
“Peki ya siz sınadınız mı bu öğretileni?” diye sordu.
“Hayır,” dedim. “Olmazı sınamanın kime ne yararı var?”
Belkıya dinlemedi beni, uzun uzun yalvardı. Yalvarışı bile ağırbaşlı, ödünsüz ve vukurdu. Yalvarmaktan çok, hakkını istiyormuş gibiydi.
Dedi ki: “Burası benim yurdum değil.”
Dedim: “Sen yurduna gitmiyorsun ki…”
Dedi: “Kim bilir belki de aradığım şeydir benim yurdum. Düşün ki, ben bu uğurda tacımı tahtımı bıraktım, bu adaya nasıl sığarım?”
Düşündüm: Belkıya düpedüz bir insan değil. Bir gerçeğin ardından koşuyor. Bir düşüncenin, bir inancın, bir insanın… Böyle biri, bir gizi korumak pahasına ölmeyi göze alabilir. Bir gizi korumasını, saklamasını bilir. Canına sahip çıktığıı kadar sözüne de sahip çıkabilir. Bir gizin, bir davanın önemini, kutsallığını kavrar. ( O zamanlar öyle sanırdım.) Ama ya ihanet ederse, işte o zaman gene aynı noktaya dönecektim: İnsanoğlunun doğasına, dönekliğine… Kısacası, Belkıya’nın ihanetini göze alamıyordum. Herhangi bir insan olmayışına, sıradan bir insan olmayışına bu denli güvenmek doğru muydu? Bilmiyorumdum. Kararsızdım. Üstelik kötüsü Belkıya da bu kararsızlığımı sezmişti. Üstüme üstüme geliyor, ısrar ediyordu.
Belkıya’nın ihanetinden çok, Belkıya’nın ihanet edebileceği düşüncesinden korkutuyordu beni. Bunun insanoğlunu sınamaktan çok, Belkıya’yı sınamak olduğunu daha o zamanlar seziyor, kararımdaki “duygu” payından korkuyordum.
Çünkü sonuçta insanoğlulları arasındaki tüm ayrımlar silinecek; ve ben insanoğlunun doğasına, dönekliğine varacaktım.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,” diyen insanların ayırdında olmadıkları bir gerçek var ki: Bir gün, yani uyanma günümüz geldiği gün, bütün yılanlar dokunacak.
“Hangi gündür o gün?” diye sordu Belkıya.
“Benim öldüğüm gün,” dedim. “Ya da öldürüldüğmün yeryüzündeki bütün yılanlarca öğrenildiği gün…”
Konukluğu birkaç gün daha sürdü Belkıya’nın. Üstelik sana anlattığım gibi, ona anlatacak bir şeyim de yoktu…
Birkaç gün sonraydı ki, bir kayığa bindirip salıverdim Belkıya’yı. gideceği yönü gösterdim, uğurladım gitti. Bu, onu son görüşüm oldu. ama hiç unutmadım.
Ayrılırken dedim:
“Seninle ilk ve son karşılaşmamız bu.”
İlk ve son… Her şey, hepsi bu kadar…
Oysa, onu bir kez daha görmek isterdim, bir kez daha, bir kez daha birkez daha, hep. Yok hayır istemezdim; çünkü bu ancak bir ihanet pahasına olabilirdi.
Nitekim Belkıya’yı uzun bir zaman sonra, yani bana ihanet ettiğinde bir kez daha görecektim. ama bu Belkıya, benim tanıdığım, benim salıverdiğim, benim uğurladığım ve benim sevdiğim Belkıya değildi. İnancına ihanet katmıştı. İnancının en çok öğrenmesi gereken şey, sabırdır. Belkıya ise aradığı gerçeği, ya da düşü, kendi ömrüne sığdırmak istedi. Oysa “gerçeklerimiz” ya da “düşlerimiz” çoğu kez bizim “müddet-i ömrümüzü” aşarlar. Belkıya’nın bilmediği de buydu işte. Uğruna ömrünü ortaya koyduğu şeye, ömrü içinde ulaşmak istedi. Zamanı gelmemiş bir inancın yükünü taşıyamadı. Hem kim bilir Belkıya onu aradığında belki de son zaman elçisi daha doğmamıştı bile; ya da yalvaçlığına daha çok vardı. Belkıya’nın ivecenliğine, ardına düştüğü gerçek kadar, kendi ölümlülüğünün bilinci, o bencil bilinci de yol açıyordu. Tüm bunlar Belkıya’nın bilmedikleriydi. İhanetinde, sabırsızlığının ve bilgisizliğinin payı vardı.
Tuttu Ukap’ın aklına uydu.
Ukap kim diyeceksin?
Murathan Mungan
Şahmeran’ın Bacakları