Michel Foucault’nun düşüncelerini anlamaya çalışan araştırmacılar arasında onun düşüncelerini değişik bakış açıları, bir siyasetçi, yorumcu, tarihçi, vb. ile konuşturmaktadırlar. Bu, onun araştırma tekniğinin iki farklı araştırma tekniği gibi görünmesinden kaynaklanmaktadır. Arkeolojik yöntem ve soybilim yöntemi.
Bu nedenle, Michel Foucault’yu yorumlamaya yönelik çalışmalarda bazı sınıflandırmalar ve dönemlendirmeler neredeyse standart bir biçim aldı. Örneğin yöntembilimsel olarak bir arkeolojik dönem ile bir soy-bilimsel dönem arasında temel bir ayrım yapılıp, arkeolojinin yöntembilimsel olarak başarısız kaldığı veya bir noktada tıkandığı ve Foucault’nun soybilimi arkeolojinin bu başarısızlığını gidermek üzere geliştirdiği iddia ediliyor.
Aynı iddia açısından bu ayrım aynı zamanda Foucault’nun ilgi alanında bir kaymaya da işaret ediyor: buna göre arkeolojik analizin amacı sadece belli tarihsel dönemlere özgü söylemsel oluşumlar ile onların içinde yer alan tikel söylemlerin ortaya çıkışını mümkün kılan biçimsel epistemik koşulları ortaya çıkarmak iken, soybilim iktidar ilişkileri ve bu ilişkilere biçimlenen politik tekniklerin analizine yönelik bir çalışma olarak görülmekte.
Ancak Foucault’nun eserlerinin bütününe bakıldığında onun eserlerinde amaç ve kaygı bakımından sistematik bir bütünlük ve bu bütünlüğün arkasında yöntembilimsel bir süreklilik görülebileceği; yani arkeoloji ile soybilimi iki ayrı araştırma alanı için birbirinden farklı ve birinin diğerine bir seçenek olarak değil, aynı araştırmanın birbirini tamamlayan bir inceleme yöntemi olarak ortaya koyulduğu rahatlıkla gözlemlenebilir.
Foucault’nun araştırmaları incelediğinde düşüncelerine bir bütünlük getiren şey kuşkusuz özne ve öznellik konusu olarak görülebilir. Foucault da kendi yapıtını değerlendirmeye yönelik retrospektif yazılarında amacını insanların özneye dönüştürülme biçimlerinin bir tarihini yazmak olarak tanımlıyor. Ancak bu tanımın altı özellikle altı çizilmesi gereken bir ayrıntısı var. Bu tarih çalışmasında söz konusu olan, verili bir özneyi tarihselleştirmek, yani tarih içinde aldığı biçimlerin analizini yapmak değil, öznenin ta kendisinin belli tarihsel söylemler ve pratikler yoluyla kurulduğu sürecin analizini yapmak. Aslında Foucault’nun düşüncelerinde öznellik ve özgürlük konularının önemli bir yeri olması hatta bilginin veya eylemin, öznel deneyimi oluşturan , başka bir deyişle kurucu bir özne ve bu özneyi koşullayan evrensel bir insan doğası yok, Bu yüzden öznel deneyimi, bir özne felsefesi yoluyla anlamaya da çalışmamaktadır. Bireysel özgürlük düşüncesi, bireyin kendini oluşturması ve bireyin mevcut bulunan düzene itaati ve kendini bu düzen içinde oluşturması bireyin normalleştirilmiş olduğunu göstermektedir. Normalleştirme: iktidarın, bireyleri doğruluk oyununa sokarak normal olmayan olarak görülen bireyleri toplumun geneline uydurma işlemidir. Bu da disiplin cezalandırma gibi kavramları beraberinde getirmektedir.
Siyaset, özellikle de demokratik siyaset, çatışma ve bölünmelerin üstesinden hiçbir zaman gelemez. Amacı her çatışma ve çeşitlilik bağlamı içinde birlik kurmaktır, bir onlar karşısında, bir �iz�oluşturmakla ilgilenir.
Michel Foucault’un İktidar Düşüncesinin Anlaşılması
Son dönemlerde, Michel Foucault’un düşüncelerini anlamaya çalışan araştırmacılar arasında onun düşüncelerini değişik bakış açıları, bir siyasetçi, yorumcu, tarihçi, vb. ile konuşturmaktadırlar. Bu, onun araştırma tekniğinin iki farklı araştırma tekniği gibi görünmesinden kaynaklanmaktadır. Arkeolojik yöntem ve soybilim yöntemi.
Bu nedenle, Michel Foucault’u yorumlamaya yönelik çalışmalarda bazı sınıflandırmalar ve dönemlendirmeler neredeyse standart bir biçim aldı. Örneğin yöntembilimsel olarak bir arkeolojik dönem ile bir soy-bilimsel dönem arasında temel bir ayrım yapılıp, arkeolojinin yöntembilimsel olarak başarısız kaldığı veya bir noktada tıkandığı ve Foucault’un soybilimi arkeolojinin bu başarısızlığını gidermek üzere geliştirdiği iddia ediliyor. Aynı iddia açısından bu ayrım aynı zamanda Foucault’un ilgi alanında bir kaymaya da işaret ediyor: buna göre arkeolojik analizin amacı sadece belli tarihsel dönemlere özgü söylemsel oluşumlar ile onların içinde yer alan tikel söylemlerin ortaya çıkışını mümkün kılan biçimsel epistemik koşulları ortaya çıkarmak iken, soybilim iktidar ilişkileri ve bu ilişkilere biçimlenen politik tekniklerin analizine yönelik bir çalışma olarak görülmekte.
Ancak Foucault’un eserlerinin bütününe bakıldığında onun eserlerinde amaç ve kaygı bakımından sistematik bir bütünlük ve bu bütünlüğün arkasında yöntembilimsel bir süreklilik görülebileceği; yani arkeoloji ile soybilimi iki ayrı araştırma alanı için birbirinden farklı ve birinin diğerine bir seçenek olarak değil, aynı araştırmanın birbirini tamamlayan bir inceleme yöntemi olarak ortaya koyulduğu rahatlıkla gözlemlenebilir.
Foucault’un araştırmaları incelediğinde düşüncelerine bir bütünlük getiren şey kuşkusuz özne ve öznellik konusu olarak görülebilir. Foucault da kendi yapıtını değerlendirmeye yönelik retrospektif yazılarında amacını insanların özneye dönüştürülme biçimlerinin bir tarihini yazmak olarak tanımlıyor. Ancak bu tanımın altı özellikle altı çizilmesi gereken bir ayrıntısı var. Bu tarih çalışmasında söz konusu olan, verili bir özneyi tarihselleştirmek, yani tarih içinde aldığı biçimlerin analizini yapmak değil, öznenin ta kendisinin belli tarihsel söylemler ve pratikler yoluyla kurulduğu sürecin analizini yapmak. Aslında Foucault’un düşüncelerinde öznellik ve özgürlük konularının önemli bir yeri olması hatta bilginin veya eylemin, öznel deneyimi oluşturan , başka bir deyişle kurucu bir özne ve bu özneyi koşullayan evrensel bir insan doğası yok, Bu yüzden öznel deneyimi, bir özne felsefesi yoluyla anlamaya da çalışmamaktadır. Bireysel özgürlük düşüncesi, bireyin kendini oluşturması ve bireyin mevcut bulunan düzene itaati ve kendini bu düzen içinde oluşturması bireyin normalleştirilmiş olduğunu göstermektedir. Normalleştirme: iktidarın, bireyleri doğruluk oyununa sokarak normal olmayan olarak görülen bireyleri toplumun geneline uydurma işlemidir. Bu da disiplin cezalandırma gibi kavramları beraberinde getirmektedir.
Sorunsallaştırma ve Doğruluk Oyunları
Foucault araştırmalarında temel bir sorunsal belirleme ve bu sorunsalı doğruluk oyunu dediği oyuna sokarak iktidar içerisindeki yerinin bulunabileceğini göstermektedir. Örneğin delilik. Foucault’un tanımıyla sorunsallaştırma ise her hangi bir şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu bir düşünce nesnesi olarak kuran söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütünü.
Sorunsallaştırmayı bu şekilde tanımlayan Foucault’a göre bunun gerçekleşmesini sağlayan üç temel bakış açısı vardır: bilgi, iktidar ve etik. Sorunsallaştırma sonucunda ortaya çıkan her deneyim, belli kavramlar ve kuramlar içeren ve ürettiği doğruluklarla ifade bulan bir bilgi alanı (Söylemsel pratikler), belli normlar ve kurallar üzerinden işleyen bir iktidar alanı (Söylemsel olmayan pratikler) ve bu bilgi iktidar alanları bağlamında bireyin kendisiyle kurduğu belli bir ilişki biçimini bir araya getiriyor. Bu anlamda örneğin deliliğin sorunsallaştırması, delilik olarak adlandırdığımız davranış biçimlerinin belli söylemsel pratikler (psikoloji, psikiyatr, psikopatoloji, gibi bilimsel söylemler) ile Söylemsel olmayan pratikler (akıl hastanesinin kurulması, işleyişini düzenleyen bir kurallar sisteminin geliştirilmesi, belli idari tasarruflar, vb.) tarafından bir doğruluk oyununa sokulması; yani bir düşünce nesnesi haline getirilerek delilik hakkında belli doğruluklar üretilmesi anlamına geliyor.
Burada dikkat edilmesi gereken bir başka sorun ise, söylemsel olan pratikler ile söylemsel olmayan pratikler arasındaki karmaşık ilişkinin temelinde olan doğruluk sorunu olarak belirlediği kavramı görebiliriz. Doğruluk önermelerin ortaya konması, düzenlenmesi, iktidar içinde dağılımı için oluşturulmuş söylemlerin bir bütünü olarak anlaşılmalıdır. Söylem; belli bir kişiye veya topluluğa hitap eden konuşma, veya iki ve daha çok kişi arasında düşüncelerin belli bir dil yapısı içinde sözcükler aracılığı ile anlatımı.
Her söylem seçilen belli bir sözcükler gurubu arasında kurulan sistematik ilişkilerden yapılandığı için, bir şey anlatırken aynı zamanda sınırlandırmalar yapmış oluyor, bazı şeyleri dışarıda bırakmış, bazı şeylere ağırlık vererek ileri sürmüş olmuyor muyuz? Öyleyse söylemimizde düşüncelerimizi iletirken aynı zamanda bizi dinleyenleri şu veya bu şekilde kaçınılmaz olarak etkilemiş oluyoruz, veya niyetimize uygun etkilemek istemiş oluyoruz. Yani ötekini yönlendirmek istemiş oluyoruz. Tabi niyetimizin tam tersine bile karşımızdakini etkilemiş olmak da var.
Ancak söylem, bir düşünen, bilen, konuşan öznenin ortaya çıkışı ile değil, aksine öznenin iktidar içindeki dağılımının ve kendisiyle süreksizliğinin belirlenebileceği bir bütün olarak görülebilir. Söylem birbirinden ayrı iktidarın yayıldığı mekan olarak da görülebilir. Bu anlamda söyleme göre öncelik taşıyan, söylemden bağımsız, söylemi mümkün kılan, ona anlamını veren bir şey değil. Bunun tam aksine söylem, söylemsel pratikleri belirleyen kurallara göre oluşurken bir özne için konumlar açmakta ve bireyler bu konumların içini doldurmaktadır.
Foucault’un söylemsel oluşum adını verdiği ifade birliklerinin içinde nesnelerin, dile getirme tiplerinin, kavramların ve tematik seçimlerin arasında sıra, bağlantı, işlev ve dönüşümü içeren bir düzenin varlığı söz konusudur. Özel ifade düzeylerinde söylenmiş olan şeylerin bir bakıma genel planını çıkaran bir söylemsel oluşumun kendilerine göre çözümlendiği nesnelerin, öznel durumların, kavramların, stratejik seçimlerin oluşumundan ibaret sayılabilecek dört yön, ifadenin işlev gördüğü dört alana nesneler, özneler, kavramlar, stratejik seçimler alanı- uygun düşer. Söylemsel oluşumların tespitini ifadenin özel seviyesini gün yüzüne çıkardığını söyleyebileceği gibi, ifadelerin ve ifade düzeyini örgütlenme biçiminin betimlenmesinin söylemsel oluşumların belirginlik kazanmasına götürdüğü de söylenebilir. Bir ifadenin, bir metne ayrılan bir cümle ve dedüktif bir bütüne ait olan bir önerme olarak söylemsel oluşuma ait olduğunu söyleyen Foucault’a göre bir cümlenin düzeni dilin ilkeleri ile bir önermenin düzeni mantığın ilkeleri ile tanımlandığı halde, ifadelerin düzeni söylemsel oluşumun kendisi ile tanımlanır söylemsel oluşum ifadeler için bir imkan şartı değil bir birlikte varoluş ilkesidir.
Foucault�a göre özne konumlarını tanımlamada üç aşama söz konusu. Bu aşamalardan birincisi, kimin konuştuğunu, yani belirli bir söylemi kimin kullanma gücüne sahip olduğunu sormak, çünkü söylemler yalnızca belli niteliklere sahip bireylerin özne konumunu doldurmasına izin veriyorlar. Örneğin tıbbi ya da psikoanalitik söylemde bu konuma sahip olanlar doktor, psikanalist, hastabakıcı, vb. iken kriminolojide savcı, yargıç, pedagog, psikolog, hapishane müdürü, gardiyan, vb. ikinci olarak, verili bir söylemin meşruiyetini ve gücünü aldığı kurumsal mevkiye (emplacement) bakmak gerekiyor. Örneğin tıbbi söylemlerde bu mevkiler hastane, laboratuar, ve kütüphane iken kriminolojide mahkeme ve hapishane. Dolayısıyla her kurumsal mevki sadece kendi iç yapısı açısından değil, aynı zamanda kendi dışında yer alan bir toplumsal ve kurumsal ilişkiler ağındaki konumu açısından da incelenmeyi gerektiriyor�Foucault, özne konumlarını tanımlarken kimin konuştuğunu ve hangi kurumsal mevkiden konuştuğunu sorgulamak gerekir demişti.
Dispositif Kavramı
Soybilimin Foucault�a göre toplumsal bütüne nüfuz eden iktidar ilişkileri ile politik tekniklerin bir incelemesi olduğunu söylemiştik. Foucault modern iktidarın burjuva toplumunun büyük bir icadı olduğunu ve �apitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsur�olduğunu iddia ediyor. Çünkü kapitalist üretim biçimi insan bedeninin güçlerinin emek gücüne dönüştürülmesini ve üretim gücü olarak kullanılmasını, ama aynı zamanda uysal ve tabi kılınmış olmasını gerektiriyor. Bedenin güçlerini tabi kılmak için şiddet kullanmak ise bu güçleri tahrip etme riski taşıyor. Dolayısıyla iktidara şiddetten farklı ve daha ince teknikler gerekiyor. Bedenin şiddet kullanmadan kuşatılıp tabi ve uysal kılınmasını sağlayacak bu yeni ve ince tekniklerin aldığı biçimlere Foucault dispositif�adını veriyor. Foucault�a göre dispositif söylemler, kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari tasarruflar, bu söylemsel ve söylemsel olmayan öğeler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu sistemler. Bu tanıma bakarak dispositiflerin bu yazının başında tanımını verdiğimiz sorunsallaştırma odakları yani bilgi ekseni (Söylemler, bilimsel önermeler, felsefi, ahlaki, önermeler) ile iktidar ekseninin (kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari tasarruflar) bir araya geldiği söylemsel olmayan pratik yumakları olduğunu söyleyebiliriz.
Bu açıdan dispositif her zaman bir iktidar oyunu içersindedir, bunun yanı sıra kendisinden çıkan ve aynı ölçüde kendisini koşullayan belli bilgi sınırlarıyla da her zaman ilişki içindedir. O zaman da bilgi, doğrunun yanlıştan değil, bilimsel olarak karakterize edilebilecek olanın edilemeyecek olandan ayrılmasını mümkün kılan �ispositif olarak görülmektedir.
Bu anlamda bilginin, doğruluk rejimi ve sorunsallaştırma tanımındaki �oğru yanlış oyunu� ya da �oğruluk oyunu�ile aynı şey olduğu görülüyor. Bu aynı zamanda arkeolojinin açıklayamadığı iddia edilen bir bilgiden diğerine tarihsel bir geçişin nasıl olduğunu da açıklıyor. Dispositifler Foucault�a göre stratejik bir işlev taşıyor ve bir dispositifin ana işlevi verili bir tarihsel anda acil bir ihtiyaca cevap vermek olarak görülmektedir.
Böylece bilgi ile iktidarı dispositiflerde bu şekilde birbirine bağlayarak Foucault yalnızca bazı deneyimlerin tarihin belli anlarında niçin sorunsallaştıklarını açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda niçin �erili bir doğruluk oyununda her zaman başka bir şey keşfetmenin ve şu ya da bu kuralı, hatta bazen bir doğruluk oyunun tümünü değiştirmenin mümkün olduğunu�açıklıyor�Söz konusu olan önermeleri neyin yönettiği ve önermelerin, bilimsel olarak kabul edilebilir ve dolayısıyla bilimsel prosedürler yoluyla doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir bir önermeler kümesi oluşturacak şekilde birbirlerini nasıl yönettikleri. Kısacası burada bir bilimsel önermeler rejimi, politikası sorunu var.
Foucault�un sorunsallaştırma konusunda bilgi, iktidar ve etik bakış açılarını bir araya getirdiğini; bilginin, yani doğru söylemin oluşumunu belirleyen kuralları araştırmanın iktidar ilişkilerini de kapsaması gerektiğini iktidar ilişkilerinin ise iktidarla döngüsel bir ilişki içinde olan bilgi ekseni olmadan anlaşılamayacağını görebiliyoruz.
Foucault�un İktidar Kavramının Kapsamı
İnsanlık serüveninin başından itibaren bir iktidar serüveninin, iktidarı bir ele geçirme çalışmasının olduğu bilinmekte ancak iktidar nedir, iktidar nerelerdedir ve iktidara sahip olan kimdir sorularına bugüne kadar her düşünür farklı bir yorum ile karşımıza çıkmaktadır. İktidar toplumsal kuramın inşasında ve pratiklerin yönlendirilmesinde merkezi öneme sahip bir olgu olarak görülebilmekte. Ve, iktidarın etkileri ve sonuçlarını tespitte ciddi sorunlarla karşılaşılmasa da, iktidarın ne olduğu üzerine hala varsayımların ötesine geçen bir kuram ya da yaklaşımdan söz etmek mümkün değil. Diğer taraftan iktidar olgusunun tam bir tanımın yapılamaması, belirli bir tanıma yerleştirilemezliği ve çok boyutluluğu düşünülerek göz ardı edebileceğimiz bir sorun da değildir.
Foucault�un iktidar kavramının tanımında genelde iktidar ilişkilerinin içerisinde bir siyasal iktidar düşüncesi bulunmadığı Foucault�un bu anlamda iktidardan bahsetmediği düşüncesi yaygındır ancak bu düşünce tamamıyla doğru değildir. Çünkü arasındaki ayrımı neredeyse görünemeyecek derecede azdır. İktidarın tanımlanmasında, anlaşılmasında ve incelenmesinde ortaya çıkan güçlükler çağdaş siyaset kuramında ve siyaset biliminde birçok teoriye ortak bir tanım çalışması ile giderilmeye çalışılmıştır. Bu düşünceye ya da düşünme biçimine ise bağlamsallaştırma adı verilmektedir.
Bu konu ile ilgili araştırma Cem Devecinin makalesinde şu şekilde aktarılmıştır. Kurumsal analize göre siyasal iktidarı diğer iktidar kalıplarından ayıran unsur yaptırımların varlığında ve bu yaptırımların ardında yatan şiddet tekeli ilkesinde yatıyordu. Bu kuramsalcı bakışa 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki temel eleştiri geldiği söylenebilir: siyaset sosyolojisi çalışmaları ve marksist devlet kuramları. Kendi içlerinde arzettikleri çeşitliliğe ve aralarında ki uyuşmazlığa rağmen, bu iki yeni yaklaşım kuramsalcı analizin ve diğer iktidarı bağlamsallaştırma çabalarının temel bir noktada tıkandığını ortak olarak dile getirdiler: siyasal ve siyasal olmayan iktidar biçimlerinin arasında ki ilişkiler kuramsalcı analizde açıklanamıyor, ya da göz ardı ediliyordu. Siyaset sosyolojisi çalışmaları toplumsal kümeler ile devlet kurumunun arasındaki ilişkilerin dinamiğine dikkat çekerken; marksist devlet kuramları sınıf iktidarının önemini ve devlet iktidarının iktisadi boyutunu vurguladılar. Bu iki temel eleştiri iktidar olgusunun toplumsal ilişkilerden kaynaklandığını, bağlamsallaştırılamayacağını ve siyasal iktidarın da bu çoğul ve karmaşık ilişkiler içinde ele alınması gerektiğini sosyal bilimcilerin çoğuna kabul ettirdiler. Devlet-yönelimli olmayan, genelde iktidarın ne olduğu sorununa yönelen bu iktidar kavramsallaştırmalarını kabaca üç sorunsal çerçevesinde toplayabiliriz: a) İstenç sorunsalı, b) karar sorunsalı c) çıkar sorunsalı. Bu üç sorunsala ortak olan tema iktidarın toplumsal eylem düzeyinde, aktörlerin davranışları, seçişleri ve etkileri açısından anlaşılması gerektiğiydi. Verili toplumsal ilişkiler ağında eyleyen özneye ve bu öznenin eylemliliğine odaklanarak iktidarın etkileri tanımlanmaya çalışılıyordu. Çoğunlukla, öznenin özerk eyleme potansiyeli veri olarak kabul edildiğinden, iktidar öznelerin birbirlerinin eylemlerine etkileri açısından anlaşılıyordu.
A- İktidar olgusunun istence bağlanma düşüncesinin 19. yüzyıldan, özellikle Nietzsche�en kaynaklandığı söylenebilir. İstencin insan eylemliliğinin en başat öğesi olduğu varsayımı, örneğin Weber�e devam etmiş, ve onu iktidarı �ireylerin diğerlerinin direncine rağmen istençlerini gerçekleştirme kapasitesi�olarak tanımlamaya götürmüştü. Toplumsal eşitsizliklerin açıklanması da, bu sorunsaldan bakıldığında, bazılarının istençlerini diğerlerine empoze etmesinin kaçınılmaz olduğu savıyla aslında geçiştirilmişti. Bu yaklaşımda, iktidar Foucault�un karşı çıktığı şekliyle yani ele geçirilen sahiplenilen bir muktedir olmaya eşitleniyordu.
B- Dahl ve diğer çoğulculuk kuramcıları Weber� izleyerek, ama onun ussallık kavramına dayanarak eylem odaklı başka bir iktidar tasarımına eriştiler. Dahl bazı Weber�i temalara davranışçı modelin karar alma süreçlerini inceleme yöntemini ekledi. Karar sorunsalı aynı zamanda iktidar tanımlarında oldukça steril A, B gibi terimlerin kullanılmasını getirdi. Bu tür tanımlarda A ve B birey, küme, devlet gibi özneleri betimliyordu. Dahl� göre: �ğer A, B�e B�in iktidar uygulanmadığında yapmayacağı bir şeyi yaptırabiliyorsa A�ın B üzerinde iktidarı vardır�Öte yandan bu sorunsalın eksikliği ise karar alma momentini bir son nokta olarak ele alması, kararların uygulanmasında, yorumunda karar-öncesi ilişkilerden değişik iktidar ilişkilerinin ve hatta değişik aktörlerin gündemde olabileceğini göz ardı etmesiydi. Oysa, uygulama aşamasında da iktidar mücadelelerinin devam ettiği şüphesi doğru bir şüphedir. A-B modeli kullanılarak açıklanırsa, karara giden süreçte B�in A�a uyarak davranması, karar sonrasında B�in aynı tutarlılığı göstereceğini garanti etmez. Kısacası, karar sonrası oluşumlar kendi iktidar ilişkilerini yaratıyor olabilir ki bu da, iktidarın dinamiğini karar sürecinin ampirik incelenmesiyle göremeyeceğimiz anlamına gelir.
C- Çıkar sorunsalı ise kararı merkeze koyan yaklaşımların bir eleştirisi olarak gelişti denebilir. Lukes(1972) iktidarı şöyle tanımladı: �ğer A, B�i B�in çıkarlarına aykırı bir şekilde etkiliyorsa, A�ın B üzerinde iktidarı vardır.�Lukes çıkar terimini radikal bir şekilde anlamamız gerektiğini öne sürdü, ki bu da Marksist gelenekte uzunca tartışılmış olan öznel çıkar ve nesnel çıkar ayrımını vurgulamaktaydı�İdeolojinin çarpıtma ilkesi de, Lukes� göre, iktidar ilişkilerini anlamaya çalışırken incelenmesi gereken bir olguydu, çünkü özellikle ideoloji bazı kesimlerin çıkarlarına aykırı durum ve karalara boyun eğmelerini sağlıyordu.
Disiplinlerin tarihsel anı yalnızca becerilerinin gelişmesini veya bağımlılığının ağırlaştırılmasını değil de aynı zamanda onu aynı mekanizma içinde daha fazla yararlı hale getirdiği ölçüde daha da fazla itaatkar kılan bir ilişkiyi oluşturmayı hedefleyen bir insan bedeni sanatının doğduğu andır. Bu andan sonra artık beden üzerinde bir çalışma onun unsurlarının, hareketlerinin, davranışlarının hesaplı kitaplı bir manipülasyonu (saptırmak) olan bir baskılar siyaseti oluşmaktadır. İnsan bedeni onun derinlerine inen eklemlerini bozan ve onu yeniden oluşturan bir iktidar mekanizmasının içine girmektedir. Aynı zamanda bir �ktidar mekaniği�de olan bir �iyasal anatomi�doğmaktadır. Bu anatomi başkalarının bedenlerine yalnızca onların istenilen şeyleri yapmaları için değil aynı zamanda öyle istenildiği üzere hız ve etkinliğe uygun olarak belirlenen tekniklere göre iş görmeleri için nasıl el konulabileceğini tanımlamaktadır. Disiplin böylece bağımlı ve idmanlı itaatkar bedenler imal etmektedir .
Bu yaklaşımın temel sorunu, iktidarın anlamı konusunda ki belirsizliğin başka bir belirsizlikle değiştirilerek giderilmesi çabasındaydı. İktidar başkalarını, çıkarlarına karşı eylemeye yöneltme üstünlüğüyse, çıkar neydi o halde? Başka deyişle genelde çıkar sorunsalı, özellikle Lukes�n tanımı zaten güçlükler barındıran iktidar kavramını, tanımı zor başka bir kavramla açıklamaya çalışıyordu.
Foucault�un iktidar kavramının tanımı, mevcut kuramlara doğrudan bir etki yapmamıştır. Ancak 1980�erden sonra, Foucault�un, söyleşilerinde iktidarı tanımlama girişimleri nedeniyle bu yeni iktidar anlayışı etkili olmaya başladı ve bu etki giderek yoğunlaştı. Diğerlerinden farkı Foucault�un iktidarı tamamıyla tarihsel bir olgu olarak ele almasıdır diyebiliriz. Verili ilişkiler içinde, sınırlı bir zaman diliminde kimin kim üzerine nasıl etkide bulunduğundan çok, bu verili ilişkilerin nasıl kurulmuş olduğu sorgulanıyor, iktidarın etkileri ise öznelerin eylemlerine etki anlamında değil; toplumsal dokuya yayılmış anonim işleyen söylem ve pratiklerin birbirleri üzerindeki etkileri olarak ele alınıyordu. Bu söylem ve pratikler hem çelişkili hem bütünleştirici hem bütünleştirici hem içerseyen hem dışlayan özelliklere sahip olduğundan iktidarın işleyişini anlamak için geniş çaplı tarihsel analizlerin gereği vurgulanıyordu. Foucault�un iktidar analizindeki en önemli yenilik de, daha önce uzlaşmaz ikilikler olarak ele alınan �Özgürlük ve iktidar gibi, özne olma ve boyun eğme gibi- boyutların iktidar ilişkilerinde aynı mekanda ve eş zamanlı olarak uygulanıyor olduğuna ilişkin genel iddiadır.
Foucault�a göre, özgürlük insan doğasının gizlenmiş ya da bastırılmış doğruluğunu keşfetmek değil, kendimizin bir soybilimini yapmak, bir anlamda kendisine dönmektir, kendi tarihimizin ve sınırlarımızın zorunlu değil olumsal olduğunu görebilmek, bu sınırlar üzerinde çalışmak ve kendimizi yaratıcı bir biçimde yeniden kurmaktır. Bir anlamda varoluşçu bir bakış açısı ile insanın kendisini tanıyıp kendisini kurması gibi. Bu tutumsa Foucault için modernliğin varoluşunu karmaşık ve güç bir geliştirme çabasının nesnesi yapan modern insan tutumudur. Dolayısıyla bu ahlak anlayışı geleneksel ahlakın tersine evrensel bir nitelik taşımaz, ahlak ise davranış biçimi olarak alınmalı çünkü farklı ilişki biçimleri vardır ve kendiyle kurulabilecek her ilişki herkes için eşit ölçüde ideal olmamaktadır.
Michel Foucault�un Noam Chomsky ile bir televizyonda yaptığı yasalar ve adalet hakkında ki tartışma Foucault�un düşüncelerini serilmemek açısından incelenmeye değer.
Foucault : Bu eylemi, ideal bir adalet adına mı yaparsınız, yoksa sınıf mücadelesi bunu yararlı ve zorunlu kıldığı için mi? Benim sorunum ideal adalete atıfta bulunup bulunmadığınız�br/> Chomsky : Genellikle devletin yasadışı olarak gördüğpü bir şeyi yaptığımda, bunu yasal olarak kabul ederim: Yani, devleti suçlu olarak görürüm. Ama bu bazı durumlarda doğru değildir.Bu konuyu somutlaştırmama ve sınıf savaşı alanından, emperyalist savaşa geçmem izin verin, bu alanda yanıt daha berrak ve kolay. Mesela, uluslararası hukuku ele alalım, bildiğimiz gibi çok zayıf bir araç, ama gene de, çok ilginç bazı ilkelerle bütünleşen bir araç. Doğru, arası hukuk, birçok bakımdan, güçlünün aracı: Devletlerin ve onların temsilcilerinin yarattığı bir araç. Bugünkü mevcut uluslararası hukuk bütününün geliştirilmesinde, köylülerin kitlesel hareketleri rol oynamadı. Uluslararası hukukun yapısı, bu gerçeği yansıtıyor. Yani, hukuk, devletlere karşı örgütlenmiş olan halk kitlelerinin çıkarlarına karşı, kendilerini devlet olarak tanımlayan mevcut iktidar yapılarını destekleyen, çok geniş bir dizi baskıcı müdahaleye izin verir. bu, uluslararası hukukun temel bir kusurudur ve ben, uluslararası hukukun bu yönünün geçersiz olduğuna, gayrimeşru olduğuna inanıyorum. Uluslararası hukukun, kralların ilahi hakkından daha fazla geçerli olmadığına yönelik itirazı meşru buluyorum.
Ancak uluslararası hukuku sadece bu şekilde değerlendirmek doğru değil. Ve aslına bakılırsa, uluslararası hukukun ilginç unsurları var. Söz gelimi, Nürnberg ilkelerinde ve Birleşmiş Milletler Yönetmeliği�de, yurttaşı, devletinin haksız bir şekilde suç olarak kabul edeceği tarzda, kendi devletine karşı harekete geçmeye zorlayan unsurlar var.Devlet yasadışı telakki etse bile, yurttaş aslında yasal biçimde davranmaktadır, çünkü uluslararası hukuk aynı zamanda, çok dar bazı koşullar dışında, ki Vietnam bunlar arasında değildir, uluslararası ilişkilerde tehdidi ya da güç kullanımını yasaklar. Bu durum, en çok ilgimi çeken misal olan Vietnam savaşı örneğinde, Amerikan devletinin bir suçlu şeklinde hareket ettiği anlamına gelir. Ve halk, suçluların cinayet işlemesini durdurma hakkına sahiptir. Suçlu, sırf onu durdurmaya çalıştığınız zaman, eyleminizi yasadışı olarak adlandırıyor diye, bu davranış yasadışı olmaz. Temeline indirgeyip yasallıklarını bir yana bırakırsak, olan şudur: Devlet, kendisinin işlediği suçları teşhir eden kişileri mahkum etmeye çalışıyor. Aslında olup bitenlerin anlamı budur. Bunun ne kadar saçma olduğu apaçık ortada; artık bundan sonra, akla uygun her türlü adli sürecin çarpıtılmasına her ne şekilde olursa olsun ehemmiyet vermemek gerekir. Kaldı ki, mevcut hukuk sisteminin bunun neden saçma olduğunu açıklayabileceğini sanmıyorum. Ama eğer yapmazsa, o zaman hukuk sistemine karşı çıkmamız gerekir.
Foucault : Daha saf bir adalet adına, adaletin işleyişini eleştiriyorsunuz, öyle mi? Burada önümüze önemli bir soru çıkıyor. Tüm toplumsal mücadelelerde, bir �dalet�sorunu olduğu doğrudur. Daha açık söylemek gerekirse, sınıf adaletine, daha doğrusu onun adaletsizliğine karşı yapılan kavga, her zaman toplumsal mücadelenin bir parçası olmuştur: Bence, toplumsal mücadeleyi adalet açısından düşünmek yerine, toplumsal mücadele açısından adaleti vurgulamak gerekiyor.
İktidarın Özellikleri
Foucault�un özellikle söyleşilerinde daha bariz şekilde ortaya çıkan iktidara yaklaşımının yöntemsel açıdan en önemli özelliği iktidarı bir töz olarak anlam çabalarının reddedilmesidir. Gordon (1979)Foucault�un iktidar kavramının delilik olgusunu incelerken uyguladığı nominalist yöntemle benzerlik gösterdiğini söyler: Delilik gibi iktidar da Tözsel anlamda varolmaz, belirli türden ilişkilere verdiğimiz isimdir. Foucault�un kendi sözleriyle: �çıkça nominalist olmak gerekir: iktidar bir kurum, yapı ya da sahip olduğumuz bir kuvvet değildir. İktidar verili bir toplumda karmaşık stratejik bir duruma verdiğimiz isimdir.�
Aslında sürekli olarak araştırıla bir konu olarak, İktidar nedir sorusunun yanlış bir soru olduğu düşünülmektedir, iktidarın değişmez bir olgu olduğu düşünülmekte, değişmez bir tözsellik olarak iktidarın hiçbir zaman bulunamayacağı belirtilmektedir. İktidar kavramı karmaşık toplumsal ilişkilere verdiğimiz addan başka bir isimden ibaretse kuramsal ve genel geçer tanımı olanaksız, özü olmayan, ortaya çıktığı durum ve ilişkilere göre çok farklı şekillerde uygulanan bir durumdur.
Bu nedenle, iktidar gözlemlenebilir değildir; bazen yoğunlaşma ya da seyrelme alanları belirlenebilse de ölçülür bir değer değildir; yalnızca etkilerinde analiz edebileceğimiz, kendini sadece etkilerinde var edebilen bir ilişkidir. Açıkça, Foucault�un iktidar analizi iktidarın ne olduğunu bulmaya yeltenmez, yalnızca nereye bakılması gerektiğini göstermeye yönelik olduğu düşünülebilir.
Foucault kendisinden önceki düşünme biçimlerinde, doğru bilgiyi iktidar ilişkilerinden bağımsız, nesnel bir çerçeveye yerleştirilmesine karşın Foucault bilgiyi, hem iktidarla ayakta duran söylemlere gereksinimi nedeniyle; hem de bilginin kullanımının stratejik olması nedeni ile bir iktidar olgusu olarak ele alır. �oğruluk rejimleri�kavramının kendisi bile doğruluk denen ölçütün hep tarihsel olarak değişen, ama içerme dışlama normalleştirici etkileri sabit kalan iktidar ilişkileriyle birlikte işlediğini akla getirir. Normalleştirici etkilerin ise iktidarı elinde bulunduran güç tarafından yapılması ve insanların kendi istekleri ile bu iktidara boyun eğmeleri ve kendilerini normalleştirme düşüncesine bıraktıkları görülmektedir. Ancak Foucault�un liselilerle yaptığı bir söyleşi sırasında �ahip olduğunuz bütün söylemleri terk edin�sözüne dikkatimizi verirsek görüyoruz ki sahip olduğumuz söylemler eğer iktidarın söylemlerine denk düşüyorsa iktidara doğrudan bir hizmette veya sahip olduğumuz söylemler iktidarın söylemlerinden farklı ise iktidara doğruluk oyunu dediğimiz oyun sonucunda farklı olanı vermekte ve normalleştirilmeye olanaklılık tanımaktadır. Sahip olduğumuz bilgi söylemlerimizi oluşturmakta söylemlerimiz ise bizi tanımlamaktadır.
Bilgi söylemseldir çünkü hangi önermelerin kabul edilip hangisinin dışlanacağının sınırının çizilmiş olması gerekir. En genel anlamda dilde anlam söylemsellik sayesinde oluşur� Bilginin hem olanaklılığında, hem de toplumsal dolaşıma sokulmasında iktidarla birlikte işleme zorunluluğu vardır. Bu birliktelik iktidar yönden okunacak olursa, tarihsel belli dönüşümlerden sonra Foucault�a göre batı�a iktidar bilgiye, bilginin evrensel ölçütlerine başvurmadan doğrulanamaz olmuştur�Foucault bilginin iktidarsız oluşamayacağını söylerken kuramsal genellikle bir sav sunmakta, ama iktidarın kendini bilgiyle donatıp temellendirmeye başlamasının tarihsel bir dönüşüm olduğunu söylemektedir.
İktidarın bir merkezde sabitlenemezliğini, bir düzeyden diğerine geçişlilik gösterdiği savını anlamanın yolu Foucault�un güç ve strateji kavramlarına eğilmeyi gerektirir. İktidar ilişkilerinin nereden kaynaklandığı sorusuna Foucault güç ilişkileri cevabını verir. Güçlü olan söylemi belirleme gücüne sahip olandır
İktidar her yerde hazır ve nazırdır: ama bu her şeyi yenilmez birliğin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olduğundan değil, her an, her an her noktada daha doğrusu bir noktayla bir başka nokta arasındaki her ilişkide kendini ürettiğindendir. İktidar her yerdedir.
İktidar Düşüncesinin Etkileri
Foucault�a göre iktidar evrenin tüm unsurların da görülebilmektedir. İnsan olsun, doğa olsun, verili bir materyal üzerine müdahalenin tüm şekilleri güç ilişkilerini toparlayıp değiştirdiği için iktidar ilişkileri olarak görülebilmektedir. Ancak aslında güç ilişkileri ve iktidar ilişkileri arsında fark vardır. Güç ilişkileri işlev barındırmayan bir kendiliğindenlik ve olumsallık barındırırken iktidar ilişkileri programsal, söylemsel biçimlendirmeler, yerleştirmeler olarak çalışırlar.
Foucault�un güç-iktidar ayrımında Nietzsche�in etkisi belirgindir: sürekli bir akış olan yaşam iktidarın öncesinde, iktidar uygulamalarına hiç benzemeyen, iktidarın müdahalelerinden hep kaçan bir tesadüfilik sergiler. Deleuze� bakılırsa, güç ilişkilerinin sürekli değişmesinde bulunabilir. Olmayana ergi mantığıyla bakıldığında eğer güç ilişkileri istikrarlı olsaydı, iktidar ilişkilerinde bir tarihsellik sürekli bir yapım bozum çabası görülmezdi, oysa hep görülmektedir.
Nerede iktidar vardır, orada direnme de vardır, ama sonuç itibariyle bu direnme iktidarla ilişkisinde asla bir dışsallık konumunda değildir. İlk bakışta, paradoksal gözüken bu iddiasını Foucault aslında �zne ve İktidar�makalesinde sağlam temellere oturtmuştur. Ona göre iktidar özneler oluşturmasının yanı sıra, yalnızca özneler üzerinde uygulanabilen bir ilişkidir. Özne konumunun hiçe sayıldığı veya yok edildiği durumlar iktidar ilişkisi olarak görülmez. Örneğin şiddet, uygulanan üzerinde özne olmanın, öznelliğin koşullarını yok edici nitelikte olduğu için Foucault�a göre iktidar ilişkisinden ayırt edilmelidir.
İktidar en düşük düzeyde de olsa, özne ile sınırıdır. Çünkü iktidar ilişkileri öznelliği tamamen yok edemez ya da iktidara karşı direnmeyi tamamen olanaksız hale getiremez. İktidar�n kullandığı disiplin altına alma ve bu işlem sırasında da güç kullanma derecesi sınırlı olmak zorundadır aksi halde, burada ya varlık nedenini yitirir, ya da mevcut ilişki iktidar olmaktan çıkar. Aslında iktidar olası direnmenin varsayımlarıyla donanmış söylemler ışığında ve programlar yoluyla işletilir. İktidar az çok da direnme sayesinde, direnmenin iktidar için yeni kullanımlar yaratması başka bir deyişle iktidarı kışkırtması yoluyla süreklilik kazanır. İktidar direnmesiz direnme iktidarsız olamaz. Herkes aynı düşünceyi paylaştığında ya insan anlamını yitirmekte ya da iktidara gerek kalmamaktadır.
Yani düşüncemize iktidar tarafından değil de direnme açısından bakıldığında ortaya çıkan sonuç şudur: direnmede iktidar ilişkisini gereksinir, bireysel olsun, kümesel olsun direnme belli güçleri bir araya getirip bütün oluşturmayı ve bu bütünü istikrarlı kılma çabasını içerdiğinden bütün direnmeler aslında aynı zamanda iktidar ilişkisidir. Direnmenin iktidara dışsal olmadığı ifadesinin bu şekilde anlaşılması mümkün olmaktadır. Direnme ve iktidar düşüncesi bir süreklilik arz ettiğinden dolayı tarihin her döneminde görülmektedir.
Her tarihi oluşum kendi iktidar ve kendi direnme biçimlerini açığa çıkarmaktadır. Eski direnme güçleri ve odakları ile yeni tip iktidar ile mücadele etmek ancak, kaos yaratır. Yeni iktidar biçimlerine yeni direnme biçimleri yeni öznellikler gerekmektedir. Bu direnme biçimlerine karşılık iktidar da cezalandırma sanatını geliştirmektedir.
Cezalandırma sanatı disiplinsel iktidar rejiminde ne kefareti nede tam olarak bastırmayı hedeflemektedir. Birbirinden ayrı beş işlemi devreye sokmaktadır.
1) Bireysel eylemleri
2) Performansları
3) Hal ve gidişleri
4) Aynı anda hem kıyaslama hem de farklılaştırma mekanı
5) İzlenecek olan bir kuralın ilkesi olan bir bütüne göre değerlendirmek. Bireyleri birbirlerine nazaran ve bu bütünsel kuralın işlevinde farklılaştırmak. Bireylerin kapasitelerini, düzeyini, �ins�ni miktarsal terimlerle ölçmek ve değer terimleriyle hiyerarşik hale getirmek gerçekleştirilebilecek bir uygunluğun zorlamasını bu �eğerlendirici�ölçü boyunca oynatmak son olarak da tüm farklılıklara göre olan farklılığı anormalin dış sınırını tanımlayacak hududu çizmek. Tüm noktalardan geçen ve disiplin kurumlarını her an denetleyen sürekli cezalandırma kıyaslamakta, farklılaştırmakta hiyerarşik hale getirmekte, tek kelime ile normalleştirmektedir.
Gözetim disiplinsel iktidarın uzmanlaşmış bir çarkı olduğu ölçüde, belirleyici bir ekonomik işlemci haline gelmektedir�Disiplinlerin hiyerarşik hale getirmiş olan gözetimi içindeki iktidar, bir nesne gibi elde tutmakta, bir mülkiyet gibi aktarmakta, bir makineler bütünü olarak çalışmaktadır.
Sosyal düzenlemenin bütünüyle negatif terimlerle insani varlıklara dışardan empoze edilmiş düzenden başka bir şey olmadığının düşünülmemesi gerektiği vurgulanmalıdır. İnsani güçler kendilerini düzene sokmaya, organize etmeye ve kontrol etmeye çalışırlar ve düzen formları doğal olarak maddi tarihin deviniminden doğar. Ve onların etkileri diğer güçleri yozlaştırmaz ya da tarif etmez, bir tarih dışı temel insan doğasını baskı altına almazlar. Başka bir söyleyişle, bu güçler öncelikle diğer güçleri baskı altına almazlar, aksine onlardan yaralanır, onları organize ederler, kullanırlar ya da işe yarar hale getirirler.
Foucault�a göre iktidar ilişkilerinin özel olarak yoğunlaştığı, ya da kaynaklandığı yer mekan, yapı ya da kurumdan söz etmek yanlıştır. İktidar tüm toplumsal dokuya yayılmıştır. Dolayısıyla iktidar ilişkilerinden arınmış ya da kurtarılmış bir bölgeden, söylemden, toplumsal hareketten bahsedemeyiz. İktidarın her yerdeliği tezi Foucault�un nominalizmiyle, iktidara atfedilen akışkan, değişken dinamik ile tutarlıdır.
İktidar şimdiye kadar düşündüğümüzden çok daha akışkan ve dinamik; hem özne olmayı hem tabi olmayı barındıran; her yerde işleyen; bilgiyle pekişen söylemler ve pratiklerdir.fakat bu özelikle genelde iktidar için geçerlidir diyebiliriz. Diğer yandan siyasal iktidar sürekli bir yapısallık arz etmektedir.
Foucault ve Nietzsche’den daha dolaysız bir biçimde etkilenmiş olanlar, iktidarın bütün toplumsal süreçlere kronik bir biçimde ve kaçınılmaz olarak bulaştığında ısrar etmekte haklıydılar. Bu kabul edilince iktidarla özgürlüğün birbirlerine düşman olmadıkları, iktidarın zorlama ya da kısıtlamayla özdeşleştirilemeyeceği de teslim edilmiş olur. Ama iktidar eylem ve söylemde birincil konuma yükselten Nietzscheci iktidar radikalizasyonunun bizi baştan çıkarmasına da izin vermememiz gerekir. İktidar o zaman her şeyin üstünde ve altında bulunan gizemli bir olgu haline gelir. İktidarın hakikate göre mantıksal bir önceliği yoktur; anlam ve normlar yalnızca taşlaşmış ya da mistifıye edilmiş iktidar olarak görülemez. Bir iktidar indirgemeciliği de ekonomik ya da nor-matif indirgemecilik kadar hatalıdır.
Cinsellik ve Disiplin
İnsani varoluşun kendisi söylemsel bir pratiğe denk düşmektedir. Yani istediğimiz kadar ayırmaya çalışalım, zaten insan toplumsal bir alanda varolur. Onun iç dünyası ya da kişisel alanı diye düşündüğümüz alanda toplumsala eklemlidir. Hayatın her alanında bir disiplin, bir kurallar bütünü ve bu kurallara karşı içsel bir tepki ve direnmede mevcuttur.
Bu bağlamda sözü edilmesi gereken diğer bir nokta, cinsellik sözü. Çünkü, daha önce, “etik” bağlamında anlatmaya çalıştığımız ikili ilişkileri, bu ikili ilişkilere giren kişilerin yaptıkları cinsel seçimi denetlemeye çalışan toplumsal düzenlemeler çerçevesinde de ele almak gerekir. Çocuklara mastürbasyon yapmayı yasaklayan, evlilik öncesi cinsel ilişkiyi yasaklayan, eşcinsel ilişkiyi yasaklayan, evlilik dışı doğan masum çocuklara kötü göale bakılan yada “yasadışı” diyen v.s. toplumsal düzenlemeler. Yalnızca dinsel ve yasal kurallar biçimini almıyor bu yasaklar: tıbbi bilgi, bilimsel bilgi kılığına da girebiliyor ve “normal” olanla “anormal” olanı ayırıyor. Açık yasaklama ve cezalandırma denli; özellikle sanayi devrimi sonrası toplumlarda, bilimsel “doğru”nun tekelleştiği toplumlarda, “normal” ve “anormal” kategorilerini insanların kafasına, kendi kendilerinin polisi olacak biçimde sokma stratejileri de çok önemli Eşcinselliğinden dolayı kendi kendine suç duyan, mastürbasyon yaptığı için kendini suçlu hisseden, evlenmeden hamile kaldığı için canını alan kişiler kendi kendilerinin polisi olmuş kişilerdir. Fakat bu beyinlerdeki otoriterliğin kurulması yoluyla ortaya çıkan kendi kendini cezalandırma ile toplumun doğrudan cezalandırması arasında, fazla bir fark yok. Otoritenin işleyiş biçimi farklı fakat işlevselliği burada da aynıdır..
Foucault’unun vurguladığı, “cinsellik”i algılayış biçimimizin tarihsel değişkenliği: bu değişkenliğin iktidarlarla ilişkisi: hem fiziki hem de söylemsel iktidarlarla ilişkisi. Foucault’un deyimleriyle “haz”ın denetlenme düzenlenme mekanizmaları dönemden döneme değişiyor. Hatta ruhbilim gibi, yasaklayıcı değil tam tersine özgürleştirici gibi bir biçim de alabiliyor. George Bataille’in deyimiyle, “boşu boşuna enerji tüketmeye yönelik”, çocuk yapma amaçlı olmayan “erotik” faaliyeti dünya kurulalı beri her toplum bir biçimde düzenleme, kurallara sokma ihtiyacı hissediyor.
Bu konu üzerinde ahlaksal ve yasal düzenlemeler üzerinde çalışmaktadır. Toplumun düşüncesi ve yapısı değiştikçe yasalarda değişmektedir. Değişmesi en zor olan kurumlar bile zaman içerisinde değişime uğramaktadır. Demek ki daha önce de belirttiğimiz gibi iktidar aslında güçe sahip olan siyasal iktidar tarafından değil taban tarafından da zorla iktidar olarak görülene kabul ettirilmektedir. Toplum kendince bir dönem yasak olanı zamansallık içerisinde farkında olmadan da değişerek ve değiştiğini fark ettiği zamanda yasallaştırarak yeniden normalleştirmektedir.
Toplumun bu tutumu karşısında değişimlerin ve kurumların daha zor değişmesinin temel nedenlerinden birini disiplin olarak belirlemek mümkündür. Bir toplum ister iktidar olsun ister iktidara hizmet eden olsun, disiplini sağlama isteklerinin kendi varlıklarını sürdürme isteklerinden kaynaklandığı düşünülebilir.
Disiplinin icra edilmesi bakışlar aracılığıyla zorlayan bir düzenleme, görmeye olanak veren tekniklerin iktidarın olanaklarını arttırdıklarını ve bunun yansıması olarak baskı altına alma araçlarını bu baskıların uygulandığı kişileri açıkça görülebilir kıldıkları bir makine gerektirmektedir. Klasik dönem boyunca bilim tarihinin övgülerinden çok azını muhafaza ettiği insanın çokluğunu gözetleyen şu �özlem evlerinin�yavaş yavaş kuruldukları görülmektedir.
Gözetim disiplinsel iktidarın uzmanlaşmış bir çarkı olduğu ölçüde, belirleyici bir ekonomik işlemci haline gelmektedir�Disiplinlerin hiyerarşik hale getirmiş olan gözetimi içindeki iktidar, bir nesne gibi elde tutmakta, bir mülkiyet gibi aktarmakta, bir makineler bütünü olarak çalışmaktadır.
Disiplinsel iktidarın başarısı hiç kuşkusuz basit aletlerin kullanılmasına bağlıdır. Hiyerarşik bakış normalleştirici yaptırım, bunların bileşik hale getirilmeleri ve bu birleştirmeleri bu bileşime özgü olan sınav biçimi altında gerçekleştirilmesi. Sosyal düzenlemenin bütünüyle negatif terimlerle insani varlıklara dışardan empoze edilmiş düzenden başka bir şey olmadığının düşünülmemesi gerektiği vurgulanmalıdır. İnsani güçler kendilerini düzene sokmaya, organize etmeye ve kontrol etmeye çalışırlar ve düzen formları doğal olarak maddi tarihin deviniminden doğar. Ve onların etkileri diğer güçleri yozlaştırmaz ya da tarif etmez, bir tarih dışı temel insan doğasını baskı altına almazlar. Başka bir söyleyişle, bu güçler öncelikle diğer güçleri baskı altına almazlar, aksine onlardan yaralanır, onları organize ederler, kullanırlar ya da işe yarar hale getirirler.
Kaynakça:
Akay, Ali, �ichel Foucault�a İktidar ve Direnme Odakları� Bağlam Yayıncılık, İstanbul 2000.
Akşin, Tülin, �öylem Üstüne Söylem�ere Dair� Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 3, Sayı 9, Kasım 1999, S. 9-14
Deveci, Cem, �oucault�un İktidar Kavramsallaştırmasında Siyasal Boyutun Ayrıştırılamazlığı� Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 3, Sayı 9, Kasım 1999, S. 23-39
Falzon, Christopher, �oucault ve Sosyal Diyalog� Çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınevi, İstanbul 2001.
Foucault, Michel, Hapishanenin Doğuşu, Çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara 2000.
Keskin, Ferda, �oucault�a Öznellik ve Özgürlük� �oplum Ve Bilim� Sayı 73, Yaz 1997, S.30-44.
Keskin, Ferda, �öylem, Arkeoloji ve İktidar� Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 3, Sayı 9, Kasım 1999, S. 15-23.
Megill, Allan, �şırılığın Peygamberleri� Çev. Tuncay Birkan, Bilim v Sanat Yayınları, Ankara 1998.
Tekelioğlu, Orhan, �oderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault�un �endilik Teknolojileri�e Bir Bakış� Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 3, Sayı 9, Kasım 1999, S.41-50
Urhan, Veli, �ichel Foucault ve Arkeolojik Çözümleme� Paradigma yayınları, İstanbul 2000.
http://www.araf.net/dergi/sayi02/metinler/imert952.shtml
http://www.felsefeekibi.com/arsiv/bb/michel.htm
http://www.gelenekyayinevi.com/per_yay/gelenek_makale.asp?sayi=68&sira=10
http://www.geocities.com/dehlizcjbnet_yazilar/Yazilar/YasalarVeAdalet.htm