“Mutluluk sadece sebzelere özgüdür” Acı çeken bilinç: William Faulkner

Amerikan Modernist yazarların babası sayılan Faulkner, rakip gördüğü Ernest Hemingway’den farklı olarak, uzun ve karmaşık anlatımları benimsedi. Genelikle bilinç akışı ve çoğul anlatı tekniklerini kullandı.  1930’larda Avrupa’daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazar oldu. İnsanin iç dünyasında olup bitenler  üzerinde çalışarak insan beynindeki düşünce akışının hızına erismeyi amaçladı. Aynı olayı birçok kişinin ağzından anlatarak gerceğin nasıl değişken olabileceğini, ve okuyucunun kendi gerceğini yaratması olgusunu vurguladı.

Genç kuşak yazarlar hakkında ne duşunuyorsunuz, sorusuna : genç kuşak değerli hiç bir şey bırakamayacak, yanıtını verdi. “Genç kuşağın soyleyecek hiç bir şeyi yok yazmak için, birincil sıradaki önemli doğruların yazarın içine kök salması ve yapıtın bu doğrulardan birinne ya da hepsine birden yönlendirilmesi gerekir. Gururu, onuru, acıyı dile getirmeyi bilmeyen yazarlar önemsiz yazarlardır ve yapıtları onlarla birlikte ya da onlardan daha once ölecektir. Goethe ve Shakespeare her şeye direndi, çünkü onlar insanın yüreğine inanıyorlardı. Balzac ve Flaubert de. onlar ölumsuzdur” dedi.

Gençliğinde geçimini sağlamak için boyacılık, marangozluk, profesyonel golf oyunculuğu ve karides avcılığı yapmıştı. İlerleyen yaşlarında loisiana ‘nın bataklık kanallarında çalışan bir sürat motoruyla rom kaçakçılığı yaptığını da itiraf etti.

Ancak bütün bu para getirici işleri yaparken yazdığı ilk eserlerinin (1927) her defasında yayıncılardan geri dönmesi üzerine her şeyden umudunu keser ve yazdıklarını yayıncılara beğendirme kaygısı taşımaksızın yeni romanlar yazmaya koyuldu.

“İnsanlar sorunlara muhtaçtır, ruhu keskinleştirip kuvvetlendirmek için biraz yenilgi ve umutsuzluk gerekir. sanatçılar böyledir; bir ağaç kovuğunda ya da su oluğunda yaşamanız gerekir, demek istemiyorum. Ama yiğitliği ve metaneti öğrenmek zorundasınız. mutluluk sadece sebzelere özgüdür.”


Acı çeken bilinç: William Faulkner

20. yüzyılın şaşırtıcı büyüsü, edebiyat tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş ve görülemeyecek kadar farklı mizaçta onca yazarı bir araya toplamış olmasından geliyor.
Çağın başında henüz kendi temellerini yeni yeni kurmaya başlayan ve Avrupa edebiyatının gölgesini izleyen Amerikan edebiyatının üç çağdaş ve çok farklı yazar (Faulkner, Fitzgerald ve Hemingway) çıkarmış olması bile bu bereketliliği anlamak için yeterlidir.

Bu üç yazar içinden, dönemlerinin ruhunu anlamak ve heyecan verici biyografiler oluşturmak için öteki ikisi kadar bol malzeme vermeyen Faulkner, yüzyılın ilk yarısındaki bu bereketliliğe en iyi örnektir. Önümüzdeki günlerde Türkçede yayımlanacak bir Faulkner kitabı, ‘Faulkner: Güneyin Bilinci’, bunu yeniden hatıra getiriyor.

Peter Nicolaisen’in imzasını taşıyan kitap, Faulkner’ın yapıtları üzerinden kurgulanmış, bir tür izlenimler toplamı. William Faulkner’ın yaşamı boyunca her tür biyografik ilgiye kapılarını sımsıkı kapatması, zaman zaman vahşileşen inzivası zaten kendisi üzerine nitelikli yaşamöyküsü yazılma şansını baştan azaltıyor. Bir Alman olan (neyse ki iyi İngilizce bilen) yazar da bunu baştan kabullenerek yola çıkmış. İngiliz dilini uçlara götüren Faulkner’ı konu edinen bir kitabın Almanca yazılması ve Almanca aslında çevrilmiş olması kafalarda soru işaretleri oluşturabilir. Ne var ki, yapıtın, bir Faulkner okurunun izlenimlerine ve birtakım belgelerin incelemesine dayanan bir ‘ilk adım’ kitabı olduğunu söylersek, herhalde beklentileri azaltmış, fakat soru işaretlerini gidermiş oluruz.

Uyumsuz, münzevi, aylak

Kitapta Faulkner’ın yapıtlarından yola çıkılması, yaşamına ilişkin bazı durumların yer almasını da zorunlu kılıyor. En basitinden, romancının yazıya karşı tuhaf bir biçimde takındığı umursamazlık tavrının daha ilk yazma deneyimlerinden beri var olduğunu öğreniyoruz. Çağdaş edebiyatın kimi soy yazarlarında görülen bu tavır, William Faulkner’ın yaşamı boyunca sadık kaldığı temel felsefesiydi. Başından beri, biraz pervasızca, bir şeyleri tamamlamayı hayal etmişti; ama yeteneğine güveniyordu. Daha da ötesi, dâhilerde görülen kendi yeteneğine inanç, onda işkoliklikle birleşiyordu. Faulkner’da sorun, sık sık kendini yüceltmek ya da tam aksine, yapay bir alçakgönüllülükle bunu inkâr etmek değil, bu yeteneğin kendisine verilmiş olmasından duyulan şaşkınlıktı. Her zaman, gelecekte bir hiç olarak anılmak istediğini söyledi. Mektuplarında ve söyleşilerinde, her an kalemini kırıp yazmayı bırakabilecek, bunu da umursamayacak bir insanın ruh halini buluruz. Bu durumun, Faulkner’a ayrı bir çekicilik kattığına da kuşku yok. Kitapta, Faulkner’ın yapıtlarının yazılış süreçlerine dair ipuçları bulsak da bunlar, yüzeysel kalmaktan kurtulamıyor. Örneğin yazar, evliliğin, Faulkner’ın sanatsal gelişimine darbe vurduğunu söylese de bunu açımlamayı göze alamamış ya da ertelemiş. Her büyük yaşamda mutlaka olan ‘karşılıksız aşk’ın da Faulkner’ın yaşamındaki ve dolayısıyla yapıtlarındaki izine odaklanmamış. William Faulkner’ın özel evreninin psikolojik katmanlarını irdelemenin çok daha farklı bir donanım ve çalışma gerektirmesinden olsa gerek. (Böyle bir irdeleme gerekli midir? Bu da ayrı bir soru.)

Her iyi romancı, başarısız bir şairdir

Faulkner’ın zor ve büyük yapıtları -başta ‘Abşalom, Abşalom!’- lirik olanlar değildi. Fakat bu, kitapta da anılan çok önemli bir noktayı görmezden gelmeyi gerektirmiyor: William Faulkner, gençliğinde uzun süre şiir yazdı ve hep vasatın üstünde bir şair olabilmeyi umdu. Türkçesini henüz okumadığımız bu şiirlerde, Faulkner’ın pek çok şiirini İngilizceye çevirdiği (o çevirileri görmek de heyecan verici olurdu) Verlaine’in etkisinden söz ediliyor. Faulkner, şiir yazmaktaki kısa süreli ısrarının ardından, gençlik yıllarında da şiirdeki başarısızlığını söz konusu etmemiştir. Ne var ki, geç gelen dahi yazar efsanesiyle birlikte yaşamöyküsü hakkındaki efsanevî duvarı yıkan birkaç söyleşiden birinde, şiirdeki başarısızlığını kabul ediyor ve ekliyor: “Her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve roman yazmayı dener.” Kitaplık dergisinin geçen yılki sayılarından birinde de yayımlanan bu cümle, şiirin konumunun, düzyazının en yetkin ağızlarından birince onaylanması anlamına geliyor.

William Faulkner, yazdıkça, yaşamın çözümü olmadığına inanıyor ve kendisine acı veren bilincini susturmanın yolunu alkolde buluyordu. Çiftçilik yaparak mutlu olabileceğine inandı. Şaşırtıcı bir iradeyle, Amerikan edebiyat piyasasının o yıllardaki parıltılı cazibesine aldanmadı. Fakat onun yaşadığı, o kuşakta bir yeteneğin uğradığı en büyük trajedi değildir; o paye Scott Fitzgerald’ın hakkı. Faulkner, ısrarla reddedeceğini söylemesine ve hattâ bunu denemesine karşın Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı, törene katılıp smokin bile giydi. Sonraları pek çok kez alıntılanan Nobel konuşmasında umut dağıtmayı da ihmal etmedi. Yine de, Fitzgerald gibi Amerikan hayatının sahte parıltısıyla uğraşmak yerine, ayrıksı karakterleri yazmayı seçti. Faulkner, bir sanatçının, bir kez denediği yeteneğinin sınırları içinde kalıp beklemesi gerektiğini sezmişti. Bunu yaptı ve ödülünü aldı. İşte, geriye kalan her şey, edebiyattır.

Faulkner: Güneyin Bilinci Peter Nicolaisen, Çev.: Yasemin Bayer Dünya Kitap

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz