Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması – Samuel P. Huntington

Bundan Sonraki Mücadele Modeli…

Dünya siyaseti yeni bir safhaya giriyor ve entelektüeller daha başkala­rıyla birlikte bu durum karşısında, tarihin sonu, ulusal devletler arasında geleneksel rekabetlerin geri dönüşü, globalizm ve tribalizm pistonlarının çekişmesi yüzünden ulusal devletin gerilemesi türünden görüşlerin her biri doğmakta olan realitenin çeşitli yönlerini yakalıyor. Bununla beraber, onların tamamı, muhtemelen gelecek yıllarda global politikanın alacağı durumun yaşamsal ve gerçekten merkezi bir yönünü gözden kaçırıyorlar.

Benim teorim şudur ki, bu yeni dünyada savaşımın asıl kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacak. İnsanlık arasındaki büyük bölünmelerde hakim savaşım kaynağı kültürel olacak. Ulusal devletler dünyadaki olayların yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl savaşımları farklı uygarlıklara ait grup ve milletler arasında meydana gelecek. Uygarlıkların çatışması global politikaya hakim olacak. Uygarlıklar arasındaki fay hatları ge­leceğin savaş hatlarını oluşturacak.

Uygarlıklar arasındaki savaşım; modern dünyadaki savaşımın evriminde son aşama olacak. Modern milletlerarası sistemin Westphalia Barışı’yla birlikte doğuşundan bu yana, bir buçuk asırdan beri Batı dünyasındaki savaşımlar, büyük ölçüde bürokrasilerini, ordularını merkantilist ekonomik güçlerini ve en önemlisi idare ettikleri toprakları genişletmeye girişen prenslerle imparatorlar, mutla­kiyetçi monarklarla meşrutiyetçi monarklar arasında meydana gelmiştir. Onlar bu süreç içinde ulusal devletleri oluşturdular ve Fransız İhtilali’nin başlamasıyla birlikte asıl savaşım çizgisi; prensler yerine milletler arasında oluştu. 1793’de R.R. Paliner’in ileri sürdüğü gibi, “Krallar arasındaki savaşlar bitti, milletler arasındaki savaşlar baş­ladı.” Bu 19. yüzyıl modeli Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etti. Ondan sonra, Rus Devrimi ve Ona karşı gösterilen tepkinin bir sonucu olarak, milletler mücadeelesi yerini önce “komünizm, faşizm­nazizm ve liberal demokrasi” arasında ve daha sonra da “komünizm ve liberal demokrasi” arasında geçen ideolojiler savaşına bı­raktı. Bu sonuncu savaşım, Soğuk Savaş sırasında, iki süper güç arasındaki savaşımın somut anlatımı olmuştur. Bu süper güçlerin hiç birisi, klasik Avrupaî anlamda bir millî devlet değildi ve her bi­risi kimliğini kendi ideolojisinin terimleriyle tanımlıyordu..

Prensler, ulusal devletler ve ideolojiler arasında geçen bütün bu kavgalar, aslında; Batı uygarlığı yapısındaki savaşımlardı. William Lind’in deyimiyle, ” Batı’ya ait iç savaşlar”dı. Daha önce 17, 18 ve 19. yüzyıl savaşları ve dünya savaşları kadar, Soğuk Savaşın gerçeği de buydu. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, uluslar arası siyaset Batılı görünüşünün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olma­yan uygarlıklar arasında ve Batı dışı uygarlıkların kendi aralarında ki etkileşim, uluslar arası siyasetin odak noktası haline geliyor.

Uygarlıklar siyasetinde, Batılı olmayan uygarlıklar dahil, millet ve hükümetler, artık tarihin, Batı kolonyalizminin hedefleri biçimin­deki objeleri olarak kalmıyorlar, tarihin kışkırtıcıları ve oluşturucuları olarak Batı’ya katılıyorlar.

Uygarlıkların Yapısı

Dünya, Soğuk Savaş sırasında, Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya’lara bölünmüştü. Bu bölünmeler artık ilişkilendirilemiyor. Şimdi ülkeleri, siyasi ve iktisadi sistemleri veya ekonomik gelişme düzeyleriyle ilgili terimlerle değil, bunun yerine kültür ve uygarlıklarıyla ilgili terimlerle gruplandırmak daha anlamlıdır..

Bir uygarlıktan söz ettiğimizde neyi anlıyoruz?

Uygarlık kültürel bir varlıktır. Köyler, bölgeler, etnik gruplar, uluslar, dini gruplar .. Bütün bunların hepsi, kültürel çeşitliliğin farklı düzeylerinde aynı kültürlere sahiptirler. Güney İtalya’daki bir köyün kültürü, Kuzey İtalya’daki bir köyünkinden farklı olabilir: fakat her ikisi de onları Alman köylerinden farklı kılan ortak İtalyan kültü­rünü paylaşacaklardır. Avrupalı toplumlar, kendilerini, sırasıyla, Arap ve Çin toplumlarından ayıran kültürel özellikleri paylaşacaklardır. Ama, Araplar, Çinliler ve Batılılar daha geniş herhangi bir kültürel varlığın parçası değildirler. Bunlar uygarlıkları oluşturuyorlar. Bir uygarlık bu yolla, insanların kendilerini diğer türlerden ayırteden yönünden başka, onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik düzeyidir. Uygarlık, hem dil, tarih, din, âdetler, kurumlar gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla, hem de insanların sübjektif olarak kendilerini teşhis etmeleri yoluyla tanımlanır. İnsanlar çeşitli kimlik düzeylerine sahiptirler. Roma’da otu­ran bir kişi, kendisini bir Romalı, bir İtalyan, bir Katolik, bir Hristiyan, bir Avrupalı, bir Batılı olarak, değişen yoğunluk derecele­riyle tanımlayabilir. O kişinin içinde bulunduğu uygarlık, onunla kendisini en iyi tanımladığı, en geniş kimlik seviyesidir. İnsanlar kimliklerini yeniden tanımlayabilirler ve tanımlarlar da!.. Bunun sonucunda uygarlıkların kompozisyonu ve sınırları değişir.

Uygarlıklar, Çin gibi (Lucian Py’in ifadesiyle, ‘devlet olmak iddiasında bulunan bir uygarlık’) çok büyük sayıda bir insan toplulu­ğunu ya da diyelim, Karayipler’deki Anglofon unsuru gibi çok az sayı­daki bir insan kümesini de kapsayabilir . Bir uygarlık, Batılı, Latin Amerikan ve Arap uygarlığında olduğu gibi çeşitli ulusal devletleri veya Japon uygarlığındaki gibi tek bir ulusal devleti ihtiva edebilir.

Uygarlıklar, farklı bir takım unsurları katıştırıp örterler ve alt-uygarlık birimleri ihtiva edebilirler. Batı uygarlığı, Avrupa ve Kuzey Amerika gibi iki ana varyanta; İslam, Arap, Türk ve Malezya alt-bölümlerine sahiptir. Uygarlıklar, yine de anlamlı “şahsiyet”lerdir. Kendi aralarında keskin hatlarla ayrılıklarla karşılaşmak az görülse de gerçektir. Uygarlıklar dinamiktir; yükselir ve düşerler; bölünür ve birleşirler. Herhangi bir tarih öğrencisi bilir ki, uygarlıklar zaman içinde “zeval bulur” ve “bertaraf olur” lar.

Batılılar, ulusal devletleri, dünya hadiselerinin başlıca aktörleri olarak düşünmeye mütemayildirler. Halbuki, ulusal devletler, sadece birkaç asırdan beri öyle olmuşlardır. İnsanlık tarihinin daha geniş bir dönemi uygarlıkların tarihi olmuştur. Arnold Toynbee’nin A Study of History’de belirlediği belli başlı 21 uygarlıktan, çağdaş dünyada sadece 6 tanesi kalmıştır.

Uygarlıklar Niçin Çatışacak?

Uygarlık kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde önem ka­zanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz uygarlık arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunların içine, Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika uygarlıkları giriyor. Geleceğin en önemli savaşımları, bu uygarlıkların birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca oluşacaktır.

Durum neden böyle olacak?

Birincisi, uygarlıklar arasındaki farklılıklar yalnızca gerçek değil esaslıdırlar. Uygarlıklar birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşır1ar. Farklı uygarlıkların insanları: hak ve sorumluluklar, bağımsızlık ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin izafî önemi hakkında farklılaşan görüşleri kadar Tanrı ile insan, bireyle grup, vatandaşla devlet, ebeveynle çocuklar ve karı koca arasındaki ilişkiler konusunda da farklı fikirlere sahiptirler. Bu farklılıklar, yüzyılların ürünüdür. Kısa zamanda kaybolmayacaklardır. Bunlar, siyasal ide­oloji ve rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha esaslıdırlar. Farklılıklar ille de savaşım demek değildir ve savaşım da kesinlikle şiddet anlamına gelmez. Gerçi, yüzyıllar boyunca, en uzun ve şiddetli savaşımları, uygarlıklar arasındaki ayrımlar oluşturmuştur.

İkincisi, dünya gittikçe daha küçük bir yer haline geliyor. Farklı uygarlıkların insanları arasındaki etkileşimler gittikçe artıyor: Bu ar­tan etkileşimler uygarlık bilincini ve uygarlıkların kendi bünyele­rindeki ortaklıkların yanı sıra uygarlıklar arasındaki ayrılıkların fark edilmesini güçlendiriyor. Fransa’ya yönelen Kuzey Afrika göçü, Fransızlar arasında husumet doğurmakla kalmamış, aynı zamanda ‘iyi’ Avrupalı gözüyle bakılan Katolik Polonyalı göçünü kabul etme eğilimini de arttırmıştır. Amerikalılar, Japon yatırımına, Avrupa ülkeleri ve Kanada’dan gelen daha büyük yatırımlardan çok daha olumsuz tepki göstermişlerdir, Benzer şekilde, Donald Horowitz’in ileri sürdüğü gibi, “Bir Ibo” olabilir… Nijerya’nın Doğu bölgesindeki bir Owerri Ibo’su veya bir Onitsha Ibo’su. O, Lagos’ta basit bir Ibo’dur. Londra’da bir Nijeryalıdır. New York’da ise bir Afrikalıdır. Farklı uygarlıkların insanları arasındaki etkileşimler, sırasıyla düşünceyi geri­sin geriye, tarihin derinliğine doğru yaymak için farklılık ve hınçlarını abartarak canlandırmak yoluyla insanların uygarlık bilinçlerini artırı­yor.

Üçüncüsü, dünya çapındaki sosyal değişme ve ekonomik modern­leşme süreçleri, insanları çok eski mahalli kimliklerden koparıyor. Bunlar aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak ulusal devleti zayıfla­tıyor. Dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din, sık sık “fundamentalist” diye yaftalanan hareketler biçiminde devreye girmiş­tir. Bu tür hareketler, İslam’da olduğu kadar Batı Hristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm içinde de boy gösteriyor. Çoğu ülke ve dindeki fundamentalist hareketler içinde faal olan insanlar genç, yüksek tahsilli, orta sınıf teknisyenleri, meslek ve iş sahibi kişilerdir. George Weigel’in işaret ettiği gibi, “Dünyanın sekülarizasyondan uzak­laşması, yirminci asrın sonlarındaki hayatın hakim sosyal gerçeklerin­den birisidir.” Dinin yeniden doğuşu, Gilles Kepel’in ifadesiyle “Tanrının Rövanşı”, uygarlıkları birleştiren ve ulusal sınırları aşan bir kimlik ve ümit temeli sağlıyor.

Dördüncüsü, uygarlık bilincinin gelişmesi Batı’nın iki yönlü rolü tarafından güçlendiriliyor. Batı bir yandan kudretin zirvesindedir. Mamafih, aynı zamanda ve belki bir netice olarak, Batılı olmayan uygarlıklar arasında ecdat fenomenine dönüş ortaya çıkıyor.

Bir insan; gittikçe artan bir şekilde Japonya’da maneviyata ve Asyalılaşma’ya doğru eğilimler, Nehru mirasının sonu ve Hindistan’ın ‘Hindulaşması’, Batının sosyalizm ve ulusalcılık düşüncelerinin başarısızlığı ve bunun üzerine Ortadoğu’daki “yeniden İslamlaşma” ve şimdi Batılılaşmaya karşı Boris Yeltsin’in memleke­tindeki Ruslaşmayla ilgili bir tartışma hakkında bir takım referanslar işitir. Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan dün­yayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve kaynağa sa­hip olan Batı dışı ülkelerle yüz yüze geliyor

Batılı olmayan toplumların elitleri, geçmişte, ekseriya Oxford, Sorbonne veya Sandhurst’ta eğitilmiş ve Batılı tavır ve değerleri sin­dirmiş, Batı ile alakalı insanlardı. Batılı olmayan ülkelerin halkıysa aynı süre içinde, genellikle ve derin bir şekilde yerli kültürle doymuş halde kalmışlardır. Ancak, şimdi bu ilişkiler tersine dönmektedir. Batılı olmayan birçok ülkede elitlerin yerlileşmesi ve Batıdan uzak­laşması oluşurken, aynı zamanda, Batılı -çoğunlukla Amerikan­ kültür, tarz ve alışkanlıklar halk kütleleri arasında daha popüler hale geliyor.

Beşincisi, siyasi ve ekonomik olanlara oranla daha az değişme yatkınlığı gösteren kültürel özellik ve ayrılıkların, uyuşma ve ayrış­maları da bu yüzden, onlara göre daha kolaydır. Eski Sovyetler Birliği’ndeki komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler zengin olabildiler; fakat Ruslar Estonyalı veya Azeriler Ermeni olamadılar. Sınıf ve ideoloji savaşımlarındaki anahtar soru, ‘Sen hangi taraftasın?’ biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir, bulunur ve taraf değiştirebilirlerdi. Uygarlıklar arasındaki çatışmalarda ise bu soru, ‘Sen nesin?’ şeklindedir. Bu ise bir veridir ve değiştirilemez. Bosna’dan Kafkasya ve Sudan’a kadar bildiğimiz gibi, söz konusu soruya verilecek yanlış bir cevap kafaya yenecek bir kurşun anlamına ge­lebiliyor. Hatta, etnisitiden daha fazla olarak din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapıyor. Bir insan yarı Fransız ve yarı Arap ve aynı anda iki ülkenin vatandaşı bile olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır.

Son olarak, ekonomik bölgecilik artıyor. Bölgesel çerçevede kalan toplam ticaret oranları 1980 ila 1989 arasında Avrupa’da yüzde 5l ‘den 59’a, Doğu Asya’da yüzde 33’ten 37’ye ve Kuzey Amerika’da yüzde 32’den 36’ya çıkmıştır. Gelecekte, bölgesel ekonomik blokların önemi, büyük olasılıkla artmaya devam edecektir. Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik uygarlık bilincini tamamlayacak, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak ortak bir uygarlık içinde kök sal­dığı zaman başarılı olabilecektir. Avrupa Topluluğu, Avrupa kültürü ve Batı Hristiyanlığının paylaştığı temele dayanır. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesinin başarısı, Amerika, Kanada ve Meksika kültürlerinin halihazırda devam etmekte olan odaklaşmasına dayanı­yor. Japonya ise, tam aksine, Doğu Asya’da bunlarla kıyaslanabilir bir ekonomik varlık meydana getirmekte zorluklarla karşılaşıyor; çünkü Japonya, “nevi şahsına münhasır” bir toplum ve uygarlıktır. Japonya, diğer Doğu Asya ülkeleriyle güçlü ticaret ve yatırım bağları geliştire­bilse bile sözkonusu ülkelerle arasındaki kültürel farklılıklar, Japonya’nın Avrupa ve Kuzey Amerika’dakine benzer bölgesel bir eko­nomik entegrasyonu ilerletmesini sınırlar ve belki de engeller.

Bunun aksine, ortak kültür, Çin Halk Cumhuriyeti ile Hong Kong, Taiwan, Singapur ve diğer Asya ülkelerindeki deniz aşırı Çinli topluluklar arasındaki ekonomik ilişkilerin hızla genişlemesine açık bir şekilde olanak sağlıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, kültü­rel ortaklıklar, gittikçe artan bir şekilde ideolojik farklılıkları bertaraf ediyor ve Kıta Çini ile Taiwan yakınlaşıyorlar. İktisadi bütünleşmenin ön koşulu, şayet kültürel ortaklık ise Doğu Asya’da geleceğin başlıca ekonomik bloku muhtemelen Çin’de odaklaşacaktır. Aslma bakı­lırsa, bu blok şimdiden meydana geliyor. Murray Weidenbaum’un belirlediği gibi:

Bölgedeki mevcut Japon hakimiyetine rağmen, endüstri, ticaret ve sermaye için yeni bir odaklaşma noktası olarak Çinli temeline da­yanan Asya ekonomisi hızlı bir biçimde vücuda oluşuyor. Bu strate­jik bölge, teknoloji ve üretim kapasitesinin önemli bir bölümünü(Taiwan); müteahhitlik, pazarlama ve hizmet alanlarında yükselmiş bir başarıyı, beceriyi (Hong Kong); nefis bir iletişim şebekesini (Singapur), muazzam bir mali sermaye birikimini (her üçü de) ve çok geniş bir toprak, kaynak ve işgücü doğuşunu (kıta Çin) kapsıyor.. Bu etkin şebeke, Guangzhou’dan Singapur’a. Kuala Lumpur’dan Manila’ya çoğu zaman geleneksel kabilelelerin büyüme­lerine istinaden -Doğu Asya ekonomisinin omurgası olarak tanımlanmaktadır.. 1

İran, Pakistan, Türkiye, Azerbeycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Arap olma­yan on müslüman ülkeyi biraraya getiren Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın temelini de kültür ve din oluşturuyor. Temelde 1960’larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından kurulan bu örgütün diriltilmesi ve genişletilmesindeki yollardan biri, bu ülkelerdeki çeşitli liderlerin, Avrupa Topluluğu’na kabul edilme şanslarının ol­madığını kavramalarıdır. Benzer şekilde, Caricom, Orta Amerika Ortak Pazarı ve Mercosur da ortak kültürel temellere, dayanırlar. Daha geniş bir Karayipler -Orta Amerika ekonomik varlığı inşa etmek için harcanan çabalar, her ne kadar Anglo-Latin bölünmesi arasında bir köprü kuruyorsa da başarısız kalmaya mahkumdur.

İnsanlar kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça, farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir ‘biz’ ve ‘onlar’ ilişkisinin var olduğunu muhtemelen görecek­lerdir. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da ideolojik olarak ta­nımlanan devletlerin sona ermesi, geleneksel etnik kimlik ve husu­metlerin öne alınmasına izin veriyor. Kültür ve din farklılıkları, siyasi meseleler üzerinde insan haklarından, göç, ticaret, iş ve çevreye kadar uzanan farklılıklar meydana getiriyor. Coğrafi yakınlık, Bosna’dan Mindanao’ya kadar toprak taleplerinden ileri gelen savaşımların doğmasına sebep oluyor. En önemlisi, Batı’nın kendi liberalizm ve demokrasi değerlerini evrensel değerler olarak öne çıkarmak, askeri üstünlüğünü sürdürmek ve ekonomik çıkarlarını artırmak için harcadığı çabalar, diğer uygarlıklardan zıt yönde karşılıklar gelmesini doğuruyor.. İdeoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek sağ­layabilmek imkanı gitgide azaldıkça, hükümetler ve gruplar,- sürekli artan bir şekilde ortak din ve uygarlık kimliğine başvurarak destek sağlamaya girişeceklerdir.

Uygarlıkların çatışması, böylelikle iki seviyede ortaya çıkar.

Mikro seviyede, komşu gruplar, uygarlıklar arasındaki fay kırıklık­ları boyunca, toprak ve birbirleri üzerinde kontrol kurmak için çok kere şiddetli biçimde mücadele ederler. Makro düzeyde ise farklı uygarlıklara mensup devletler izafi bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet eder, uluslar arası kurumlar ve üçüncü taraflar üze­rinde kontrol kurmak için mücadeleye girişir ve kendi özel politik ve dini değerlerini rekabetçi bir anlayışla öne çıkarırlar.

(1) Murray Veidenbaum, Greater China: The Next Economic Superpower?, St. Louis: Washington University Center for the study of American Business, Contemporary Issues, Series 57, February 993, pp.2-3.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz