Edward W. Said: Oryantalizm Batı tarafından Doğu’ya empoze edilen bir doktrindir

Oryantalizm Çağının Yaklaşan Sonu

Oryantalizm (Sömürgeciliğin Keşif Kolu), 1977′ nin sonlarında tamamlandı ve bir yıl sonra yayımlandı. Gerek Amerika’ da gerekse İngiltere’de, bir bölümü (bekleneceği üzere) çok düşmanca, bir bölümü kavrayışsızca, ama çoğunlukla olumlu ve heyecanlı olmak üzere büyük bir ilgi uyandırdı. Oryantalizm’in algılanma biçimlerinden beni en çok üzen ve bugün üstesinden gelmek için en çok çaba gösterdiğim biri varsa, o da gerek düşmanlık duyanların gerekse sempati gösterenlerin yanıltıcı ve fazla yüksek bir sesle dile getirdikleri Batı karşıtlığı savıdır. Bu görüşün, bazen birlikte bazen de ayrı ayrı ileri sürülen iki bölümü var. Birinci bölüm bana oryantalizm olgusunun tüm Batı’nın bir kapsamlanışı ya da minyatür simgesi olduğu, hatta Batı’yı bir bütün olarak temsil ettiği savını yüklüyor… Böyle olduğundan (söz konusu sav sürüyor) bütün Batı, Arapların ve İslâmî olan her şeyin, ayrıca Batı sömürgeciliğinden ve önyargılarından çok çekmiş olmaları açısından İranlıların, Çinlilerin, Hintlilerin ve Avrupalı olmayan daha pek çok halkın düşmanıdır. Bana ait olduğu ileri sürülen tezin ikinci bölümü de daha az kapsamlı değil: Soyguncu Batı ve oryantalizm, İslâmiyete ve Araplara saygısızlık etmiştir (“Oryantalizm” ve “Batı” terimlerinin birbirinin içinde erimiş olduğuna dikkat edilsin.) Böyle olduğundan, oryantalizmin ve oryantalistlerin varlığı bile bu kez tam tersini, yani İslâmiyetin kusursuz ve tek yol olduğunu (elhal-vahid) vb. ‘vb. savunmak için bahane yapılmıştır. Oryantalizmi benim kitabımda eleştirdiğim gibi eleştirmek, gerçekte İslâmiyet’in ya da Müslüman köktendinciliğin destekleyicisi olmaktır.

İnsan, yazarı ve tezleriyle açıkça özcülük karşıtı “Doğu” ve “Batı” gibisinden her tür kesin adlandırma konusunda kökten kuşkucu ve Doğu ile İslâmiyet’i “savunmak” tan hatta tartışmaktan adamakıllı kaçınan bir kitaba ilişkin bu karikatürleştirici saptırmaları ne yapacağını bilemiyor. Gerçek Doğu’nun ve İslâmiyet’in neliğini göstermek konusunda ilgim, hele yeterliğim olmadığını açıkça söylememe karşın Oryantalizm Arap dünyasında aslında İslâmiyet’in ve Arapların sistemli bir savunusu gibi okundu ve hakkında böyle yazıldı. Gerçekte kitabın çok başlarında, “Doğu” ve “Batı” gibi sözcüklerin doğal birer olgu olarak sürekli bir varoluş gösteren herhangi bir gerçekliği karşılamadığını söylerken epeyce ileri gitmiş de oluyordum. Kaldı ki bu türden tüm coğrafi adlandırmalar deneyselle imgeselin tuhaf birleşimleridir. İngiltere, Fransa ve Amerika’da kullanılan bir kavram olarak Doğu kavramına gelince, bu fikir çok büyük ölçüde yalnızca betimlemek değil, egemen olmak ve bir biçimde karşı savunmaya geçmek itiliminden türemektedir. Bu söylediğim, Doğu’nun özellikle tehlikeli bir somutlaşması olan İslâmiyet, söz konusu olduğunda adamakıllı geçerlidir.

Ancak, tüm bu sözlerden kasıt, Vico’nun bize öğrettiği üzere insanlık tarihinin insanlar tarafından yapıldığıdır. Toprak egemenliği için verilen savaşımlar o tarihin bir parçası olduğuna göre, tarihsel ve toplumsal anlam konusunda verilen savaşım da aynı tarihin bir parçasıdır. Eleştiren bilim adamının görevi, bu savaşımlardan birini ötekinden ayırmak değil, birincinin çok güçlü maddeselliği ile ikincinin bu dünyadan olmayan belirgin incelmişlikleri arasındaki zıtlığa karşın, aralarında bağlantı kurmaktır. Benim bu amaçla tuttuğum yol, her kültürün geliştirilmesi ve sürdürülmesinin, başka, farklı ve yarışmacı bir öteki ben’in varlığını gerektirdiğini göstermek olmuştur. Kimliğin yapımı, -çünkü kimlik, ister Doğulu ister Batılı, Fransız ya da İngiliz olsun, farklı kolektif deneyimler hazinesi olduğu açıksa da, sonuçta bir yapımdır- gerçeklikleri her zaman “biz”e görelik taşıyan farklılıklarının durmadan yorumlanmasına ve yeniden yorumlanmasına tâbi olan karşıtlar ve “öteki”ler oluşturmayı içerir. Her çağ ve toplum, kendi “ötekiler”ini yaratır. Demektir ki “kendi”nin ya da “öteki”nin kimliği, statik bir şey olmak şöyle dursun, tüm toplumlarda bireyleri ve kurumları içine alan bir çekişme içinde, üstünde çok çalışılan bir tarihsel, toplumsal, zihinsel ve siyasal süreçtir. Bugün Fransa ve İngiltere’ de “Fransızlık” ve “İngilizlik üstüne, ya da Mısır ve Pakistan gibi ülkelerde İslâmiyet üstüne yapılan tartışmalar, ister yabancılarla sığınmacılar, isterse din değiştirenlerle inançsızlar söz konusu olsun, çeşitli “ötekiler” kimliğini işin içine sokan aynı yorumlayıcı sürecin parçalarıdır. Her durumda bu süreçlerin zihinsel alıştırmalar değil, göçmenlik yasaları, kişisel davranış mevzuatı, Ortodoksluğun oluşturulması, şiddetin ve / ya da ayaklanmanın meşrûlaştırılması, eğitimin nitelik ve içeriği, ayrıca, çok sık olarak resmi düşmanların belirlenmesiyle ilgisi bulunan dış politikada yön gibi somut siyasal konuları içeren ısrarlı toplumsal çekişmeler olduğu açıktır.

Tüm bu akışkan ve olağanüstü zengin gerçeklikleri kabulü zor bir duruma getiren ise çoğu kişinin temelde yatan fikre gösterdiği direniştir: Bu fikir, insan kimliğinin, doğal ve sürekli olmamakla kalmayıp; yapılmış bir şey ve bazen de düpedüz düzmece bir şey olduğudur. Oryantalizm gibi kitaplara ya da bu kitaptan sonraki The Invention of Tradition * (Geleneğin İcat Edilmesi) ve Black Athena’ya” (Kara Atina) gösterilen direniş ve düşmanlık bir bölümüyle bu kitapların kültürde, benlikte ve ulusal kimlikte belli bir olumluluk ve değişmez tarihsellik bulunduğu biçimindeki çocuksu inancı sarsıyora benzemesinden kaynaklanmaktadır. Oryantalizm’i İslâmiyet savunusu olarak okumak ancak tezimin yarısı ortadan kaldınlırsa olanaklıdır; orada ben, daha sonraki bir kitabımda da (Covering Islam / Haberlerin Ağında İslâm, çev. A. Alatlı, Pınar Yayınları/ 1984) yazdığım gibi, şunu söylüyorum: Doğuştan ait olduğumuz ilksel topluluk bile yorumcu çekişmelerden bağışık değildir ve Batı’da İslâmiyet’in su yüzüne çıkması, geri dönüşü ya da dirilmesi gibi görülen şey gerçekte İslâmî toplumlarda İslâmiyet’in tanımı konusundaki mücadeledir. Hiç kimse, hiçbir yetke ya da kurum, bu tanımı, dolayısıyla da hiç kuşkusuz bu çekişmeyi, tam olarak denetimi altında tutamamaktadır. Köktendinciliğin bilgi kuramı açısından yaptığı hata, “temeller”in gerçek inananlar tarafından inanç temelinde kabul edilen ve onlardan gelecek eleştirel incelemeye tabi olmayan, dolayısıyla bu incelemenin dışında, tarihdışı kategoriler olduğunu düşünmektir. İslâmiyet’in ilk dönemlerinin yeniden kurulması ya da canlandırılması yandaşlarına göre oryantalistler, İslâmiyet’in bu çeşitlemesini kurcaladıkları, üstüne kuşku gölgesini düşürdükleri ve kutsal olmayan, hileli bir nitelikle gösterdikleri için (Salman Rüşdi gibi) tehlikelidir. Bu nedenle de onlara göre kitabımın erdemi, oryantalistlerin kötücül tehlikelerine işaret etmesi ve İslâmiyet’i bir biçimde onların kıskacından çıkarmasıdır.

Gelgelelim, ben ne kadar yaptığım işin bu olmadığını düşünürsem düşüneyim, her durumda söz konusu görüş varlığını sürdürüyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi, insan gerçekliğinin durmadan yapılıp bozulduğu ve istikrarlı bir öz türünden şeylerin hep tehdit altında olduğu biçimindeki bir tezi yakınmasız ve korkusuzca yaşamak, kimseye kolay gelmiyor. Bu korkunun yaygın karşılıkları, yurtseverliktir, aşırı yabancı düşmanı milliyetçiliktir ve düpedüz tatsız olan şovenizmdir. Hepimizin dayanacak bir temele gereksinmesi var; sorun, bu temelin “ne”liğine ilişkin formülasyonumuzun ne ölçüde aşırı ve değişmez olduğudur. Benim savunduğum düşünce, örneğin, öz İslâmiyet ve Doğu imgelerinin birer imgeden başka bir şey olmadığı ve gerek Müslüman inanç sahipleri topluluğu tarafından, gerekse (anlamlı bir denklik olarak) oryantalistler topluluğu tarafından bu niteliğiyle yüceltildiğidir. Oryantalizm adını verdiğim şeye yönelttiğim itiraz, bunun Doğu dillerinin, toplumlarının ve halklarının antika meraklısı gözüyle incelenmesinden ibaret olmasına değil, bir düşünce sistemi olarak, türdeş olmayan, dinamik ve karmaşık bir insan gerçekliğine, eleştirel olmayan, özcü bir açıdan yaklaşmasınadır; bu bakış açısı hem sürüp giden bir Doğu gerçekliğini, hem de bunun karşıtı olan ama aynı biçimde sürüp giden, Doğu’yu uzaktan ve diyelim ki yukarıdan gözleyen bir Batı özünü telkin etmektedir.

Bu hatalı tavır, tarihsel değişimi gizliyor. Benim bakış açıma göre daha da önemlisi, oryantalistlerin çıkarlarını gizliyor. Masum bilim adamı davranışı olarak oryantalizmle, emperyal gücün suç ortağı olarak oryantalizm arasına ustaca çizgiler çekme girişimlerine karşın, söz konusu çıkarlar Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal etmesiyle modern küresel aşamasına giren genel emperyal bağlamdan hiçbir zaman tek yanlı bir biçimde ayrılamaz.

Aklımda Avrupa’nın, Doğu adı verdiği şeyle modern zamanlardaki çatışmalarında, başlangıçtan bu yana ortada olan zayıf tarafla güçlü taraf arasındaki çarpıcı karşıtlık var. Napolyon’un Description de l’Egypte’ indeki (Mısır Betimlemesi -ç.n.) özenle oluşturulmuş heybet ve görkem vurguları, (arkasında modern bir sömürgeci fetih ordusu bulunan bütün bir bilginler kurulunun sistemli emeklerine tanıklık eden ağır, sıra sıra ciltler) Fransız işgâlini işgâl edilenin bakış açısıyla üç ayrı ciltte betimleyen Abdülrahman El Cabarti gibi kişilerin bireysel tanıklıklarına gölge ediyor. Denecektir ki Description, on dokuzuncu yüzyıl başları Mısır’ına ilişkin bilimsel, bu nedenle de nesnel bir anlatıdan ibarettir, ne var ki Cabarti’nin (Napolyon tarafından hem bilinmeyen hem de dikkate alınmayan) varlığı, başka şeyler düşündürüyor. Napolyon’unki, Mısır’ı Fransa’nın emperyal yörüngesinde tutmaya çalışan güçlü birinin bakış açısından “nesnel” bir anlatıdır; Cabarti’ninki ise bedeli ödeyen, değişmeceli (mecazi -ç.n.) anlamda ele geçirilen ve yenilen birinin anlatısıdır.

Başka bir deyişle, Description ile Cabarti’nin vakayinâmeleri, sonsuza değin karşıt bir Batı ile Doğu’nun varlığına tanıklık eden hareketsiz belgeler olarak kalmaktan çok, ikisi birlikte, daha başkalarının gelişmesine kaynaklık eden, kendilerinden önce de başkalarının varolduğu bir tarihsel deneyim oluşturuyor. Bu deneyimler dizisinin tarihsel dinamiklerinin incelenmesi, yeniden “Doğu Batı çatışması” gibi klişelere dönmekten daha zordur. Oryantalizm’in yanlış bir biçimde el altından Batı karşıtlığı yapan bir yapıt olarak okunmasının nedenlerinden biri budur ve bu okuma (süreklilik atfedilen bir ikili karşıtlığa dayandırılmış tüm okumalar gibi) dayanaksız, hatta kasıtlı bir geriye dönük bahşetme edimiyle, masum ve haksızlığa uğramış İslâmiyet gibi bir imgeyi yükseltmektedir.

Tezlerimin içerdiği özcülük karşıtlığının kabul edilmesini zorlaştıran ikinci neden ise siyasal, özellikle ideolojiktir. Kitabım yayımlandıktan bir yıl sonra İran’ın olağanüstü kapsamlı bir İslâmî devrimin yeri olacağını da, İsrail’le Filistinliler arasındaki savaşın 1982’de Lübnan’ın işgalinden 1987′ de intifada’ nın başlamasına kadar böylesine vahşi ve uzun biçimler alacağını da bilmemin hiç olanağı yoktu. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Doğu ile Batı arasında bir tarafta Arapların ve İslâmiyet’in, diğer tarafta Hıristiyan Batı’nın bulunduğu düşünülen bitmez tükenmez çatışmayı ne yumuşattı ne de bitirdi. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesinin; Cezayir, Ürdün, Lübnan, Mısır ve İşgal Altındaki Topraklar gibi çeşitli ülkelerde 1980’li ve 1990’lı yıllarda İslâmî gruplar tarafından status quo’ya meydan okunup Amerikalılarla Avrupalılardan çeşitli tepkiler gelmesinin; Pakistan’daki üslerden, Afganistan’da Ruslar’a karşı savaşmak için İslâmî birlikler oluşturulmasının; Körfez Savaşı’nın; İsrail’e olan desteğin sürmesinin; ve “İslâmiyet”in, her zaman duyarlı ve bilgili bir biçimde” olmasa da, telaşlı bir gazetecilik ve bilim konusuna dönüşmesinin bir sonucu olarak, daha yeni, ancak hiç de daha az sert olmayan çatışmalar gelişti. Tüm bunlar, kendilerini ya Batılı ya Doğulu ilan etmeye zorlanan insanlardaki zulme uğrama duygusunu alevlendirdi.

Böylesine çalkantılı bir bağlamda, Oryantalizm’in yazgısı hem kötüydü hem de iyi. Arap ve İslâm dünyası için, Batı’nın cüretini endişe ve gerilimle hissedenlerin gözünde Oryantalizm, Doğulu’yu hiçbir zaman gerçekten dinlememiş ya da Doğulu olmasını affetmemiş olan Batı’ya ciddi bir yanıt veren ilk kitaptı. Arapça’daki ilk tanıtma yazılarından birinde kitabın yazarının, görevi Batılı otoritelerle bir tür epik ve romantik mano-a-mano’ya girişmek olan bir Arapçılık şampiyonunun, kötüye kullanılıp haksızlığa uğramışların savunucusu olarak betimlendiğini anımsıyorum. Yazı bu abartmaya karşın, Batı’nın süregelen düşmanlığının Araplar tarafından duyumsanışına ilişkin bir gerçeklik iletiliyordu.

Kitabı yazarken, yazıt olarak Marks’tan alıntıladığım küçük tümcede (“Kendi kendilerini temsil edemiyorlar, temsil edilmeleri gerekiyor”) üstü kapalı söylenen öznel gerçeğin farkında olduğumu yadsımayacağım; bu gerçek, size fikrinizi belirtme şansı tanınmadığını düşündüğünüzde, bu şansı elde etmek için çok büyük bir çaba göstereceğinizdir. Çünkü gerçekten de, yirminci yüzyıldaki ulusal hareketler tarihinin dokunaklı bir biçimde gösterdiği gibi, astlar konuşabiliyor. Ancak hiçbir zaman, yapımını betimlediğim ve korkunç etkilerini azaltmaya çalıştığım iki rakip siyasal ve kültürel tek parça blok arasındaki düşmanlığı sürekli kıldığını duygusuna kapılmadım.

Ne var ki Oryantalizm büyük ölçüde, kendini ileri sürmek için bilgiyi kullanan gücün / iktidarın çokkültürlü bir eleştirisinden çok, astlık konumuna bir tür tanıklık -dünyanın lanetlileri karşılık veriyor- gibi düşünüldü. Ben de kitabın yazarı olarak verilen rolü oynuyor gibi görüldüm: Söz konusu rol, tarihsel olarak Doğulular tarafından değil Batılılar tarafından okunmaya koşullanmış bir söylemin yer aldığı bilgi dolu metinlerde üstü örtülüp çarpıtılmış olana ilişkin, kendi kendini temsil eden bilinç rolüydü. Bu nokta önemli ve kitabımın epey belirli bir biçimde reddettiği ama paradoksal olarak da varsayıp bağımlı kaldığı bir düşünceyi, kalıcı bir ayrım çizgisi boyunca savaş halinde olan değişmez kimlikler düşüncesini güçlendiriyor. Kendisiyle ilgili bir şeyler yazdığım oryantalistlerin hiçbiri herhangi bir Doğulu okuyucuya seslenir gözükmemektedir. Oryantalizmin söylemi, iç tutarlılığı ve katı yordamları hep Batı metropollerindeki okuyucu ve tüketici için tasarlanmıştır. Bu nokta, gerçekten hayranlık duyduğum, Mısır’ın büyülediği Edward Lane ve Gustave Flaubert gibi kişiler için olduğu kadar, Lord Cromer gibi burnu büyük sömürge yöneticileri, Ernest Renan gibi parlak bilim adamları ve Arthur Balfour gibi baron düzeyindeki soylular için de geçerlidir ve tümü de, yönettikleri ya da inceledikleri Doğuluları lütûf konusu olarak görmüş, sevmemişlerdir. Onların oryantalist oryantaliste yaptıkları tartışmaları ve çeşitli beyanlarını (çağrılı olmaksızın) dinlemekten belli bir zevk duyduğumu ve bulgularımı, hem Avrupalılara hem de Avrupalı olmayanlara duyurmaktan da aynı derecede zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Buna olanak verilmesinin nedeni hiç kuşkusuz benim emperyal Doğu-Batı bölünme çizgisini aşarak Batı yaşamına girmiş olmakla birlikte, geldiğim yerle olan bazı organik bağlarımı da korumamdır. Yordamım, bariyerlerin korunmasından çok daha büyük ölçüde bariyerlerin öte yanına geçilmesiydi; Oryantalizm’in bir kitap olarak bunu gösterdiğine inanıyorum, özellikle de insanbilimsel çalışmaların düşünce üzerindeki zorlayıcı sınırlamaların ötesine, tahakküm ve özcülük dışı bir öğrenme tipine doğru gitmesi idealini desteklediğimi söylerken.

Bu düşünceler gerçekte kitabımın üstündeki, dile getirilişi Batı’dan uzun süredir gecikmiş bir intikamın alınışı gibi algılanan yaralar konusunda bir tür tanıklık olması, çekilen acıları kayda geçirmesi yönünde varolan baskıları artırdı. Çeşidi halklar, dönemler ve oryantalizm biçemleri üstüne dediklerini -burada yapay bir alçakgönüllülüğe girişmeyeceğim- ayırtılandıran ve ayırt eden bir çalışmanın böylesine basit bir biçimde nitelendirilmesine yazıklanıyorum. Yaptığım her çözümleme, tabloyu çeşitlendirmekte, ayrım ve ayırtıları çoğaltmakta ve tümü oryantalizmle ilintili olsa bile, edimde bulunanları ve dönemleri birbirinden ayırmaktadır. Chateaubriand ve Flaubert ya da Burton ve Lane çözümlemelerimi tam tamına aynı vurguyla okumak, “Batı uygarlığına saldırı” gibi sıradan bir formülle, aynı indirgeyici iletiyi türetmek bence hem basitleştirici, hem de yanlıştır. Yine bence son dönemin oryantalist otoritelerini, ince vurgular ve inandırıcı olmayan bilgi gösterileri yoluyla gizlemeye çalıştıkları siyasal güdülerle ve düşmanlıkla hareket eden tanıklar olarak okumak, tümüyle doğrudur.

Beklenmeyen bir sey olmamakla birlikte, kitabıma en şamatalı karşılıkları veren grup oryantalistlerin kendileri oldu. Benim başlıca hedef okuyucum hiç de onlar değildi; niyetim oryantalistlerin yapıp ettiklerini bir miktar açıklığa kavuşturmak yoluyla diğer insanbilimcilerin belli bir alandaki özel yordam ve kalıtımları fark etmesini sağlamaktı. “Oryantalizm” sözcüğünün mesleki bir uzmanlıkla sınırlandırılması fazla uzun sürmüştü; bu sözcüğün genel kültür, edebiyat, ideoloji ve hem toplumsal hem de siyasal tavırlar bağlamında yürürlükte ve var olduğunu göstermeye çalışıyordum. Oryantalistlerin dilinde, birinden Doğulu diye söz etmek, o kişiyi dili, coğrafyası ve tarihiyle bilgin kitaplarını dolduran biri olarak göstermekten ibaret kalmıyordu: Doğulu sözcüğü genellikle daha düşük bir insan anlamına gelen, küçültücü bir deyim olarak kullanılıyordu. Bunu söylerken, Nerval ve Segalen gibi sanatçılar için “Doğu” sözcüğünün görkemli ve ince bir biçimde egzotisizmle, gözalıcılıkla, gizemle ve vaatle bağlantılı olduğunu yadsıyor değilim. Ama sözcük aynı zamanda tozu dumana katan bir tarihsel genellemeydi. Tüm oryantalistlerin yapıtlarındaki oryantalizmin kötü, şapşalca ya da tek tip olduğunu hiçbir yerde öne sürmüş değilim. Buna karşılık oryantalistler loncasının emperyal güçle özgül bir suç ortaklığı tarihi olduğunu ve bu tarihi yersiz diye nitelemenin Pangalosvari kaçacağını açıkça söylüyorum.

Destek gören girişimlerden biri de, oryantalizm eleştirisinin -özel olarak benim yaptığım eleştirinin – hem çıkar ötesi bilim adamlığı idealine bir anlamda ters düştüğü, hem de anlam taşımadığı savıyla kotarılan tez oldu. Bu girişim, kitabımda birkaç sayfa ayırarak eleştirdiğim Bernard Lewis’ten geldi. Lewis Oryantalizm’in yayımlanmasından on beş yıl sonra bir dizi deneme yazarak bunlardan bir bölümünü (Islam and the West – İslâm ve Batı) adlı kitapta topladı. Kitabın başlıca bölümlerinden biri bana yönelik saldırılardan oluşuyor ve belirgin bir biçimde oryantalist nitelikte bir dizi gevşek ifadeyi (Müslümanlar modernliğe karşı öfke içindedir, İslâmiyet din ile devleti hiçbir zaman ayırmamıştır vb. vb.) seferber ettiği başka bölüm ve denemlerle çevrili; söz konusu ifadeler hep aşırı derecede genellenmiş ve tek tek Müslümanlar, Müslüman toplumlar, ayrıca Müslüman gelenek ve çağlar arasındaki ayrımlardan pek az söz ediliyor. Lewis bir anlamda kendi kendisini, benim esas olarak eleştirilerimi dayandırdığım Oryantalistler loncasının sözcülüğüne atadığından, kullandığı yordamlara birazcık daha zaman ayırmaya değebilir. Lewis’in fikirleri ne yazık ki, Batılı muhataplarını, doğuştan demokrasi dışı, öfkeli ve şiddetçi bir İslâm dünyası tehdidine karşı uyarmakla görevliymiş gibi duran yardımcılarının ve öykünücülerinin arasında bir hayli geçer akçe.

Lewis’teki laf kalabalığı, duruşunun ideolojik dayanaklarını ve hemen her şeyi yanlış yanından almak konusundaki olağanüstü yetisini pek gizleyemiyor. Hakikati çarpıtıp yanlış benzetmeler yaparak anıştırmalarla yol alıyor ve bu yöntemleri bilim adamının konuşma tarzı saydığı o âlimâne sakin otoriteyle yaldızlıyor. Tipik bir örnek olarak, klasik antik çağ incelemelerine karşı girişilebilecek aptalca bir etkinlik olurdu dediği varsayımsal saldırı ile benim oryantalizm eleştirim arasında kurduğu benzerliği alalım. Öyle bir saldırı kuşkusuz aptalca olurdu, çünkü oryantalizmle Helenizmi karşılaştırmanın olanağı yoktur. Oryantalizm dünyanın bütün bir bölgesini sömürgeci fetihlerin eşliğinde betimleme girişimiyken, Helenizm hiç de Yunanistan’ın 19.ve 20. yüzyıllarda sömürgecilerce doğrudan fethedilmesine ilişkin değildir; ayrıca, oryantalizm İslâmiyet’e karşı antipatisini dile getirirken, Helenizm klasik Greklere sempatiyle yaklaşır.

Bundan başka, ırkçı, Arap ve Müslüman karşıtı bıktırıcı klişeleriyle -ve klasik Yunanistan’a hiç saldırmayışıyla – şu anki siyasal devinirlik de Lewis’e, eski moda sömürgeci oryantalizmin en övülmeyesi yönlerine baştan başa uyan bir pratik olarak, bilimsel tartışma biçimi altında tarihdışı ve kasıtlı siyasal tezler ortaya koyma olanağı tanıyor. Bu nedenle Lewis’in yapıtı şu an salt entelektüel ortamdan çok, siyasal ortamın bir parçasını oluşturuyor.

Lewis’in yaptığı gibi oryantalizmin İslâmiyetle ve Araplarla ilgilenen dalının bir bilgi disiplini olduğunu ve bu nedenle klasik filolojiyle rahatça aynı ulama yerleştirilebileceğini ifade etmek, Batı Şeria ve Gazze’deki işgal idaresi için çalışan pek çok İsrailli Arapça uzmanı ve oryantalistten birini Wilamowitz ya da Mommsen gibi bir bilim adamına benzetmek kadar saçma kaçıyor. Lewis bir yandan İslâmî oryantalizmi “masum ve heyecanlı” bir bilim dalı konumuna indirgemek, öte yandan da oryantalizmin -ben ve daha birçoğu gibi- oryantalist olmayanlar tarafından eleştirilebilecek bir biçim oluşturamayacak kadar karmaşık, çeşitli ve teknik olduğunu ileri sürmek istiyor. Lewis’in bu noktadaki taktiği, önemli miktarda tarihsel deneyimi örtbas etmektir. Benim düşünceme göre, Avrupa’nın İslâmiyete gösterdiği ilginin kaynağı merak değil, Hıristiyanlığın karşısına tektanrıcı ve gerek kültürel gerekse askeri açıdan hatırı sayılır bir rakibin çıkmasından duyulan korkudur. Çok sayıda tarihçinin gösterdiği gibi ilk Avrupalı İslâmiyet bilginleri Müslüman kalabalıkların ve din değiştirmelerin taşıdığı tehdidi savuşturmak için yazan ortaçağ polemikçileridir. Bu korku-düşmanlık bileşimi bugüne değin, imgelemde dünyanın bir parçasına, coğrafi ve tarihsel açılardan Avrupa’nın ve Batı’nın karşısına konan bir parçasına -Doğu’ya- ait görülen bir İslâmiyet’e gösterilen bilimsel olan ve olmayan ilginin içerisinde şu ya da bu biçimde hep var olmuştur.

İslâmiyete ya da Araplara ilişkin oryantalizm konusundaki en ilginç sorunlardan birincisi varlığını böylesine bir inatla sürdüren ortaçağ kalıntılarının aldığı biçimler, ikincisi ise oryantalizmle, oryantalizmi üreten toplumlar arasındaki bağlantıların tarihi ve toplumbilimidir. Oryantalizmle, örneğin, yazınsal imgelem arasında olduğu kadar, emperyal bilinç arasında da güçlü bağlar vardır. Avrupa tarihinin pek çok dönemi açısından çarpıcı olan nokta, İslâmiyet konusunda bilim adamlarının ve uzmanların yazdıklarıyla şairlerin, romancıların, politikacıların ve gazetecilerin o dönem söyledikleri arasındaki trafiktir. Ayrıca (bu nokta, Lewis’in ilgilenmeyi reddettiği yaşamsal noktadır) modern oryantalist çalışmalardaki yükselişle büyük Doğu imparatorluklarının İngiltere ve Fransa tarafından ele geçirilmesi arasında dikkat çeken (ancak pekâla anlaşılır) bir paralellik vardır.

Ortalama klâsik İngiliz eğitimiyle Britanya İmparatorluğu’nun genişlemesi arasındaki bağlantı Lewis’in düşünebileceğinden daha karmaşıksa da, modern filoloji tarihinde iktidarla bilgi arasındaki paralellik hiçbir alanda, oryantalizmdekinden daha açık değildir. İslâmiyet ve Doğu konusunda sömürge iktidarları tarafından, sömürgeciliklerini haklı çıkarmak için kullanılan bilgilerin çoğu oryantalist bilimden türetilmiştir: Kısa bir süre önce yayımlanan ve çeşitli yazarların incelemelerini içeren Orientalism and the Postcolonial Predicament/ Oryantalizm ve Sömürgecilik Sonrası Durum (Ed. Carol Breckenridge ve Peter van der Veer, 1993), Güney Asya’da sömürge yönetiminin oryantalist bilgileri nasıl kullandığını bol bol belgeleyerek göstermektedir. Oryantalistler gibi bu bölgeyle ilgilenen bilim adamlarıyla dışişleri bakanlık daireleri arasındaki değiş tokuş bugün hâlâ bir hayli tutarlı olarak sürmektedir. Bunlar; ek olarak, İslâm ve Arap tenselliği, tembellik, yazgıcılık, acımasızlık, yozlaşma ve debdebe gibi, John Buchan’dan V.S. Naipaul’a pek çok yazarda rastlanan klişelerin çoğu aynı zamanda, komşu alan akademik oryantalizmin temelinde yatan varsayımları oluşturagelmiştir.

Lewis ve öykünmecileri gibi bu türden tüm gözlemlerin “moda dâvâları” benimsemekten ibaret olduğunu söylemekle, örneğin şu sorular ele alınmış olmuyor: Neden böylesine çok sayıda İslâmiyet uzmanı, İslâm dünyasındaki amaçları iktisadi sömürü, egemenlik ya da yekten saldırı olan hükümetler için etkin bir biçimde çalışıyor ya da danışmanlık yapmıştır ve hala yapıyor, ya da, neden böylesine çok sayıda İslâmiyet bilgini – (Lewis’in kendisi gibi) “klasik” İslâm kültürünün çıkar göz etmeyen bir bilimsel ilgiye konu olabileceği havasında, modern Arap ya da İslâm topluluklarına saldırılar düzenlemeyi görev biliyor? ABD’nin Körfez’ deki güvenlik çıkarları konusunda bölge büyükelçiliklerine bilgi vermek üzere bakanlık görevlisi olarak gönderilen ortaçağ İslâm loncaları uzmanlarının görüntüsü izlendiğinde, bu görüntü kendiliğinden, Lewis’in sözde kardeş alan olan klasik filolojiye yüklediği Eski Yunan sevgisine benzer bir şey düşündürmüyor pek.

Bu nedenle, devlet iktidarıyla olan suç ortaklığını yadsımaya her zaman hazır olan İslâm ve Arap oryantalizmi alanının şu betimlediğim bağlara ilişkin bir iç eleştiriyi çok yakın zamanlara kadar hiç üretmemiş olması ve Lewis’in, oryantalizmi eleştirmenin “anlamsız” olacağına ilişkin acayip önermeyi dile getirebilmesi sürpriz sayılmaz.

Önde gelen Arap ve İslâmiyet uzmanlarının çoğundan, kendi başına düşünmenin yerini tutan bir hakkı yenmişlik şiddeti taşıyan karşılıklar gelip duruyor; pek çoğu, eleştirinin kendisi bile pek kutsal akademik alanlarının izin verilemez türden bir ihlâliymiş gibi “kötücül”, “onursuzluk”, “haysiyet kıncı” gibi sözcükler kullanıyor. Lewis’e gelince, ABD Kongresi’nde, Commentary’de ve benzeri yerlerde Arap davası (ve benzerleri) karşısında çoğu oryantalistten daha ateşli bir siyasal partizan olageldiğinden, sunduğu savunma belirgin bir kötü niyet edimidir. Dolayısıyla kendisine uygun düşecek yanıt, alanının “onuru”nu savunduğu savını öne sürerken siyasal ve toplumbilimsel açıdan nerelerde olduğunu içeren bir yanıttır.

Kısaca, İslâm ya da Arap oryantalizmiyle modern Avrupa kültürü arasındaki ilişki, yaşamış her oryantalisti, her oryantalist geleneği ya da oryantalistlerin yazdığı her şeyi mimleyip yoz ve değersiz emperyalizm olarak toptanlaştırmadan incelenebilir. Ben hiçbir zaman öyle yapmadım. Oryantalizmin bir komplo olduğunu söylemek ya da “Batı”nın şeytanlık olduğunu anıştırmak bilgisizlik olur: Bu iki tavır da, Lewis’in ve artçılarından Iraklı politika yazarı Kenan Makiya ‘nın ısrarla bana yükledikleri ahmaklıklar arasında yer alıyor. Öte yandan, bilim adamı olsun olmasın Doğu konusunda yazan, düşünen, konuşan insanların içinde yer aldıkları kültürel, siyasal, ideolojik ve kurumsal bağlamı örtbas etmek de ikiyüzlülüktür. Batılı olmayanlar arasında kafası çalışan bunca kişinin oryantalizme karşı çıkmasının modern oryantalizm söylemini doğru bir biçimde kökeni sömürgecilik çağında yatan bir iktidar söylemi olarak algılamalarından ileri geldiğini anlamak son derecede önemlidir. Esas olarak İslâmiyetin tek parça ve değişmez nitelikte, bu nedenle de “uzmanlar” tarafından güçlü yurt içi çıkarlar için pazarlanabilir bir şey olduğu kabulüne dayanan bu tür bir söyleme bakan Müslümanlar, Araplar ve diğer insanlıksızlaştırılmış önemsiz halklar o söylemde ne insan olarak kendilerini, ne de alçakgönüllü bilim adamı olarak gözlemcilerini bulabiliyorlar. Modern oryantalizmin söyleminde ve Amerika ve Afrika yerlileri için oluşturulmuş benzer bilgilerdeki buna denk düşen söylemlerde epi topu, çıkardan arınmış bilimsellik kurgusunu sürdürmek için ele aldıkları düşünce sistemlerinin kültürel bağlamını yadsımak, örtbas etmek ya da çarpıtmak gibi müzminleşmiş bir eğilim görüyorlar.

Bugünkü dünya sahnesine yönelik açıklamalarla bu sahneyi kültürel ve siyasal bakımdan kavrama girişimleri su vüzüne, çarpıcı ölçüde dramatik olan bazı yollardan çıkmıştır. Köktendincilikten daha önce söz etmiştim. Bunun çağcıl eşdeğerleri, kültürler ve uygarlıklar arasındaki -yanlış bir her şeyi kapsarlığı olduğuna inandığım – kökten ayrımı vurgulayan kuramlara ve milliyetçiliğe dönüştür. Örneğin, geçenlerde Harvard Üniversitesi’nde Profesör Samuel Hungtington, Soğuk Savaş iki kutupluluğunun yerini “uygarlıkların çarpışması” adını verdiği şeyin aldığına ilişkin inandırıcı olmaktan çok uzak önermeyi ileri sürdü; bu tez, Batılı, Konfiçyusçu ve İslâmi uygarlıkların ve daha birkaç uygarlığın, mensupları esasen diğerlerinin tümünü saf dışı bırakmakla ilgilenen birer su geçirmez bölmeye benzediği öncülüne dayanmaktadır.

Bu, Hungtington’la ardında duran Francis Fukuyama gibi, üstün gelmiş bir Batı geleneği kuramını yapıp savunanların, kamu bilincini epey etkilememiş oldukları anlamına gelmiyor. Eski sol entelektüel, yeni gerici toplum-politika polemikçisi Paul Johnson gibi bir semptomatik vakanın da gösterdiği üzere, etkilemişlerdir. Johnson, hiç de marjinal bir yayın olmayan New York Times Magazine ‘in 18 Nisan 1993 tarihli sayısında “Colonialism’s back and not a moment too soon” (Sömürgecilik geri döndü: Çok da erken olmayan bir zamanda) başlıklı bir deneme yayımladı. Denemenin ana fikri, “uygar yaşamın en temel koşullarının işlemediği” Üçüncü Dünya ülkelerini yeniden sömürgeleştirme işinin “uygar ülkeler” tarafından üstlenilmesi ve bunu, dayatılmış bir vesayet sistemi marifetiyle gerçekleştirmeleri gerektiğiydi. Johnson’ın kurduğu model, belirtik bir on dokuzuncu yüzyıl modelidir: Avrupalıların kârlı bir ticaret yapabilmeleri için, siyasal düzeni de dayatmak zorunda olduklarını söylemektedir.

Johnson’ın tezi, ABD politika üreticilerinin çalışmalarında, medyada ve kuşkusuz, Ortadoğu, Latin Amerika ve Doğu Avrupa için müdahaleci niteliğini ve diğer her yerde, özellikle Rusya’ya ve eski Sovyet cumhuriyetlerine ilişkin politikalarında açıktan misyonerliğini sürdüren ABD dış politikasının bizzat kendisinde yeraltından pek çok yankı uyandırmış durumda. Ancak, önemli olan nokta, kamu bilincinde, (oryantalizm sisteminin de bir parçasını oluşturduğu) eski Batı egemenliği fikirleriyle, ikincil ve yoksul topluluklarda, ayrıca geniş bir entelektüeller, akademisyenler ve sanatçılar kesiminde tutunan yeni fikirler arasında, büyük ölçüde incelenmeden kalan ciddi bir gedik açılmış olmasıdır. Önemsiz (eski sömürge, köle, sindirilmiş) halkların sessiz kalışına artık rastlanmaması ya da hesaba katılmamalarının yalnızca Avrupalı ve Amerikalı yaşlı erkekler nezdinde söz konusu olması çok çarpıcıdır. Kadınların, azınlıkların ve marjinallerin bilincinde gerçekleşen devrim, dünya düzeyinde ana düşünme akımını etkileyecek ölçüde güçlüdür. 1970’li yıllarda Oryantalizm üstüne çalışırken bir miktar duyumsadığım bu durum bugün, bilimsel ve kuramsal kültür incelemeleriyle ciddi olarak ilgilenen herkesin dikkatini gerektirecek kadar açık seçiktir.

İki büyük akım ayırt edilebilir: postkolonyalizm ve postmodernizm; ikisinde de kullanılan post öneki, ötesine gitme anlamından çok, Ella Shohat’ ın postkolonyalizm üstüne verimli bir yazısında dediği gibi, “süreklilikler ye kopukluklar” anlamını veriyor; “ancak vurguladığı şey bir ‘öte’ değil, eski sömürgeci uygulamaların yeni tarz ve biçimleridir”. Postkolonyalizm ye postmodernizm, 1980’lerde birbiriyle ilişkili bağlanma ve inceleme konuları olarak ortaya çıkmış ve çoğu durumda öncel olarak Oryantalizm gibi çalışmaları hesaba katar görünmüştür. Bu yazıda, söz konusu iki terim çevresinde) Tapılan ve bazılarının terimlerde tire kullanılması gerekip gerekmediği üstünde de uzun uzun durduğu geniş terimce tartışmalarına girmenin olanağı yok. Bu nedenle burada önemli olan tek tek abartı ya da gülünç dil kullanımı örneklerinden söz etmek değil, 1978 yılında yazılmış bir kitabı 1995 yılında bir ölçüde işin içine sokar görünen akım ve çabaları saptamaktır.

Yeni siyasal ye iktisadi düzen üstüne en çekici çalışmaların çoğu, küçük bir mali seçkinler grubu tarafından gücünü tüm yeryüzüne yaymak, mal ve hizmet fiyatlarını şişirmek ve refah dağılımını (genellikle Batılı olmayan dünyadaki) düşük gelirli kesimlerden yüksek gelirlilere doğru yeniden düzenlemek için kullanılan ve Harry Magdoff’un geçenlerde bir yazısında “küreselleşme” olarak betimlediği sistemle ilgili oldu. Bunun yanı sıra, Masao Miyoşi ve Arif Dirlik tarafından sert terimlerle tartışıldığı üzere, artık devlet sınırlarının olmadığı, emeğin ve gelirin yalnızca küresel düzeydeki yöneticilere tabi olduğu ve sömürgeciliğin Güney’in Kuzey’e hizmetkârlığında yeniden ortaya çıktığı yeni bir uluslarüstü düzen belirdi. Miyoşi ve Dirlik buradan devamla, Batılı akademisyenlerin çok kültürlülük ve “postkolonyallik” gibi bir konuya gösterdikleri ilginin gerçekte nasıl küresel iktidarın yeni gerçekliklerinden kültürel ve zihinsel bir ricat olabildiğini gösteriyorlar. Miyoşi şöyle diyor: “Bize gereken, kültür incelemeleri ve çokkültürlülük gibi yeni alanların içerdiği ‘liberal yanılsama’ ile örneklenen kestirme eğitbilimsel jestlerden çok, sıkı bir siyasal ve iktisadi araştırmadır” .

Ne var ki bu tür uyarıları (gerektiği üzere) ciddiye alsak bile bugün gerek postmodernizm gerekse bunun oldukça farklı bir eşdeğeri olan postkolonyalizme ilgi uyanmasının, tarihsel deneyim içinde sağlam bir temeli var. Her şeyden önce postmodernizmde çok daha büyük bir Avrupa (merkezci eğilimin yanı sıra yerelin ve olumsalın altını çizen kuramsal ve estetik vurgunun ağır basışı, ayrıca, tarihin neredeyse dekoratif ağırlıksızlığı, öykünme, en çok da tüketimcilik söz konusu. Sömürgecilik sonrası dönem üstüne ilk çalışmalar Enver Abdül Melik, Samir Amin, C.L.R. James gibi seçkin düşünürlerin çalışmalarıydı ve tümü de, denetim ve egemenliğe ilişkin, uğruna çekişilen bir siyasal bağımsızlık açısından ya da eksikli bir kurtuluşçu tasarı açısından yapılmış incelemelere dayanıyordu. Ne var ki postmodernizm (Jean-François Lyotard’dan gelen) en ünlü programatik önermelerinden birinde büyük özgürleşme ve aydınlanma anlatılarının gözden yittiğini vurgularken, sömürgecilik sonrası ilk kuşaktan sanatçı ve bilim adamlarının yaptığı çalışmaların çoğunun arkasında yatan vurgu bunun tam tersidir: Büvük anlatılar, her ne kadar şu an gerçekleştirimleri ve kavranışları askıya alınmış, ertelenmiş ya da göz ardı edilmişse de, yerinde durmaktadır. Postkolonyalizmin ivedi tarihsel ve siyasal gerekleriyle postmodernizmin göreli bağsızlığı arasındaki bu yaşamsal fark, bütün bütüne farklı yaklaşım ve sonuçları da (sözgelimi “büyülü gerçekçilik” tekniğindeki gibi bazı örtüşmelerin varlığına karşın) olanaklı kılıyor.

Sanıyorum, 1980’lerin başlarından bu yana böylesine büyük bir bereketlilik gösteren postkolonyal yapıtların en iyilerinin çoğunda yerelin, bölgeselin ve olumsalın pek vurgulanmadığını söylemek yanlış olur: vurgulanmıştır: ancak, bana öyle geliyor ki bu vurgu, genel yaklaşımı itibariyle, tümü de özgürleşmeyle, tarih ve kültür konusunda gözden geçirici tavırlarla ve yinelenen kuramsal model ve biçemlerin yaygın kullanımıyla ilgili olan bir dizi evrensel ilgi konusuyla çok ilginç bir biçimde bağlantılıdır. Başlıca konulardan biri Avrupa-merkezciliğin ve patriyarkanın tutarlı bir biçimde eleştirilmesi olmuştur. 1980’li yıllarda ABD ve Avrupa kampüslerinde hem öğrenciler hem de fakülteler ana ders programı denen şeyin odağını kadınlar, Avrupalı olmayan sanatçı ve düşünürler ve ikincil kişiler tarafından yazılanları da kapsayacak biçimde genişletmek için aralıksız çalıştılar. Buna, uzun süredir klasik Oryantalistlerin ve diğer alanlardaki eşdeğerlerinin elinde olan alan araştırmalarına yaklaşımdaki önemli değişiklikler eşlik etti. İnsanbilim, siyaset bilimi, edebiyat, toplumbilim ve en çok da tarih alanlarında, geniş yelpazeli bir kaynak eleştirisinin, kuramın işe katılmasının ve Avrupa-merkezli perspektifteki kaymanın etkileri hissedildi.En parlak gözden geçirme çalışması belki de Ortadoğu incelemelerinde değil, Ranajit Guha’nın yönlendirdiği dikkate değer bilim adamlarından ve araştırmacılardan oluşan Subaltern Studies grubunun ortaya çıkışıyla, Hindoloji alanında yapıldı. Bu grubun amacı tam tamına tarih yazımında devrim yapmak, ilk eldeki hedefleri ise Hindistan tarihinin yazımını milliyetçi seçkinlerden kurtarıp kent yoksullarıyla kırsal kitlelerin önemli rolünü yerine oturtmaktı.

Benim için özellikle ilginç olan nokta, sömürgecilik sonrası dönemde coğrafya sorunlarına olan ilgideki artıştır. Oryantalizm de önünde sonunda yüzyıllar boyu Doğu’yu Batı’dan ayıran aşılmaz uçurum olduğuna inanılan şeyi yeniden düşünmeye dayanan bir çalışmadır. Daha önce de söylediğim gibi, amacım pek öyle farklılığın kendisini yok etmek olmayıp (insanlar arasındaki ilişkilerde gerek ulusal gerekse kültürel farklılıkların birer bileşen olarak rol oynadığını kim yadsıyabilir ki), farklılığın düşmanlık, donmuş somutlaşmış birbirinin zıddı bir dizi öz ve bunlardan yapılma bütün bir düşmanlık bilgisi içerdiği anlayışına meydan okumaktı. Oryantalizm’de talep ettiğim şey, kuşaklar boyu düşmanlığı, savaşı ve emperyal denetimi kışkırtan ayrılıkların ve çatışmaların yeni bir yöntemle anlaşılmasıydı. Gerçekten de, sömürgecilik sonrası incelemelerdeki gelişmelerin en ilginçlerinden biri genel kabul gören kültür yapıtlarının, gözden düşürmek ya da çamur atmak için değil, bazı varsayımlarını yeniden soruşturarak bazı ikili efendi-köle diyalektiği uyarlamalarının yaptığı boğucu etkinin ötesinde yeniden okunmasıydı.

/…………/

Daha pek çok örnek vererek devam edebilirim. Kısaca şunu söyleyerek bitireceğim: Kültürel ve siyasal bir olgu olarak oryantalizme olan ilgimi başlatan düşmanlık ve eşitsizliklerin varlığını sürdürmesine karşın, şimdi hiç değilse bunun sonsuza dek sürecek bir düzeni değil, sona ermesi ya da en azından bir bölümüyle saf dışı edilmesi yakın olabilecek bir tarihsel deneyimi temsil ettiği genel kabul görüyor. Olaylarla dolu on beş yılın sağladığı uzaklıktan, düşünce ve insan ilişkileri üstünde emperyalist prangaların etkisini azaltacak yığınla yeni yorum ve bilimsel çalışma girişiminin de yardımıyla bakınca Oryantalizm en azından hem “Doğu”da hem “Batı”da sürdüğünde kuşku bulunmayan mücadele de açıkça yer alma erdemini gösteriyor.

Çev: Necmiye Alpay
Varlık Dergisi/ sayı: 1061
Bu yazı, Oryantalizm’in yeni basımındaki sonsözün özel olarak hazırlanmış bir bölümüdür. Edward W. Said, Columbia Üniversitesi’nde “İngilizce ve Karşılaştırmalı Edebiyat” profesörüdür.

2 Yorumlar

  1. Çevirimi benden habersiz almışsınız, hiç değilse yanlışsız almaya çalışsaydınız. Son cümlede “-de” eki hatası bile yapmışsınız…
    Necmiye Alpay

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz