Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine İkinci Söylev
En uzak çağlara uzandığımızda, ruhun ölümsüzlüğü saçma sisteminin dayanağı olarak karşımıza en kaba hatalara gömülmüş halktan başka bir şey ne yazık ki çıkmıyor. Bu korkunç budalalığı kabul ettirebilmiş nedenler incelenirse, bunlar politikada, terör ve cehalette bulunur. Ama bu görüşün nedeni ne olursa olsun, sorun bunun bir temele dayanıp dayanmadığım bilmektir. Bu görüşü incelediğimizde, onun da, yol açtığı ibadetler kadar hayal mahsulü olduğunu göreceğiz. Ruhun ölümsüzlüğü kanaatinin en gözde olduğu yüzyıllarda bile, onu kuşkuyla bakıp ortadan kaldırmak isteyecek kadar akıllı insanlar daima çıkmıştır.
Bu hakikatin bilinmesinin insanlara hangi noktada gerekli olduğunu hissetmemek imkânsızdır. Bununla birlikte, insanların zırvalığının yükselttiği tanrıların hiçbiri bu konuda onları eğitme çabasına asla girmemiştir. Öyle gözüküyor ki bu saçmalık Mısırlılar arasından doğmuştur, yani yeryüzünün en saf ve en batıl inançlı halkından. Yine de bir şeyi saptamak gerekir: Musa, onların okullarında yetiştirilmiş olmasına rağmen, Yahudilere bundan tek kelime söz etmemiştir. Başka frenler yaratma konusunda yeterince iyi politikacı olduğu bilindiği halde, ruhun ölümsüzlüğü fikrini kendi halkı arasında kullanmaya asla cüret etmedi: Bunu kullanmayı hayal edemeyecek kadar aptaldı. Dalaverecilerin ve düzenbazların örnek aldığı İsa da, ruhun ölümsüzlüğüne dair hiçbir kavrama sahip değildir; o kendini daima bir materyalist olarak ifade etmiştir; insanları tehdit ettiğinde, söylevlerinin onların bedenine hitap ettiği görülür; bedeni asla ruhtan ayırmaz. Ama ben burada bu iğrenç masalın kökenini araştıracak hiç değilim: Benim çalışmamın tek konusu, bunun deli saçması olduğunu size kanıtlamaktır.
Dostlarım, ruhun ölümsüzlüğü fikrini yaratmış nedenlerden bir an söz edelim. Dünyanın bahtsızlıkları, hissettiği altüst oluşlar, doğanın olguları, tartışmasız biçimde ilktir; yanlış bilinen, yanlış yorumlanan fizik ikincil nedenlere imkân tanımış olmalıdır: politika üçüncül nedendir. İnsan idrakinin kendini tanıma yetisi karşısındaki güçsüzlüğü, muammanın açıklanamazlığından ziyade sunuluş tarzından kaynaklanır. Eski önyargılar insanı kendi doğasına karşı uyarmıştır: İnsan, olmadığı şey olmak istemektedir; kendini aldatıcı bir alanda, var olsa bile, kendinin olamayacak bir alanda bulmak için çaba harcayarak tükenmektedir. Buna göre, kendini nasıl bulabilir? Organların kusursuz uyumu sayesinde ortaya çıkan hayvanlardaki içgüdü mekanizması yeterince kanıtlanmadı mı? Deney bize içgüdünün, yine bu aynı hayvanlarda, onlarda meydana gelen değişim nedeniyle, kâh kaza sonucu, kâh yaşlılıktan zayıfladığını ve sonucu olduğu uyum ortadan kalktığında hayvanın sonunda yok olduğunu kanıtlamıyor mu? Bizde olanın da kesinlikle aynı şey olduğunu anlamayacak kadar kör nasıl olunur? Ama bu ilkeleri bizde de saptayabilmek için, doğanın, özünde bir olsa da, sonsuzca değiştiğine ikna olarak başlamamız gerekir; sonra da, bir sonucun nedeninden yüksek olamayacağı şeklindeki o ezeli hakikat aksiyomunu gözden yitirmemeliyiz; ve herhangi bir hareketin sonuçlarının son derece çeşitli olduğu; harekete ilk hızını veren ağırlığın belirginliği ya da zayıflığı nedeniyle bu sonuçların arttığı ya da eksildiği de kesinlikle unutulmamalıdır.
Bu ilkelerin kullanımının yardımıyla, hissedilir doğanın arenasını dev adımlarla kat edersiniz. Birinci ilke aracılığıyla, doğanın duyurduğu bu birliği fark edersiniz: Her yerde, hayvanlar âleminde kan vardır, kemik, et, kaslar, sinirler, iç organlar, hareket, içgüdü vardır.
İkincisiyle, doğanın farklı varlıkları arasında mevcut farklılığı anlarsınız: Ne insanı kaplumbağayla karşılaştırırsınız, ne atı küçük bir sinekle; ama kademeli bir çeşitlilik planı yaparsınız ve burada her hayvan kendine uygun düşen yeri işgal eder. Türlerin incelenmesi, özün her yerde aynı olduğuna ve çeşitliliklerin nesne için yalnızca tarz olduğuna sizi ikna edecektir. Buradan yola çıkarak da, insanın insanı yaratan neden olan maddeden daha yüksek olmadığı, atın atı yaratan neden olan maddeden daha yüksek olmadığı; ve bu iki tür arasında, yani insanla at arasında yükseklik varsa, bunun yalnızca değişimlerde ya da biçimlerde olduğu sonucuna varacaksınız.
Herhangi bir hareketin sonuçlarının kendi aralarında çeşitli olduğunu, bu sonuçların harekete ilk hızını veren ağırlığın belirginliği ya da zayıflığı nedeniyle arttığını ya da azaldığını söyleyen üçüncü prensip sayesinde göreceksiniz: Bu prensip sayesinde ikna olacaksınız ki, insan kendisinden daha aşağı olan hayvan türleriyle karşılaştırıldığında yapısında olağanüstü hiçbir şey yoktur: Ne şekilde ele alınırsa alınsın, var olan bütün varlıklarda yalnızca madde görülür. Ne yani, diyeceksiniz, insanla kaplumbağa aynı şey midir! Elbette hayır, biçimleri farklıdır; ama onların ikisini de oluşturan hareketin nedeni elbette aynı şeydir: “Bir ipin ucuna, yere doğru uzanan bir sarkaç asın, hareketlendirin: Bu sarkacın çizeceği ilk hareket ipin uzunluğunun imkân verdiği kapsamda olacaktır, İkincisi daha az, üçüncüsü daha da az; ta ki sonunda sarkacın hareketi basit bir titreşime iner ve sonunda mutlak bir hareketsizlikte sonlanır.”
Bu deney üzerine şöyle düşünüyorum: İnsan en geniş hareketin sonucudur, kaplumbağa ancak bir titreşimin sonucudur, ama en kaba anlamıyla madde her ikisinin de nedenidir.
Ruhun ölümsüzlüğü yandaşları, insan olgusunu açıklamak için, onu meçhul bir tözle donatırlar: Biz materyalistler ise, kuşkusuz daha akılcı olduğumuzdan, insanın niteliklerini onun örgütlenmesinin sonucu olarak kabul ederiz. Varsayımlar birçok güçlüğü çözümler, buna eminiz; ama soruları bitirmez. Çok daha hızlı bir adımla hedefe yönelerek, size yalnızca kanıtları sunuyorum. Özellikle de, bu yarım akıllı filozofların hiçbiri kabul ettikleri gayri maddi tözün doğası konusunda hemfikir değildir; duygularının bu karşıtlığı bile, kabul etmek gerekir ki, onlara yöneltilebilecek en güçlü argümanlardan biridir. Ama, bundan yararlanmaya tenezzül etmeyerek, ben ruhu yaratılmış bir töz yapan sorunu inceleyeceğim.
Defalarca özür dilerim, dostlarım, bu konuşma sırasında, TANRI adı altında bilinen bu hayal mahsulü varlığın kabulüne bir an başvurmak zorunda kalmış olabilirim. Ateizm benim sistemlerimin en kutsalı olduğundan, ancak zorunluluk sonucu böyle olabileceğine ve anlık olarak bu varsayımlardan yararlandığıma gayet iyi ikna olacak kadar bana hak vereceğinizi umuyorum. Ama bütün yanılgılar onları kabul edenlerin zihninde birbirine eklendiğinden, bir yanılgıyla mücadele etmek ve ortadan kaldırmak için genellikle bir diğerini yeniden oluşturmak zorunda kalınır. Tanrı’nın varlığı hipotezine göre, bu Tanrı’nın ruhun özünü nerede bulabileceğini kendime soruyorum. Onu yarattığını bana söyleyeceksiniz. Ama bu yaratı mümkün müdür? Eğer Tanrı tek başına varsa, saçma hiçlik hariç, her şeyi işgal eder. Hiçlikten sıkılan Tanrı’nın maddeyi yarattığı, yani hiçliğe varlık verdiği söylenir. İşte, her şey işgal edilmiştir; iki varlık bütün uzamı doldurur: Tanrı ve madde. Bu iki varlık her şeyi dolduruyorsa, bütünü oluşturuyorlarsa, yeni yaratılara yer yoktur; çünkü bir şeyin aynı anda hem olması hem de olmaması mümkün değildir. Tin artık bütün metafizik boşluğu doldurur; madde hissedilir boşluğun bütününü fiziksel olarak doldurur: Dolayısıyla yeni yaratılmış varlıklara, varlıktan ne kadar daraltılmış olsa da, yer yoktur. Burada Tanrı’ya başvurulur ve bu Tanrı’nın bu yeni üretimleri kendi içinden aldığı söylenir. Tanrı kendi sonsuzluğunun tinsel alanında aynı doğadaki yeni tözleri barındırabilmişse, bunun sonucu, Tanrı’nın eksiksiz ve kusursuz bir sonsuzluk içinde olmadığı, çünkü eklemelere izin verdiğidir. Kim ki sonsuzluktan bahseder, her türlü sınırı dışlar: Oysa, her sınırı dışlayan bir varlık eklemelere asla uygun değildir.
Tanrı’nın, mutlak erki sayesinde, sonsuz özünü daraltarak yeni yaratılmış tözlere yer açtığı söylenirse, o zaman, sonsuz olmadığı, çünkü, sıkışma sırasında, kendini oluşturan yanın bir sınıra işaret ettiği cevabını vereceğim.
Tanrı, yeni yaratılmış tözleri kendi alanına alabildiğinde, bu alanın başlangıçta bir boşluk hissedeceği ve bu boşluktan çıkacak her bir tözün madde alanında bir cismi harekete geçireceği daima kesindir.
Bu boşluk daima varlığını sürdürecektir; çünkü, bu saçmalıktan hoşlananlara göre, eziyete mahkûm ruhlar cehennemden asla çıkmayacaklardır.
Tanrı, bir ruhun yokluğunun neden olduğu boşluğu sürekli doldursa da, bu ruhların bazıları onun alanına geri döndüğünde kendi tözüne geriye dönük bir etki yaptırması gerekir, ki bu da saçmadır; çünkü sizin Tanrı’nız gibi eksiksiz ve bölümlerinin kendisi de sonsuz olan bir sonsuz ne kendi üzerine kapanabilir ne de genişleyebilir.
Bir ruhun yokluğunun neden olduğu boşluk hiç doldurulmamışsa bu bir boşluktur; çünkü her uzamın tini ya da maddeyi kapsaması gerekir. Oysa, Tanrı bu boşluğu dolduramaz, ne kendi tözüyle ne madde parçalarıyla; çünkü Tanrı madde içeremez, dolayısıyla tanrısallığın içinde hiçlik vardır.
Burada rakiplerimiz daha yumuşak bir üslup seçiyorlar. Şunu iddia ediyorlar: Biz Tanrı’nın insan ruhunu yarattığını ileri sürdüğümüzde, bu yalnızca onu şekillendirdiği anlamına gelir… Bu terim değişikliğinin tartışmada önemli bir değişikliğe yol açmadığına ikna olmak gerekir.
Eğer Tanrı insan ruhunu şekillendirmişse, onu herhangi bir özden şekillendirmiştir; tinin ya da maddenin içinden çekip almıştır.
Bu, tinin içinde olmuş olamaz çünkü tek bir tin vardır ve bu da sonsuz olandır ya da Tanrı’nın kendisidir; oysa, ruhu tanrısallığın bir bölümü olarak kabul etmenin saçmalığını herkes kabul eder. Kendi kendine ibadette bulunmak çelişiktir: Ama eğer ruh Tanrı’nın bir parçasıysa olan budur. Bir tözün kendisinden kopmuş bir bölümü sonsuza dek cezalandırması da saçmadır. Tek kelimeyle, bu hipotezde, bana ne cennetten ne cehennemden söz ediyorsunuz; çünkü Tanrı’nın kendinden kaynaklı bir tözü cezalandırması ya da ödüllendirmesi saçma olur.
Mademki yalnızca madde ve tin var, o halde Tanrı ruhu maddeden mi yarattı? Ama eğer ruh maddeden yaratılmışsa, ölümsüz olamaz. Tanrı’nın maddeyi ele gelmez hale gelene dek tinselleştirdiğini, saydamlaştırdığını da söyleyebilirsiniz; ama onu ölümsüz kılamaz, çünkü bir başlangıcı olan şeyin bir sonu da illa ki olmalıdır.
Deistler [yaradancılar] de Tanrı’nın ölümsüzlüğünü ancak sonsuzluğuyla tahayyül edebilirler; ve o, her sınırı dışladığı için sonsuzdur.
Madde, tinselleşse bile yine de bölünebilirdir, çünkü bölünebilirlik maddenin temel özelliğidir ve tinselleşme şeylerin özünü asla değiştirmez: Oysa bölünebilir olan şey değişime tabidir; ve değişime tabi olan şey asla kalıcı değildir, ölümsüz hiç değildir.
Bütün bu itirazlarla iyice köşeye sıkışan rakiplerimiz, Tanrı’nın mutlak erk sahibi olmasına sarılırlar. Tinsel ve ölümsüz bir ruha sahip olduğumuza ikna olmamız bize yeter derler: Bunun nasıl ve ne zaman yaratıldığını bilmenin pek önemi yoktur. Kesin olan şudur ki, diye eklerler, yetenekleri sayesinde, bu ruhu meleksi varlıklarda varsayılan tözle ancak kıyaslayabiliriz.
Tanrıcıların yaptığı gibi mutlak erke sürekli başvurmak, bütün suistimallere kapıyı açmak değil midir? Bütün bilimlerin içine bir şüphecilik sokmak değil midir? Çünkü sonuçta, eğer mutlak erk kendisinin belirlediği söylenen yasalara karşı hareket edemiyorsa, bir dairenin üçgen olmadığına da asla emin olamam, çünkü gözümün önündeki şeklin aynı zamanda hem biri hem diğeri olabilmesini sağlar.
Tanrıcıların en aklı başında kesimi, kendi Tanrı’larınınkine benzer bir tözü ruh olarak varsayma nedeninin ne kadar tiksindirici olduğunu hissederek, ruhun nerden geldiği belirsiz bir töz olduğunu, özel biçimde bir entelekhia olduğunu söylemekle tereddüt etmezler; ve kendilerine yöneltilen itiraz karşısında, her sınırı dışlayan sonsuzluğu sayesinde hiç biçimi olmayan Tanrı hariç, doğada kalan her şeyin bir figürü ve dolayısıyla bir uzamı olması gerektiğini söyleyerek, insan ruhunun bir kapsamı, bölümleri, yerel bir hareketi olduğunu güçlük çekmeden itiraf ettiler. Ama rakiplerimize karşı bu kadar sav ileri sürmek yeter. Görüldüğü gibi, ruhun bir kapsamı olduğu, bölünebilir olduğu, bölümleri olduğunu onlar da kabul ediyorlar. Bu bizi ruhun ölümsüzlüğünü savunanların bile onun tinselliğine inançlarının pek güçlü olmadığına ve bu görüşün savunulabilir yanı bulunmadığına inandırmak için yeterlidir: Sizin de buna ikna olmanızın vaktidir.
Tinsel bir tözden bahseden kişi, faal, nüfuz edici bir varlıktan bahseder; nüfuz ettiği bedenin içinden geçtiğine dair hiçbir emare görülmez: Bizim ruhumuz da bu hipoteze dâhil midir? O bakmadan görür, kulak vermeden işitir, kendisi hareket etmeden hareket eder: Oysa, böyle bir varlık toplumsal düzeni altüst etmeden var olamaz.
Bunu kanıtlamak için, ruhların nasıl gördüğü sorusunu soruyorum. Kimileri ruhların tanrısallığın içinde her şeyi gördükleri karşılığını verdiler; tıpkı nesnelerin yansıdığı bir aynada olduğu gibi. Kimileri ise bilginin onlar için sahip oldukları diğer özellikler kadar doğal olduğunu söylediler. Elbette ki, bu görüşlerden ilki ne kadar saçmaysa, İkincinin de en az o kadar saçma olduğu ileri sürülebilir. Gerçekten de, bir ruhun genel bir tür içerisinde birleşen bütün özellikleri nasıl tanıyabileceğini anlamak imkânsız değil midir? Ruhun genel olarak iyiyi ve kötüyü bilebilecek olduğunu varsayalım: Bu bilgi onun iyiye gidip diğerinden uzak durabilmesine yeterli olmayacaktır. Bir varlığın bu kaçışta ya da bu arayışta sürekli olarak kararlı kalabilmesi için, mutlak ve genel iki tür altında içerilen iyiliğin ya da kötülüğün özel türlerini de bilmesi gerekir. Scot’un sisteminin yandaşları insan ruhunun kendi içinde görme gücüne hiç sahip olmadığını, bu gücün yaratılış anında ona hiç verilmediğini, özelliklerini yararlanmak zorunda kaldığı koşullar vesilesiyle edindiğini ileri sürüyordu.
Önceki varsayımda, genel olarak kötülüğe dair bilgisi olan, onunla birlikte doğan ruh, güçsüz bir tözdür; çünkü kötülüğün geldiğini görür ve bundan vazgeçmez: Bu durumda madde fail, ruh edilgen olur ki bu saçmadır. Scot’un görüşünden çıkan sonuç insanın hiçbir şey öngöremeyeceğidir, ki bu yanlıştır. İnsan gerçeklen buna indirgenmişse, onun durumu öngörünün düşünülemez olduğu karıncanın durumundan daha aşağı olur. İnsanın bilgiyi ruha kaydettiğini söylemek, yetilerini kullanma ihtiyacında olduğu ölçüde, sizin Tanrı’nızı bütün suçların yaratıcısı yapmaktır; ve bu koşullar bu Tanrı’nın en katı müritlerini isyan ettirmez de ne yapar, size sorarım.
İşte, ölümsüz ve tinsel ruhun yandaşları, bu ruhun şeyleri nasıl görüp bildiği sorusu üzerine suspuslar. Yine de çekişmeyi asla bırakmıyorlar: İnsan ruhunun şeyleri, kendisiyle aynı nitelikte olan diğer tinsel ya da incelikli tözler misali görüp bildiğini söylerler. Görüldüğü gibi bu, kesinlikle hiçbir şey söylememektir.
Yanlış bir kanaatin savunulmasında, güçlükler, yok edildiği sanıldıkça yeniden doğarlar. Eğer insan ruhu mevcut nesnelere nüfuz etme yeteneğine sahip değilse, kendisinin meçhulü olan namevcutları hayal edebilme yeteneğine ve kendine gerçek fikirler oluşturup bunları içsel düzeneklerine göre yargılayabilme yetisine sahip değilse, izlenimi ancak nesnelerin hissedilir varlığından alabiliyorsa ve onların niteliğini ancak onları niteleyen dışsal semptomlara bakıp yargılayabiliyorsa, bu durumda onun idrak gücü, sempati ya da antipatinin şaşmaz yasalarının yol açtığı hareketlere göre kimi nesnelerden kaçan ya da onlara yönelen hayvanların içgüdülerinden ne daha İnceliklidir, ne de daha fazla özellikli. Eğer, her şeyin bize kanıtladığı gibi, durum böyleyse, kuşkuya yer yoksa, katışıksız maddi makineler gözüyle baktıkları hayvanlar, varlık zincirinde işgal etlikleri yer nedeniyle, insan soyunda saplanan bütün yetilerle donatılmışken, insanların kendilerini iki ayrı tözden oluşmuş bir yaratık sanmalarındaki çılgınlık nedir? Biraz daha az kibir ve kendi kendine dair bir an düşünme, insanın diğer hayvanlardan fazla olarak ancak doğanın düzeninde kendi türüne uygun düşen şeye sahip olduğuna; ve bağlı olduğu varlığın kaçınılmaz özelliğinin, uyduruk yaratıcısının temelsiz varlığı hiç olmadığına, ama bu varlığın temel özelliklerinden biri olduğuna ve bu özellik olmadan kendisinin var olamayacağına inanması için yeterlidir.
Dolayısıyla, şu gülünç ruhun ölümsüzlüğü sistemini reddedelim; bu sistem, yine bunun kadar yanlış ve gülünç olan Tanrı’nın varlığı sistemi kadar her daim aşağılanmak için yaratılmıştır.
Marquis de Sade
Tanrıya Karşı Söylev
Fransızcadan Çeviri: Işık Ergüden