Kierkegaard acıyı ruhani içgörünün başlangıcı olarak, Dostoyevski acıyı başkalarını anlamanın anahtarı olarak, Nietzsche ise acıyı aşılması gereken bir engel görüyordu. Yalnızca Kafka acıyı zalim ve donuk bir olgu olarak bırakıyordu. Kadınlarla ilişkilerinde dördü de mutsuzdu. Kierkegaard ve Kafka nişanlarını bozmuştu ve Nietzsche gibi hiç evlenmemişlerdi. Nietzsche’nin belki de gerçek bir aşk deneyimi hiç olmamıştı. Dostoyevski’nin aşk hayatı mutsuz maceralar silsilesiydi, ancak orta yaşı geçtiğinde mantık evliliği yapmıştı; keza hiçbir romanında mutlu bir evlilik yoktur.
Çağdaşları onların karanlık önsezilerini abartılı, akla sığmaz ya da düpedüz fantezi ürünü olarak görmezden gelmişti. Onlar kötülük üstünde durmaları bakımından eskatolojik yazarlardı.
Bu dört yazar, Kierkegaard, Dostoyevski, Nietzsche ve Kafka kendilerini üreten toplumda, her biri kendine has bir dışarlıklı konumda duruyor. Onlar kabul görmüş teolojik, felsefi ya da edebi kategorilere sığmadı ve uçlarda yaşayan ruhani insanlara has sallantılı bir varoluş sürdü. Yaşarken hak ettikleri cevapları duyma şansları olmadı. Şunun farkındaydılar: Hem ölmekte olan bir medeniyetin son ürünleri hem de yaklaşan kaosu öngören kahinlerdi. Kierkegaard’un kendine verdiği “muamma” hükmü, Kafka’nın kendini “başlangıç ya da son” olarak karakterize etmesi dördü için de geçerlidir. Çağdaşları onların karanlık önsezilerini abartılı, akla sığmaz ya da düpedüz fantezi ürünü olarak görmezden gelmişti. O dönem Avrupa toplumu şu üç tavırdan birini almıştı: Ya görünürdeki istikrarından memnundu ya insanlığın ilerlemesine inanıyordu ya da siyasi devrimciler mevcut toplumsal organizmanın radikal biçimde alaşağı edilmesini talep ederken ılımlı reformları destekliyordu. Kafka kötülüğün yaklaşan zaferi karşısında el etek çekmişti, diğer üçüyse karşı-enerjileri seferber edecek güçlü bir tehdidi ya da tehlike sinyalini görmüştü. Fakat Kierkegaard, Dostoyevski ve Nietzsche insanlığın tarihinde yeni bir evrenin ortaya çıkışını bekliyordu, bu evre onların ruhani vizyonlarını gerçekleştirecek ve apokaliptik boyutlarda felaketlere giden bir âleme çıkacaktı. Onlar kötülük üstünde durmaları bakımından eskatolojik yazarlardı.
Dostoyevski’ye son yıllarında gelen tanınma dışında, dünya bu yazarların mesajlarını onlar hayattayken kabul etmedi. Kierkegaard yarım yüzyıldan fazla bekleyecekti. Nietzsche’nin önemi ölümünden sonra giderek arttı. Kafka’nın büyük romanları ancak ölümünden sonra yayımlandı. Dördünün de asıl kabiliyeti somut bir lider gibi konuşmak ya da insanlığın geleceğine dair belirli vizyonlar koymak değil, insanlığın halini eleştirel biçimde tanımlamaktı. Sıkı sıkıya bağlı olduğu Lutherci teolojide kurtuluşu bulan Kierkegaard dışında diğerlerinin kişisel zayıflıklar, kaygı ve fiziksel hastalıklarla gelen negatif yaşama zaman zaman teslim oldukları görülür. Kafka dışında diğerleri defalarca kahramanca vizyonlara çıkmayı bilmişlerdir. Dostoyevski ve Nietzsche normal olandan sapmayı uyarıcı bir itki haline getirmiş ve bunu direnme iradesini güçlendiren, kendilerine kaderin bahşettiği bir şey olarak daha yüce yaşamaya ve varoluşun gizemlerine derinden nüfuz etmeye götüren yol olarak görmüşlerdir. Bu dörtlü, Avrupa’nın manevi çözülüşüne dair teşhislerinde psikolog, filozof, şair, sosyolog ve eleştirmen işlevlerini birleştirerek kabul görmüş edebiyat kategorilerinin dışına çıkmakla kalmamış, eserleriyle öngördükleri aktüel yıkım sürecinin hızlanmasına etki etmiştir. Sesleri öylesine şiddetli partizan cevapları tetiklemiştir ki ancak bizim kuşağımız onlarda yıkıcı güçlerden daha fazlasını görmeye başlamıştır. Onları toplumun dışına iten ama üretken olmalarını sağlayan marjinal konumları, kendi sınıflarını benimseyemediğine içerleyen birçoklarına cazip gelmiş, bu yazarların orta sınıfa duydukları küçümseme de onlara ilham kaynağı olmuştur. İnsan olarak kaderlerine bakıldığında ilginç karşılaştırmalar ve hatta çarpıcı paralellikler ortaya çıkar. Manevi yaşamöyküleri büyüdükleri, yaşadıkları ve çalıştıkları koşullarla kısmen açıklanabilir. Fakat bu koşullar manevi yolculuklarını yorumlamada bütün araçları bize kesin olarak sağlayamaz. Dördü de insanın kendisi ve başkaları karşısındaki rollerinden kuşku duymuştur. Çağdaşlarını, özellikle de orta sınıfı herkesin içinde bildirdikleri ahlaki kriterlere uymamakla hararetle suçlamışlardır. Kierkegaard Kilise’ye “Tanrı’yı soytarılaştıran” bir sahtekârlık kurumu der. Dostoyevski her insanın içindeki saygın yüzeylerin ardında duran cinleri ifşa etmekten usanmaz; Kilise’ye karşı da aynını yapar. Nietzsche için hem Hıristiyanlık hem de orta sınıf aptal, çağdışı ve mimlidir. Kafka için her yerde kol gezen sinsi ve fesat güçlere karşı gelecek kahraman insanlar yoktur. Ona göre toplum ilkesiz ve temelsizdir. O da Hıristiyanlığın hükümranlığının zayıfladığına inanır.
Dördü de yaşadıkları topluma yabancıdır, saygınlığı küçümsemeleri çocukluk deneyimlerinden gelir. Yalnızlık hissi ve hayal kırıklığının gölgesi babanın gücünün ve şefkatinin eksik olduğu, ne takdir ne de ailevi güven duygusunun geliştiği çocukluk yıllarına damgasını vurmuştur. Kierkegaard’un babası dinsel buhranlar içinde bir adamdır; erotik kusurlarını keşfetmek Søren üstünde şok edici bir etki yapmış, hatta bundan “bir deprem” olarak söz etmiştir. Dostoyevski’nin babası duyarsız ve ölçüsüz bir adamdır, birçok bakımdan kara yazgılı büyük Karamazov’a benzer, keza babası Dostoyevski henüz genç bir delikanlıyken öldürülür. Nietzsche henüz dört yaşındayken babası ölür. Kafka’nın babası başarılı ve sarkastik bir işadamıdır, oğlunun dehasını anlayamaz. İvan Karamazov’un cinayet davasındaki “Kim babasının ölmesini istemez ki?” türünden sapkın bir mazereti veya Nietzsche’nin “Hangi çocuğun anne babasının ölümüne ağlamak için bir nedeni yoktur?” çığlığını ancak bu tür trajik koşullar üretebilir. Vatanlarıyla ilişkileri toplumdaki negatif konumları kadar muallaktır. Kierkegaard’un Danimarka’ya dair söyledikleri hep eleştirel şeylerdir. Entelektüel kökenleri Hegel ve Schelling’in Almanyası’ndadır. Danimarka Kilisesi’ne eleştirileri hızla kendini soyutlamaya, en sonunda açık bir husumete dönüşmüştür. Corsaren dergisinin hicivli saldırıları onu bunalıma sürüklemiş, halk arasında alay konusu olarak kendini yalnız ve toplumdan kovulmuş hissetmiştir. Dostoyevski’nin Rusya’ya olan sevgisi, yaşamının sonundaki Panslavcı evresini bir yana bırakırsak, bedbaht bir sevgiydi; Dostoyevski Batı Avrupa’yla manevi ilişkisindeyse takdir ve nefret arasında sürekli gelgitler yaşamıştı. Rusya’da mutsuzdu ama kendi toprağından başka bir yerde yaşamaya, göçmen olmaya da katlanamıyordu. İnsancıklar’la yakaladığı ani şöhretin ardından hatırı sayılır bir dönem başarısız oldu, ona toplumsal inceliklerden yoksun kaba saba biri gözüyle bakan sosyeteye olan hıncının asla üstesinden gelemedi. Sibirya’daki sürgünde çektikleri yüzünden Rusya’ya siyasi anlamda saldırmamış olması ruhundaki çok sayıda çelişkiden yalnızca biriydi. Nietzsche yirmi beş yaşından itibaren Almanya dışında yaşadı, vatanını en hırçın eleştirenlerden biri oldu, kendisini Olympia’lı ekstazında yaşayan bir Yunan tanrısı ya da kâhini olarak gördü, gerçeklikte hiçbir zaman evinde hissetmedi, ama aynı zamanda entelektüel Nazizmin habis gelişimine yol açan türden tipik Alman romantik rüyalar kurdu. Yahudi Kafka Yahudiliğin dünyasından uzaklaşmıştı ve Hıristiyanlığa karşı eleştirel bir tavrı vardı. Almanca konuşan bir Çek olarak pek de Alman sayılmazdı. İşçi sınıfına hizmet eden sigorta kurumlarında çalışsa da bu sınıfa ait değildi, öte yandan orta sınıfa da tam olarak ait değildi. Sıradan bir memur, bir görevliydi, ama asıl çağrısı yazmaktı. Sigorta işinde çalışması da toplumsal ve manevi anlamda daimi güvencesizliğinin ironik yansımasıydı. Dördü de gençlik yıllarında kendilerini ait oldukları sınıflarca saygın ve nizami görülen mesleklere hazırlamış, ancak dördü de olgunluk yıllarında aslen seçtikleri mesleğe devam edememiştir. Kierkegaard papaz olmaya yönelik bir eğitim almış ama papaz olmayı reddetmiş ve yazmayı mukadder uğraşı olarak görmüştür, ki bu uğraşta mizahçı, hicivci, polemikçi, tefsirci ve filozof olarak ustalaşmıştır. Çok kısa bir süre zarfında sular seller gibi eser üretmesi nadide başarısını daha da takdire şayan kılmıştır. Dostoyevski gazetecilik ve serbest yazarlık için askeri kariyerini bırakmıştır. Nietzsche gelecek vaat eden bir Antikçağ uzmanıydı, Yunan antikitesinde kendini tekmil yurdunda hissediyordu. Buradan insanlığı ıslah etmeye döndü ve şiirin, kehanetin, fantezinin kaynaştığı benzeri görülmemiş bir füzyonu muhteşem bir üsluba büründürerek Alman dilinin klasik yazarları arasında yer aldı. Hukukçu ve memur olan Kafka serbest yazarlık yapmayı denedi ama öldüğü güne dek kendini bir fiyasko olarak gördü. Bu adamlar yalnızdı ve sevilmedikleri duygusuyla şiddetli acılar çekiyorlardı. Bu yüzden kendilerini çağdaşlarına ya da gelecek kuşaklara gösterme ihtiyacı duymuşlardı. Dördünde de Otto Weininger’in, “Büyük insanlar yalnızca kendileri hakkında konuşur ve yazar” dediği türden bir itiraf tutkusu vardı. Kierkegaard’un külliyatı, özellikle günlüğü Regine Olsen’e duyduğu bedbaht aşkına açık göndermelerin yanı sıra ruhsal acılarını açığa vurur. Dostoyevski “Büyük Bir Günahkârın Hayatı” adlı itiraf romanını yazma planını gerçekleştiremedi ama birçok karakteri kuşkusuz kendi iç çatışmalarını yansıtır. “Kendini tanıma ve kendini yargılama”ya adanmış Nietzsche mektuplarında zengin bir otobiyografik malzeme sunar; hastalığının metafizik tahlillerini yapar, delirmeden evvel ayrıntılı psikolojik otoportreler çıkarır. Kafka’nın günlükleri ve mektupları kendine dair düşüncelerle doludur.
Dördü de fiziksel olarak zayıf ve hastaydı. Üçü, Kierkegaard, Nietzsche ve Kafka yazınsal üretimlerine kırklarında son verdi. Kierkegaard kırk iki yaşında, Kafka kırk bir yaşında öldü. Nietzsche bütün yetişkin yaşamı boyunca hastaydı. Dostoyevski yaşamının çoğunda epilepsi nöbetlerinden mustaripti. Kafka hariç diğerleri fiziksel olumsuzluklar karşısında büyük kahramanlık göstermiştir ve tavırları Pascal’in “Hastalığın Doğru Kullanımı İçin Tanrı’ya Dua”nın mükemmel bir ifasıdır. Dördünün de düşüncesi acı çekmeyle meşguldü. Kierkegaard acıyı ruhani içgörünün başlangıcı olarak görüyordu; Dostoyevski acıyı başkalarını anlamanın anahtarı olarak görüyordu; Nietzsche acıyı aşılması gereken bir engel olarak görüyordu. Yalnızca Kafka acıyı zalim ve donuk bir olgu olarak bırakıyordu. Kadınlarla ilişkilerinde dördü de mutsuzdu. Kierkegaard ve Kafka nişanlarını bozmuştu ve Nietzsche gibi hiç evlenmemişlerdi. Nietzsche’nin belki de gerçek bir aşk deneyimi hiç olmamıştı. Dostoyevski’nin aşk hayatı mutsuz maceralar silsilesiydi, ancak orta yaşı geçtiğinde mantık evliliği yapmıştı; keza hiçbir romanında mutlu bir evlilik yoktur. Dördü de düşünür veya yazar olarak kesinkes başarılı olduklarına inanmıyordu. Küstahlık ya da haklı gurur anlarıyla uzun süren bunalımlar birbirini kovalıyordu. Kafka hariç diğerleri tutkuyu, şevki, mest edici misyon duygusunu ve ilhamı kendi âlemi olarak görüyordu. Bu bakımdan kelimenin köken anlamıyla yerinden-çıkmış (ek-stasis) kişilerdi; Kierkegaard ve Nietzsche bu ruh halini ifade etmek için dans imgesini kullanıyordu. Başlardaki başarılarının ardından hem Kierkegaard hem de Nietzsche kendi yayınlarının masrafını kendileri karşılamak durumunda kalmıştı. Kafka ölmeden önce yazar olarak çok tanınmıyordu ve arkadaşı Max Brod’dan yayımlanmamış bütün eserlerini yakmasını istedi, bundan önce muhtemelen birtakım elyazmalarını bizzat yok etmişti. Dostoyevski şiddetli bir mücadelenin ardından başarılı olmuştu ama eserlerini düzeltip cilalamaya neredeyse hiç vakti yoktu. Balzac gibi, yayıncılara olan daimi borcu onu alelacele üretmeye zorladı, öte yandan tanındığı son yılları sükûnet içinde geçti.
Dördü de şehir insanıydı ve ilk olarak şehirlerin toplumun yaklaşan yozlaşmasına tanık olacağını sezmişti. Fakat hiçbiri mebzul miktarda mevcut olan bilimsel ve sosyolojik argümanları Avrupa’nın çöküşüne dair teşhislerine uygulamadı. Her ne kadar bu krizin teşhisi her birinin zihninde farklı biçimler alsa da, dördü de bu çöküşü manevi bir krizin kaçınılmaz sonucu olarak gördü. Bu dördünün eserlerinde, edebi etkilerden daha da önemli olan bir amaç ve motivasyon devamlılığı vardır. Fakat Dostoyevski ve Kierkegaard birbirini tanımıyordu. Nietzsche Kierkegaard’un yazdıklarının tek bir satırını bile okumamıştı ve “Kierkegaard’un psikolojik sorunu”nu inceleme niyetini gerçekleştirememişti; öte yandan Dostoyevski’nin başlıca romanlarını biliyordu. İlk okumada Rus romancıyla tuhaf bir içgüdüsel bağ sezmiş, Dostoyevski’nin insanın en derindeki itkilerine dair cesur psikolojik tahlillerinden “mest olmuştu”. Ne var ki Nietzsche, Dostoyevski’yi eşsiz bir psikolog olarak takdir etmenin ötesine geçememişti ve eserindeki Hıristiyan izlere yabancı kalmıştı. İkisi de peygamberane enerjilerini düşsel ruh hallerinden, duygusal yücelme nöbetlerinden ve uçsuz bucaksız vizyonlardan çıkarmıştır. Evrenselciliklerinde ve vizyonlarının genişliğinde, en azından Nietzsche ve Dosto-yevski’de Rönesans’ın evrensel insanından bir parça görürüz. Dostoyevski bunu “Büyük Bir Günahkârın Hayatı” projesinin somut bir “dünya harmonisi” vizyonu doğuracağına dair umudunda ifade eder; öte yandan bu gaye Kierkegaard’un katı taleplerine ve Kafka’nın moral tükenmişliğine yabancıdır.
Çeviren: Oğuz Tecimen