KAFKA’NIN YAZMAYA BAŞLAYIP BİTTİREMEDİĞİ İLK ROMANINDAN BİR BÖLÜM

Amerika, Franz Kafka’nın yazmaya başladığı ilk romandır. Fakat yazar, 1911 yılının sonundan 1914 yılına kadar aralıklarla üzerinde çalıştığı ve Der Verschollene (Kayıp Kişi) başlığını vermeyi düşündüğü romanını tamamlayamadı. Yalnızca “Ateşçi” başlıklı bölümü 1913 yılında ayrı bir öykü olarak yayınlayabildi. Franz Kafka’nın ölümünden sonra ise Max Brod 1927 yılında bu roman fragmanını Amerika başlığıyla yayınladı.

Ramses’e giden yol

Karl kısa bir yürüyüşten sonra geldiği ve aslında New York demiryolu idaresinin küçük bir son durağı olan, bu yüzden de gecelemek için pek kullanılmayan küçük otelde, yatacak en ucuz yeri istedi, çünkü tutumlu davranmaya hemen başlaması gerektiğini düşünüyordu. İsteğine uyan otelci tarafından bir işaretle, oranın bir çalışanıymış gibi, merdivenden yukarı gönderildi; orada, saçı darmadağınık, yaşlı bir oda hizmetçisi, uykusunun bölünmesine sinirlenmiş halde, onu karşıladı ve neredeyse ona kulak vermeden, sessiz yürümesi konusunda defalarca uyararak onu bir odaya soktu, “Şişşt!” diye fısıldadıktan sonra da kapıyı kapadı.

Karl önce, perdeler indirilmiş mi, yoksa odada hiç pencere yok mu, tam anlayamadı, içerisi o derece karanlıktı; sonunda küçük, perdeyle örtülü bir vasistas fark etti, önündeki bezi çekince içeriye biraz ışık girdi. Odada iki yatak vardı; ama ikisi de doluydu. Karl, derin uykuda olan iki genç adam gördü. Pek güvenilir görünmüyorlardı; bunun başlıca nedeni, anlaşılır bir gerekçe olmadan giyinik yatıyor olmalarıydı; hatta bir tanesi çizmelerini bile çıkarmamıştı.

Karl vasistasın önünü açtığı anda, uyuyanlardan biri kollarını ve bacaklarını biraz yukarı kaldırdı, bu da öyle bir görüntü yarattı ki, Karl bütün kaygılarına karşın kendi kendine güldü.

Çok geçmeden, başka bir uyuma olanağı, kanepe ya da divan bulunmaması bir yana, zaten uyuyamayacağını anladı, çünkü daha yeni kavuştuğu bavulunu ve üzerinde taşıdığı parayı tehlikeye atamazdı. Ama çekip gitmek de istemiyordu, çünkü oda hizmetçisinin ve otelcinin önünden geçip binadan hemen ayrılmaya cesaret edemiyordu. Sonuçta, burası anayoldan daha güvensiz değildi belki de. Bütün odada, yarı aydınlıkta seçilebildiği kadarıyla, tek bir yolcu eşyasının görülmeyişi dikkat çekiciydi elbette. Ama belki de ve büyük olasılıkla iki genç adam otel çalışanlarıydı, müşteriler yüzünden kısa süre sonra kalkmaları gerekiyordu ve bu nedenle giyinik uyuyorlardı. O zaman onlarla birlikte uyumak kuşkusuz pek saygın bir durum değildi; ama bir o kadar da tehlikesizdi. Bununla beraber, tüm kuşkularından kurtuluncaya dek kesinlikle yatıp uyuyamazdı.

Yatağın altında bir mum ve küçük kibritler duruyordu, Karl usul adımlarla gidip aldı bunları. Işık yakmaya çekinmiyordu, çünkü oda otelcinin onayıyla diğer ikisine olduğu kadar ona da aitti, üstelik onlar yarı gece bir güzel uyku çekmiş ve yatakları sahiplenerek Karl’a karşı rakipsiz bir avantaj elde etmişlerdi. Öte yandan, odada dolanırken ve gürültü ederken onları uyandırmamak için elinden geldiği kadar dikkat ediyordu tabii.

Önce bavulunu gözden geçirip eşyalarını şöyle bir kontrol etmek istedi, belli belirsiz anımsayabiliyordu onları ve en değerlilerinin kaybolmuş olduğundan emindi. Çünkü Schubal’ın eli bir şeye uzanırsa o şeyi hasara uğramadan geri alma umudu pek yoktur. Kuşkusuz dayıdan yüklü bir bahşiş beklemiş olabilirdi, öte yandan eksik eşyalar çıkması durumunda, bavula asıl göz kulak olan Herr Butterbaum’a suçu atıp kendini temize çıkarmış olabilirdi.

Bavulu açınca karşılaştığı ilk görüntü Karl’ı dehşete düşürdü. Gemi yolculuğu sırasında, bavulu düzenlemek ve sonra yeni baştan düzenlemek için kaç saat harcamıştı, şimdiyse her şey karmakarışık halde bavulun içine tıkılmış duruyordu, öyle ki, kilidi açarken kapak kendiliğinden yukarı fırladı.

Ama çok geçmeden Karl, karışıklığın yalnızca yolculuk sırasında giymiş olduğu ve tabii bavul için hesaba katılmamış olan takım elbisesinin sonradan bavula konulmasından kaynaklandığını sevinçle fark etti. En ufak bir eksik yoktu. Ceketinin gizli cebinde yalnızca pasaport değil, evden aldığı para da duruyordu, dolayısıyla Karl üzerindekini de buna ekleyince, o an için bol bol parası oldu. Yolda gelirken giymiş olduğu iç çamaşırlarını da, temiz yıkanmış ve ütülenmiş halde buldu. Hemen saati ve parayı da denenip onaylanmış gizli cebe koydu. Can sıkıcı tek şey, aynen duran Verona salamının kokusunun tüm eşyalara sinmiş olmasıydı. Bunu giderecek bir çare bulunmazsa Karl’ın aylarca bu kokuyla sarmalanmış halde dolaşması olasılığı vardı.

En altta duran bazı nesneleri karıştırırken –ki bunlar bir cep İncili, mektup kâğıdı ve annesiyle babasının fotoğraflarıydı– başındaki kasket bavulun içine düştü. Eski ortamında hemen tanıdı onu, kendi kasketiydi, annesinin vermiş olduğu seyahat kasketi. Ama tedbirli davranıp bu kasketi gemide takmamıştı, çünkü Amerika’da genelde şapka yerine kasket takıldığını biliyordu, bu yüzden kendininkini daha varmadan eskitmek istememişti. Oysa Herr Green, Karl’la dalga geçmek için kasketi kullanmıştı. Acaba dayı bunu da mı görev olarak vermişti ona? Kasıtlı olmayan, öfkeli bir hareketle bavulun kapağını sıkıca tuttu, kapak gürültüyle kapandı.

Artık çok geçti, uyuyan iki adam uyanmıştı. Önce biri gerinip esnedi, diğeri hemen onu izledi. Bu sırada, bavulun içindeki neredeyse her şey masaya boşaltılmıştı; bunlar hırsızsa yaklaşıp istediklerini seçip almaları yeterliydi. Karl, yalnızca bu olasılığın önüne geçmek için değil, konuyu hemen aydınlığa kavuşturmak için de, elinde mumla yatakların yanına gitti ve ne sebeple orada bulunduğunu açıkladı. Bu açıklamayı hiç beklememiş gibiydiler, çünkü konuşamayacak kadar uykulu halde, hiçbir şaşkınlık göstermeden ona bakıyorlardı. İkisi de çok gençti; ama ağır iş ya da yokluk yüzünden zamanından önce yüzlerinden kemikler fırlamıştı, çenelerinin çevresinden dağınık sakallar sarkıyordu, epeydir kesilmemiş saçları karmakarışık duruyordu başlarında, gözlerini parmak boğumlarıyla uykulu uykulu ovuşturup bastırıyorlardı.

Onların bir anlık zayıflığından yararlanmak isteyen Karl şöyle dedi: “Adım Karl Roßmann, Alman’ım. Ortak bir odamız olduğuna göre, siz de bana adınızı ve uyruğunuzu söyleyin lütfen. Hemen şunu belirteyim ki, bir yatak istemeye hakkım yok, çünkü çok geç geldim ve uyumak niyetinde değilim. Ayrıca, güzel elbiseme bakıp aldanmayın, çulsuzun tekiyim.”

İki adamdan ufak tefek olanı –çizmelerini çıkarmamış olandı bu– bunların onu hiç ilgilendirmediğini ve şimdi bu tür konuşmaların zamanı olmadığını kolları, bacakları ve mimikleriyle belli etti, yatağa uzanıp hemen uyudu; esmer tenli bir adam olan öbürü de yeniden uzandı; ama uykuya dalmadan önce elini uyuşuk uyuşuk uzatarak şöyle dedi: “Onun adı Robinson, İrlandalı, benim adımsa Delamarche, Fransız’ım ve sessiz olmanızı rica ediyorum.” Bunu söyler söylemez, bütün nefesini harcayarak Karl’ın mumunu söndürdü ve tekrar yastığa yığıldı.

“Bu tehlike şimdilik savuşturuldu demektir,” dedi Karl kendi kendine ve masaya geri döndü. Adamların uykulu hali bahane değilse her şey yolundaydı. Yalnız, birinin İrlandalı olması tatsız bir durumdu. Karl, Amerika’da İrlandalılardan sakınmak gerektiğini bir keresinde evde hangi kitapta okuduğunu pek anımsayamıyordu. Dayının yanında kaldığı süre boyunca, İrlandalıların tehlikeli olup olmadığını etraflıca sorup soruşturmak için en iyi fırsatı yakalamıştı elbette; ama kendisine hep iyi bakıldığını düşündüğünden, bu fırsatı hiç değerlendirmemişti. Şimdiyse en azından, yeniden yakmış olduğu mumla, bu İrlandalıyı daha yakından incelemek istiyordu; onun Fransız’dan daha çekilir göründüğünü fark etti. Hatta, Karl’ın uzaktan, parmak uçlarında durarak çıkarabildiği kadarıyla, yanakları tombulcaydı ve uykusunda tatlı tatlı gülümsüyordu.

Her şeye karşın uyumamaya kesin kararlı olan Karl, odanın tek sandalyesine oturdu, bavulu boşaltmayı şimdilik erteledi, çünkü bunu bütün gece yapabilirdi, İncil’in sayfalarını bir şey okumadan karıştırdı. Sonra annesiyle babasının fotoğrafını eline aldı; ufak tefek babası dimdik duruyor, annesiyse onun önündeki koltukta, biraz gömülmüş halde oturuyordu. Babası bir elini koltuğun sırt yerine, diğerini yumruk yapıp resimli bir kitabın üstüne koymuştu; kitap onun yanındaki ince bacaklı bir komodinin üstünde, açılmış halde duruyordu. Karl’ın anne babasıyla birlikte yer aldığı başka bir fotoğraf da vardı. Annesiyle babası gözlerini onun üzerine dikmiş, o ise fotoğrafçının isteğine uyarak cihaza bakmak zorunda kalmıştı. Ama yolculuğa çıkarken bu fotoğrafı yanına almamıştı.

Önünde duranı daha yakından inceledi ve değişik yönlerden babasının bakışını yakalamaya çalıştı. Ama mumu çeşitli şekillerde konumlandırarak görünümü değiştirse de babası, ete kemiğe bürünmek istemiyordu; yatay, gür bıyığı hiç de gerçeğine benzemiyordu; iyi bir çekim değildi. Oysa annesi daha iyi çıkmıştı, biri onun canını yakmış da gülümsemek için kendini zorluyormuş gibi ağzını büzmüştü. Bu, resme bakan herkesin dikkatini çekermiş gibi geldi Karl’a, öyle ki, bir an sonra bu izlenimin belirginliği fazla güçlü ve neredeyse saçma geldi ona. Bir resimden, resimdeki kişinin gizli bir duygusuyla ilgili bu kadar çürütülmez bir kanıya nasıl varılabilirdi! Kısa bir süre resimden başka tarafa baktı. Bakışlarını tekrar ona çevirince annesinin eli çarptı gözüne; en önde koltuğun kolçağından sarkıyordu, öpülecek kadar yakındı. Anne babasına yazmak iyi olmaz mıydı, diye düşündü; zaten ikisi de (hele babası en son Hamburg’da çok sert bir dille) gerçekten istemişti bunu ondan. Annesi korkunç bir akşam pencerenin önünde Amerika yolculuğunu haber verdiğinde, asla mektup yazmamaya geri dönülmez biçimde yemin etmişti etmesine; ama deneyimsiz bir gencin ettiği böyle bir yemin buradaki yeni koşullarda kaç yazardı! O zamanlar, Amerika’da iki ay kaldıktan sonra Amerikan ordusunda general olacağına da yemin etse olurdu; gerçekteyse New York dışında bir otelde; tavan arasında bir odada iki serseriyle beraberdi, ayrıca burada gerçekten yerini bulmuş olduğunu da itiraf etmeliydi. Oğullarından haber almayı hâlâ isteyip istemedikleri anlaşılabilirmiş gibi, annesiyle babasının yüzlerini gülümseyerek inceledi.

Böyle bakarken çok yorgun olduğunu ve geceyi pek uyanık geçiremeyeceğini anlaması uzun sürmedi. Resim ellerinin arasından düştü, sonra yüzünü resme koydu, resmin soğukluğu yanağına iyi geldi ve hoş bir duyguyla uykuya daldı.

Koltuk altı gıdıklanarak erkenden uyandırıldı. Bu sırnaşıklığa cüret eden, Fransız’dı. Ama İrlandalı da Karl’ın masasının önünde duruyordu ve ikisi de, Karl’ın gece onlara göstermiş olduğu kadar ilgiyle süzüyordu onu. Onların kalkmasının kendisini uyandırmamış olmasına şaşırmadı Karl; kesinlikle kötü niyetle hareket etmeyerek son derece usulca odada dolanmış olmalıydılar, çünkü Karl derin uyumuştu; ayrıca giyinmek ve belli ki yıkanmak da onlara çok iş çıkarmamıştı.

Artık birbirlerini doğru düzgün ve belirli bir resmiyetle selamladılar; Karl ikisinin de makine tesviyecisi olduğunu öğrendi, New York’ta uzun zaman iş bulamamış ve bundan dolayı epey perişan olmuşlardı. Robinson bunu kanıtlamak için ceketini açtı, içinde gömlek olmadığı görülebiliyordu; arkadan cekete tutturulmuş gevşek yakadan da anlaşılabilirdi bu, New York’tan yürüyerek iki gün uzaklıktaki Butterford Kasabası’na gitme niyetindeydiler, sözde orada iş olanakları vardı. Karl’ın onlarla birlikte gelmesinde sakınca yoktu, üstelik birincisi, zaman zaman onun bavulunu taşımaya, ikincisi de, eğer kendileri iş bulacak olurlarsa ona bir çıraklık işi sağlamaya söz verdiler; ki bu, genel olarak yapacak iş varsa kolay olurdu. Karl kabul eder etmez, güzel elbiseyi çıkartmasını dostça öğütlediler, çünkü yapacağı her iş başvurusunda engelleyici olacaktı. Tam da bu binada elbiseden kurtulmak için iyi bir fırsat vardı, çünkü oda hizmetçisi elbise alıp satıyordu. Elbise açısından henüz tam karar vermemiş olan Karl’ın onu çıkarmasına yardım ettiler ve elbiseyi alıp götürdüler. Tek başına kalan ve biraz uyku mahmuru olan Karl eski yolculuk elbisesini yavaş yavaş giyerken elbiseyi satmış olduğu için kendi kendini azarladı; belki bir çıraklık işine başvururken zararı dokunabilirdi; ama daha iyi bir pozisyon için yarardan başka şey sağlamazdı. İki adamı geri çağırmak için kapıyı açtı ama o anda onlarla çarpıştı; yarım doları satış geliri olarak masaya koydular; ama bu sırada yüzleri öyle neşeliydi ki, satıştan kendilerine bir kazanç, hem de can sıkacak kadar büyük bir kazanç elde etmediklerine insanın kendini inandırması olanaksızdı.

Diğer yandan, bu konuda konuşacak zaman yoktu, çünkü oda hizmetçisi, tıpkı gece olduğu gibi uykulu halde, içeri girdi ve üçünü de koridora çıkardı; odanın yeni konuklar için hazırlanacağı açıklamasında bulundu. Böyle bir şey söz konusu değildi tabii, yalnızca kötülüğünden böyle yapıyordu. Tam da bavulunu düzeltmek istemiş olan Karl, kadının onun eşyalarını iki eliyle yakaladığı gibi vargücüyle bavula fırlatışını izlemek zorunda kaldı; sanki eşyalar birtakım hayvanlardı da, yere yatmanın onlara öğretilmesi gerekiyordu. Gerçi iki tesviyeci onu etkisiz hale getirmeye çalıştı, eteğini çekiştirdiler, sırtına vurdular; ama niyetleri Karl’a yardım etmek idiyse, hiç işe yaramamıştı. Kadın, bavulun kapağını kapayıp sapını Karl’ın eline tutuşturdu, tesviyecilerden silkinip kurtuldu ve söz dinlemezlerse kahve içemeyecekleri tehdidiyle üçünü birden odadan kovdu. Kadın, Karl’ın başından beri tesviyecilerle beraber olmadığını tamamen unutmuş olmalıydı, çünkü onlara tek bir çeteymişler gibi davranıyordu. Doğru ya, tesviyeciler Karl’ın elbisesini ona satmış ve böylece arada bir bağlantı olduğunu belli etmişlerdi.

Koridorda uzun süre bir aşağı bir yukarı gidip gelmek zorunda kaldılar, özellikle de Karl’ın koluna girmiş olan Fransız, durmadan küfrediyor, karşısına çıkacak olursa otelciyi bir yumrukta yere sereceği tehdidini savuruyordu, sıkılmış yumruklarını öfkeli öfkeli birbirine sürtmesi de buna bir hazırlık gibi görünüyordu. Sonunda masum bir küçük oğlan geldi, Fransız’a kahve demliğini vermek için uzanması gerekti. Yazık ki yalnızca bir demlik vardı ortada; oğlana, fincan da istenildiği bir türlü anlatılamıyordu. Dolayısıyla her seferinde yalnızca biri içebildi ve diğer ikisi onun karşısında durup bekledi. Karl’ın içinden içmek gelmiyordu; ama diğerlerini kırmak istemiyordu ve böylece, sırası geldiğinden, ibriği dudaklarına götürüp hiçbir şey yapmadan durdu.

İrlandalı veda niyetine demliği taş karoların üzerine fırlattı. Kimseye görünmeden binadan ayrıldılar ve yoğun, sarımsı sabah sisine daldılar. Genelde ses çıkarmadan yan yana yolun kenarından yürüdüler, Karl bavulunu taşımak zorunda kaldı, diğerleri herhalde ancak ricası üzerine onu bu yükten kurtaracaktı. Ara sıra sisin içinden bir otomobil fırlıyordu ve üçü de başını çoğunlukla devasa olan bu araçlara çeviriyordu; modelleri öyle dikkat çekiciydi; ama görünmeleri öyle kısa sürüyordu ki, insan içeride birilerinin oturup oturmadığını anlamaya bile zaman bulamıyordu. Daha sonra, New York’a gıda maddeleri taşıyan taşıt konvoyları başladı; tüm caddenin enini kaplayan beş sıra halinde öyle kesintisiz geçiyorlardı ki, kimse karşıdan karşıya geçemezdi. Zaman zaman cadde genişleyip bir meydana dönüşüyordu, ortasındaki kule gibi yükseltinin üzerinde bir polis, her şeyi tepeden görebilmek ve küçük bir değnekle hem ana caddedeki hem de yan sokaklardan buraya akan trafiği düzenleyebilmek için bir ileri bir geri gidip geliyordu. Trafik bir sonraki meydana ve bir sonraki polise kadar denetimsiz kalıyor; ama suskun ve dikkatli faytoncular ve şoförler tarafından gönüllü olarak yeterli bir düzende tutuluyordu. Karl en çok ortalıktaki genel sessizliğe şaşırdı. Kasaplık hayvanların kayıtsız katliamı olmasa belki de nalların takırtısından ve tekerleklerin uğultusundan başka bir şey duyulmayacaktı. Bu arada sürüş hızı hep aynı değildi elbette. Bazı meydanlarda, yanlardan gelen büyük kalabalıktan dolayı büyük yön değişiklikleri yapılması gerekiyor, bütün şeritler tıkanıp adım adım ilerliyordu; ama sonra kısa bir süre için hepsinin şimşek hızıyla geçip gittiği de oluyor, derken tek bir frene bağlıymışçasına yeniden yavaşlıyordu. Bu sırada caddeden en ufak bir toz kalkmıyor, hepsi tertemiz bir havada hareket ediyordu. Yaya yoktu, burada Karl’ın yurdunda olduğu gibi kente doğru yürüyen pazarcı kadınlar bulunmuyordu; ama arada sırada beliren büyük, römorkun üzerinde, sırtlarında sepetlerle dikilen yirmi kadar kadın, yani belki de pazarcı kadınlar, trafiğe yukarıdan bakmak ve daha hızlı gitme umudu beslemek için boyunlarını uzatıyorlardı. Derken üzerinde, ellerini ceplerine sokmuş adamların gezindiği benzer otomobiller görülüyordu. Üzerlerinde çeşitli yazılar olan bu otomobillerin birinde, Karl hafif bir çığlık atarak şunu okudu: “Jakob Nakliyat’a liman işçileri alınacaktır.” Araç son derece yavaş ilerliyordu, basamakta duran ufak tefek, kambur, hareketli bir adam, yürüyen üçlüyü otomobile davet etti. Karl tesviyecilerin arkasına saklandı, araçta dayısı bulunabilir ve onu görebilirdi sanki. İkisinin de daveti geri çevirmesine sevindi; ama bunu yaparken yüzlerinde beliren kibirli ifadeden de bir ölçüde alındı. Dayısının hizmetine girmeyecek kadar iyi olduklarını da kesinlikle sanmamalıydılar. Bunu onlara, elbette açıkça olmasa da, hemen hissettirdi. Bunun üzerine Delamarche, anlamadığı konulara bir zahmet karışmamasını rica etti ondan; insanları bu şekilde işe almak utanç verici bir düzenbazlıkmış, Jakob firması da bütün Birleşik Devletler’de kötü ün yapmışmış. Karl yanıt vermedi; ama o andan itibaren İrlandalıya daha çok yanaştı, biraz bavulunu taşımasını da rica etti ondan; o da, Karl ricasını birkaç kez tekrarladıktan sonra, bunu yaptı. Ancak durmaksızın bavulun ağırlığından yakındı; sonunda tek niyetinin, bavulu Verona salamının ağırlığından kurtarmak olduğu anlaşıldı; herhalde daha oteldeyken göz koymuştu ona. Karl, salamı bavuldan çıkarmak zorunda kaldı, Fransız onu önüne çekti, hançere benzeyen bıçağıyla kesip neredeyse tek başına yiyip bitirdi. Robinson’a ancak ara sıra bir dilim düştü, bavulu anayolda bırakmak istemiyorsa yeniden taşımak zorunda olan Karl’a ise kendi payını önceden almışçasına, hiçbir şey düşmedi. Küçük bir parça için yalvarmak çok bayağı göründü ona ama içinde öfke kabardı.

Sis tamamen ortadan kalkmıştı, uzakta yüksek bir sıradağ ışıldıyor, dalgalı sırtıyla daha uzaktaki güneşin buğusuna doğru uzanıyordu. Yolun kenarında iyi işlenmemiş tarlalar vardı, dumandan kararmış halde açık arazide duran büyük fabrikaları çevreliyorlardı. Rastgele serpiştirilmiş tek tük kiralık apartmanlarda birçok pencere çeşit çeşit hareket ve aydınlatmayla titreşiyordu, küçük ve derme çatma balkonların hepsinde kadınlarla çocuklar türlü işlerle uğraşırken çevrelerinde ipe asılmış ya da bir kenara konulmuş bezler de çamaşırlar onları bir saklayıp bir gösterecek biçimde sabah rüzgârında dalgalanıyor ve şişip kabarıyordu. Bakışlar evlerden uzağa kayarsa yükseklerde tarlakuşlarının, aşağıda, yoldan geçenlerin başlarının hemen üzerinde ise kırlangıçların uçtuğu görülüyordu.

Birçok şey Karl’a yurdunu anımsatıyordu ve New York’tan ayrılıp ülkenin içlerine gitmekle iyi yapıp yapmadığını bilmiyordu. New York’ta deniz ve her zaman yurda dönüş olanağı vardı. Böylece durdu ve kendisine eşlik eden iki adama, yine New York’ta kalmak istediğini söyledi. Delamarche onu öylesine ileriye doğru itmeye kalkınca da, buna izin vermedi ve kendisi hakkında karar vermeye hakkı olduğunu söyledi. Ancak İrlandalı araya girip de Butterford’un New York’tan çok daha güzel olduğunu açıklayınca ve ikisi de çok rica edince yeniden yürümeye devam etti. Yurda dönüş olanağının kolay bulunmayacağı bir yere gelmenin kendisi için belki daha iyi olacağını kendi kendine söylemiş olmasaydı, yine de gitmezdi. Yararsız düşünceler onu engellemeyeceğinden, orada mutlaka daha iyi çalışacak ve ilerleyecekti.

Artık diğer ikisini çekiştiren oydu; adamlar onun heyecanına o kadar sevindiler ki, kendilerinden rica edilmesine fırsat bırakmadan bavulu sırayla taşıdılar ve Karl onların böyle sevinmesine yol açacak ne yapmış olduğunu bir türlü anlayamadı. Yokuş yukarı bir yere geldiler; arada sırada durduklarında, geriye bakıp New York’un ve limanın panoramasının gittikçe yayılarak ortaya çıktığını görebiliyorlardı. New York’u Boston’a bağlayan köprü, Hudson üzerinde zarifçe asılıydı ve insan gözlerini kısınca köprü titreşiyordu. Üzerinde hiç trafik yok gibiydi, altında da hareketsiz, dümdüz su şeridi uzanıyordu. İki dev kentteki her şey boş ve işe yaramaz bir düzenlemenin eseri gibiydi. Evler arasında büyük küçük ayrımı pek yoktu. Caddelerin görülmez derinliğinde muhtemelen yaşam kendince sürüp gidiyor; ama caddelerin üzerinde hafif buğudan başka bir şey görülmüyordu; gerçi buğu hareket etmiyordu; ama zahmetsizce kovulabilir gibi görünüyordu. Dünyanın en büyük limanına bile sessizlik çökmüştü; insan ancak arada sırada, herhalde yakından görülen eski bir manzaranın etkisinde kalarak, kısa bir mesafe ilerleyen bir gemi gördüğünü sanıyordu. Ama onu da uzun süre izleyemiyordu, gemi gözden kayboluyor ve bir daha da ortaya çıkmıyordu.

Ama Delamarche ve Robinson belli ki çok daha fazlasını görüyorlardı; sağı solu gösteriyor ve adlarını söyledikleri meydanlarla bahçelerin üzerine ellerini uzatarak onları kubbe gibi örtüyorlardı. Karl’ın iki aydan fazladır New York’ta olup da bir caddeden başka bir şey görmemiş olmasını akılları almıyordu. Butterford’da yeterince para kazanırlarsa onunla birlikte New York’a dönmeye ve görülmeye değer her şeyi, özellikle de insanın keyif sarhoşu olana kadar eğlendiği yerleri ona göstermeye söz verdiler. Ve Robinson bunun üzerine avaz avaz şarkı söylemeye başladı, Delamarche el çırparak ona eşlik etti; Karl bunun yurdundan bir operet melodisi olduğunu fark etti, buradaki İngilizce sözler evdekinden çok daha hoşuna gitti. Böylece, hepsinin katıldığı bir açık hava gösterisi ortaya çıktı; ancak, sözde bu melodiyle eğlenen kentin bundan hiç haberi yok gibiydi.

Bir keresinde Karl, Jakob Nakliyat’ın nerede olduğunu sordu; Delamarche ve Robinson’ın uzanmış işaretparmaklarının belki aynı, belki kilometrelerce uzak noktalara yöneldiğini gördü hemen, yürümeye devam ettikleri sırada Karl, yeterince kazanıp New York’a en erken ne zaman geri dönebileceklerini sordu. Delamarche bunun pekâlâ bir ayda olabileceğini, çünkü Butterford’da işçi açığı olduğunu ve yüksek ücretler verildiğini söyledi. Elbette paralarını ortak bir kasaya koyacaklardı, böylece kazanç bakımından aralarında olabilecek farkları arkadaşça eşitleyeceklerdi. Çırak olarak elbette usta işçilerden daha az kazanacağı halde, ortak kasa Karl’ın hoşuna gitmedi. Üstelik Robinson, Butterford’da iş bulamazlarsa yürümeye devam etmeleri gerekeceğinden söz etti; ya tarım işçileri olarak başlarını sokacak bir yer bulacaklardı ya da belki California’ya gidip altın arayacaklardı, ki bu, Robinson’un ayrıntılı olarak anlattıklarına bakılırsa onun en sevdiği plandı.

“Madem altın arama işine gireceksiniz, neden tesviyeci oldunuz ki?” diye sordu Karl; böyle uzun, güvensiz yolculukların gerekliliğini duymak hoşuna gitmiyordu.

“Neden mi tesviyeci oldum?” dedi Robinson. “Annemin oğlu açlıktan ölsün, diye değil herhalde. Altın arama işinde iyi para var.”

“Bir zamanlar vardı,” dedi Delamarche.

“Hâlâ var,” dedi Robinson ve bundan zengin olmuş birçok tanıdığından söz etti; hâlâ oradalardı, elbette parmaklarını bile kıpırdatmıyorlardı artık; ama eski dost oldukları için onun ve gayet tabii arkadaşlarının da zengin olmasına yardım ederlerdi.

“Butterford’da mutlaka iş buluruz,” dedi Delamarche ve Karl’ın düşüncesini dile getirmiş oldu; ama güvenilir bir ifade tarzı değildi bu.

Gün boyu yalnızca bir kez, bir lokantada durdular ve önünde açık havada, Karl’a demir gibi görünen bir masada neredeyse çiğ et yediler; çatal bıçakla kesilemiyor, ancak parçalanabiliyordu. Ekmekler silindir biçimindeydi ve her ekmeğe uzun bir bıçak saplanmıştı. Bu yemeğin yanında siyah bir sıvı ikram edildi, insanın boğazını yakıyordu. Ama tadı Delamarche ve Robinson’ın hoşuna gitti, çeşitli dileklerinin gerçekleşmesi şerefine sık sık kadeh kaldırıp tokuşturdular. Bu sırada kadehlerini havada kısa bir süre yan yana tutuyorlardı. Yan masada kireç lekeli gömlekleriyle işçiler oturuyor, hepsi de aynı sıvıyı içiyordu. Konvoylar halinde yoldan geçen otomobiller, masaların üzerine toz bulutları savuruyordu. Büyük gazete sayfaları elden ele geziyor, heyecanla inşaat işçilerinin grevinden konuşuluyor, sık sık Mack adı geçiyordu. Karl onun kim olduğunu sordu; kendisinin tanıdığı Mack’in babası ve New York’un en büyük inşaat müteahhidi olduğunu öğrendi. Grev ona milyonlara mal oluyor ve belki de mesleki konumunu tehlikeye atıyordu. Karl, hiçbir şeyden haberi olmayan bu kötücül insanların ettikleri tek söze bile inanmıyordu.

Ayrıca, hesabın nasıl ödeneceğinin çok şüpheli oluşu yüzünden yemek Karl’a zehir oldu. Doğal olarak herkesin kendi payına düşeni ödemesi gerekirdi; ama hem Delamarche hem de Robinson son geceleme için bütün paralarını harcamış olduklarını tesadüfen fark etmişlerdi. Hiçbirinin üzerinde saat, yüzük ya da satılabilecek başka bir şey görülmüyordu. Karl da giysisinin satışından biraz para kazanmış olduklarını yüzlerine vuramazdı, hakaret ve sonsuza dek veda demek olurdu bu. Ama şaşırtıcı olan, ne Delamarche ne de Robinson’ın ödemeyi dert etmesiydi, gururla ve ağır ağır yürüyerek masalar arasında gidip gelen garson kızla olabildiğince sık temas kurmayı deneyecek kadar keyifleri yerindeydi. Kızın saçı yanlarından biraz gevşekçe alnına ve yanaklarına dökülüyor, o da ellerini altından geçirip saçını boyuna arkaya atıyordu. Sonunda, belki de ondan ilk dostça söz beklenirken masaya yaklaştı, iki elini masaya koydu ve, “Kim ödüyor?” diye sordu. Hiçbir el, Karl’ı gösteren Delamarche ve Robinson’ın elleri kadar çabuk havaya savrulmamıştır. Karl buna irkilmedi, çünkü önceden tahmin etmişti; kendisinin de fayda umduğu arkadaşlarının ufak tefek birkaç şeyin parasını ona ödetmelerinde de bir kötülük görmedi; gerçi bu konuyu son âna bırakmadan etraflıca konuşmuş olsalardı daha yerinde olurdu. Parayı gizli cebinden çıkarmak zorunda oluşu sıkıntı verici bir durumdu. İlk baştaki niyeti, parayı en acil durum için saklamak ve şimdilik kendini arkadaşlarıyla bir ölçüde aynı düzeye getirmekti. Bu parayla ve her şeyden önce ona sahip olduğunu saklamakla arkadaşlarına karşı sağladığı avantaj, onların çocukluklarından beri Amerika’da olmaları, para kazanmak için yeterince bilgi ve deneyime sahip olmaları ve sonuç olarak şimdikinden daha iyi yaşam koşullarına alışkın olmamalarıyla haydi haydi dengeleniyordu. Karl’ın parasıyla ilgili şimdiye kadarki niyetlerinin aslında bu ödemeden etkilenmesi gerekmiyordu, çünkü sonuçta bir çeyrek dolardan yoksun kalabilirdi, dolayısıyla bir çeyrek doları masaya koyabilir ve üzerinde bir tek bu paranın bulunduğunu, Butterford’a yapılacak ortak yolculuk için onu feda etmeye hazır olduğunu açıklayabilirdi. Yayan yolculuk için böyle bir miktar rahat rahat yeterdi. Ama yeterince bozuk parası olup olmadığını bilmiyordu, üstelik bu para da katlanmış kâğıt paralar gibi gizli cebin derinliklerinde bir yerdeydi; onun içinde bir şey bulmanın en iyi yolu da, içindekilerin hepsini masaya dökmekti. Ayrıca arkadaşlarının bu gizli cebi öğrenmeleri son derece gereksizdi. Neyse ki arkadaşları, Karl’ın ödeme için parayı nasıl denkleştireceğinden çok, garson kızla ilgileniyor gibiydiler hâlâ. Delamarche, hesabı çıkarmasını isteyerek garson kızı kendisiyle Robinson’ın arasına çekti; kız ikisinin sırnaşıklıklarını savuşturabilmek için bir birinin, bir öbürünün yüzüne elini koyup itiyordu. Bu arada Karl, gösterdiği çabadan kan ter içinde, masanın altında bir eliyle gizli cepten tek tek yakalayıp çıkardığı paraları öbür eliyle topluyordu. Sonunda, Amerikan parasını henüz tam olarak tanımamasına karşın, en azından bozuklukların sayısına bakarak, yeterli bir toplama ulaştığına inanıp onları masaya koydu. Paranın şıkırtısı şakalaşmaları hemen kesti. Neredeyse bir dolar olduğunun ortaya çıkması Karl’ı kızdırdı ve genel bir şaşkınlık yarattı. Gerçi kimse Butterford’a rahat bir tren yolculuğu yapmaya yetecek paradan neden daha önce söz etmediğini sormadı; ama Karl’ın yine de eli ayağı dolaştı. Yemeğin parası ödendikten sonra, parayı yavaşça yeniden cebe indiriyordu ki, Delamarche elinden bir bozukluk kaptı, garson kıza bahşiş olarak verecekti; kıza sarılıp onu kendine bastırırken öbür yandan parayı ona uzattı.

Tekrar yürümeye başladıklarında, adamlar parayla ilgili bir şey söylemedikleri için Karl onlara müteşekkirdi; hatta bir süre, onlara tüm servetini itiraf etmeyi bile düşündü; ama uygun bir fırsat çıkmadığından bundan vazgeçti. Akşama doğru daha kırsal, verimli bir yöreye geldiler. Her tarafta, ilk yeşillikleri içinde yumuşak tepeleri kaplayan bölünmemiş tarlalar görülüyor, zengin çiftlik evleri yolu çevreliyordu; bahçelerin altın yaldızlı parmaklıkları arasından saatlerce yürüdüler, durgun akan aynı ırmaktan defalarca geçtiler ve yüksekte titreşen viyadüklerden gümbür gümbür geçen trenleri tepelerinde birçok kez duydular.

Güneş uzaktaki ormanların düz kenarında batmak üzereyken biraz soluklanmak için kendilerini yüksekçe bir yerdeki küçük bir ağaçlığın ortasında çimenlerin içine attılar. Delamarche ve Robinson oracığa uzanıp gerindiler. Karl dimdik oturup birkaç metre aşağıda uzanan yola baktı; yoldan sürekli, bütün gün olduğu gibi, birbirine sürtünürcesine otomobiller geçiyordu, sanki bir uçtan sürekli belirli bir sayıda gönderiliyor ve öbür uçta aynı sayıda bekleniyorlardı. Karl, sabahın erken saatlerinden beri bütün gün boyunca hiçbir otomobilin durduğunu, hiçbir yolcunun indiğini görmemişti.

Robinson geceyi orada geçirmeyi önerdi, çünkü hepsi yeterince yorulmuştu, çünkü sabah erkenden yola çıkabilirdi ve çünkü sonuçta tamamen karanlık çökmeden önce, geceleyecek daha ucuz ve daha uygun bir yer bulamayacaklardı. Delamarche kabul etti, ancak Karl, hepsinin bir otelde gecelemesine bile yetecek parası olduğunu söylemekle yükümlü olduğunu düşündü. Delamarche, paraya daha sonra ihtiyaçları olacağını, onu iyi saklamasını söyledi. Delamarche, Karl’ın parası üzerine hesap yapıldığını en ufak bir şekilde gizlemiyordu. İlk önerisi kabul edildiğinden, Robinson açıklamalarını sürdürdü: Yarına güç toplamak için, yatmadan önce adam gibi yemek yemeleri gerekiyordu; içlerinden biri çok yakında, anayol kenarındaki otele gidip hepsine yemek getirmeliydi. En gençleri olarak, başka kimse de gönüllü olmadığından, Karl bu işi üstlenmekten çekinmedi ve domuz pastırması, ekmek ve bira siparişi aldıktan sonra otele doğru yürüdü.

Yakında büyük bir kent olsa gerekti, çünkü otelin Karl’ın adım attığı ilk salonu gürültücü bir kalabalık tarafından doldurulmuştu, uzunlamasına bir duvar ve yanlamasına iki duvar boyunca uzanan büfede de beyaz önlüklü bir sürü garson durmadan koşturuyor, yine de sabırsız müşterileri memnun edemiyordu, çünkü çeşitli yerlerden sürekli söylenmeler ve masaya inen yumruklar duyuluyordu. Karl’a kimse dikkat etmedi; salonda servis de yapılmıyordu, üç masa komşusunun arasında kaybolan minicik masalarda oturan müşteriler istedikleri her şeyi büfeden alıyorlardı. Her masada, içinde zeytinyağı, sirke ya da buna benzer bir şey olan büyük birer şişe duruyor, büfeden alınan her yemeğe, yenmeden önce, bu şişenin içindekinden dökülüyordu. Karl eğer öncelikle büfeye gitmek isterse –ki özellikle siparişinin büyüklüğü düşünülürse muhtemelen zorluklar ilk orada başlayacaktı– bir sürü küçük masanın arasından sıkışarak geçmesi gerekiyordu, bu da elbette ne kadar dikkat edilse de müşterileri kabaca rahatsız etmeden yapılamazdı; oysa müşteriler her şeye duygusuz gibi göz yumuyorlardı, hatta bir keresinde Karl, aynı şekilde bir müşteri tarafından, küçük bir masaya doğru itilip onu neredeyse devirdiğinde bile. Gerçi özür diledi; ama belli ki anlaşılmadı, üstelik kendisine söylenenlerden de en ufak bir şey anlamadı.

Büfede zar zor küçücük boş bir yer buldu, yanındakilerin dayalı duran dirsekleri yüzünden uzun bir süre bir şey göremedi. Zaten, dirsekleri dayamak ve yumruğu şakağa bastırmak burada âdetti galiba. Karl, Latince profesörü Dr. Krumpal’ın tam da bu duruştan nasıl nefret ettiğini düşünmeden edemedi: Gizlice ve beklenmedik bir şekilde yaklaşır, birdenbire ortaya çıkan bir cetveli kullanarak alaycı bir hamleyle dirsekleri masalardan ittirirdi.

Karl büfeye iyice yapışmıştı, çünkü orada durur durmaz arkasına bir masa konulmuştu, onun başına çöken müşterilerden biri de, konuşurken birazcık arkaya kaykılsa büyük şapkasıyla Karl’ın sırtına sürtünüyordu. Hem yanındaki iki kaba saba adam, karınlarını doyurup çekip gitmiş olsalar bile, garsondan bir şey alabilme umudu çok azdı. Birkaç kez Karl, masanın üzerinden uzanıp bir garsonu önlüğünden yakalamış; ama adam her seferinde yüzünü buruşturarak elinden kurtulmuştu. Hiçbiri durdurulamıyordu, oradan oraya gidiyorlardı. En azından Karl’ın yakınında yiyecek ve içecek uygun bir şey olsa alıp fiyatını sorar, parayı yanına bırakır ve sevinçle çekip giderdi. Ama tam da onun önünde, siyah pullarının kenarı altın sarısı parlayan ringa türü balıklarla dolu tabaklar vardı yalnızca. Bunlar çok pahalı olabilirdi ve muhtemelen kimseyi doyurmazdı. Ayrıca küçük rom fıçıları da elinin altındaydı; ama arkadaşlarına rom götürmek istemiyordu, zaten her fırsatta en yüksek alkollü içkilere sarılıyor gibiydiler ve bu konuda bir de kendisi onları desteklemek istemiyordu.

Yani Karl’ın başka bir yer arayış çabalarına başından başlamak dışında yapacak bir şeyi kalmadı. Ama zaman da çok ilerlemişti. Salonun diğer ucunda bulunan ve dikkatli bakılınca akrebi ve yelkovanı, dumanın arasından ancak fark edilebilen saat dokuzu geçiyordu. Ama büfenin başka yerlerinde kalabalık, daha önceki biraz kuytu yerden daha büyüktü. Ayrıca vakit ilerledikçe salon daha çok doluyordu. Ana kapıdan sürekli yeni müşteriler, “Merhaba,” diye seslenerek giriyordu. Bazı yerlerde müşteriler kendi başlarına büfedekileri kaldırıyor ve tezgâhın üzerine oturup birbirlerinin şerefine içiyorlardı; bunlar en iyi yerlerdi, bütün salon tepeden görülüyordu.

Gerçi Karl, itiş kakışta ilerlemeye devam etti, ama aslında bir şeye ulaşma umudu artık yoktu. Buradaki koşulları bilmeyen biri olarak yemek temini işini üzerine aldığı için kendine sövüp saydı. Arkadaşları haklı olarak onu paylayacak ve hatta sırf para harcamamak için yanında bir şey getirmediğini düşüneceklerdi. Oysa şu anda, her taraftaki masalarda sıcak et yemeklerinin güzel, sarı patateslerle yenildiği bir yerde duruyordu; insanların bunları nasıl ele geçirdiklerini bir türlü anlayamıyordu.

Derken birkaç adım önünde, gülerek bir müşteriyle konuşan, belli ki otel personelinden yaşlıca bir kadın gördü. Kadın konuşurken bir firketeyle durmadan saç tuvaletini kurcalıyordu. Karl hemen siparişini bu kadına iletmeye karar verdi, çünkü salondaki tek kadın olarak genel gürültü ve koşuşturmanın dışında bir anlam taşıyordu kendisi için; basit bir neden de, kadının erişebilecek tek otel görevlisi olmasıydı, Karl’ın ona yönelteceği ilk sözde, işlerinin başına koşup gitmemesi koşuluyla kuşkusuz. Ama tam tersi oldu. Karl daha ona bir şey söylememiş, yalnızca biraz göz hapsine almıştı ki, konuşmanın ortasında insanın gözü bazen nasıl başka tarafa kayarsa o da Karl’a baktı ve konuşmasını keserek, dostça ve çok düzgün bir İngilizceyle, bir şey mi istediğini sordu.

“Aynen öyle,” dedi Karl, “burada hiçbir şey alamıyorum.”

“Öyleyse gelin benimle, küçükbey,” dedi kadın, burada inanılmaz bir nezaket gibi görünen bir hareketle şapkasını çıkaran tanıdığıyla vedalaştı, Karl’ı elinden tuttu, büfeye gitti, bir müşteriyi kenara itti, tezgâhtaki kapak biçimli kapıyı açtı; yorulmak nedir bilmeden koşuşturan garsonlardan sakınılması gereken, tezgâhın ardındaki koridordan geçti, duvardaki gizli bir kapıyı açtı ve kendilerini büyük, serin, kilerde buldular. “Demek ki işleyişi bilmek lazım,” dedi Karl kendi kendine.

“Evet, ne istiyorsunuz bakalım?” diye sordu kadın ve hizmete hazır bir halde ona doğru eğildi. Çok şişmandı, gövdesi sallanıyordu; ama yüzünün, elbette gövdesine oranla, neredeyse narin bir yapısı vardı. Karl burada raflara ve masalara özenle yerleştirilmiş bir sürü yiyeceği görünce, siparişi yerine çabucak, daha lezzetli bir akşam yemeği uyduracak oldu neredeyse hem de bu nüfuzlu kadının kendisine indirim yapmasını bekleyebilirdi; ama aklına uygun bir şey gelmediğinden, sonuçta yine yalnızca domuz pastırması, ekmek ve birayı saydı.

“Başka bir şey yok mu?” diye sordu kadın.

“Hayır, teşekkürler,” dedi Karl, “ama üç kişilik olsun.”

Kadının diğer ikisini sorması üzerine Karl birkaç kısa cümleyle arkadaşlarından söz etti, biraz sorguya çekilmek onu sevindirdi.

“Ama bu mahkûmlara göre bir yemek,” dedi kadın ve belli ki Karl’ın bir şeyler daha istemesini bekledi. Karl ise kadının ona yiyecekleri hediye edeceğinden ve para almak istemeyeceğinden korkuyor, bu yüzden de susuyordu. “Hemen hallederiz,” dedi kadın, şişmanlığına göre hayret edilecek bir çeviklikle bir masaya gitti, üstü et dolu domuz pastırmasından ince uzun, testere gibi bir bıçakla büyük bir parça kesti, raftan bir somun ekmek, yerden üç şişe bira aldı ve hepsini hafif bir hasır sepete koyup sepeti Karl’a uzattı. Bu arada, onu neden buraya sürüklediğini açıkladı: Yiyecekler dışarıda, büfede, dumanın ve bir sürü buharın içinde –hızla tüketilmelerine karşın– hep tazeliğini yitiriyordu. Ama dışarıdaki insanlara her şey yeterince güzel geliyordu. Karl hiçbir şey söylemedi, çünkü kendisini diğerlerinden ayrı bir yere koyan bu tutumu hak edecek ne yaptığını bilmiyordu. Arkadaşlarını düşündü; Amerika’yı ne kadar iyi bilseler de, bu kilere kadar giremez ve büfedeki bayatlamış yiyeceklerle yetinmek zorunda kalırlardı belki. Burada salonun gürültüsü duyulmuyordu, bu mahzeni yeterince serin tutmak için duvarlar çok kalın olmalıydı. Karl hasır sepeti kısa bir süre elinde tuttu, ama ödemeyi düşünmedi ve kıpırdamadı. Ancak kadın dışarıdaki masalarda duranlara benzeyen bir şişeyi de sepete eklemeye kalkınca Karl irkilerek teşekkür etti.

“Daha yolunuz var mı?” diye sordu kadın.

“Butterford’a kadar,” diye yanıt verdi Karl.

“Orası çok uzakta,” dedi kadın.

“Yolculuğumuz bir gün daha sürecek,” dedi Karl.

“Daha uzağa gitmeyecek misiniz?” diye sordu kadın.

“Yo hayır,” dedi Karl.

Kadın masalardaki birkaç şeyi düzeltti, bir garson içeriye girdi, bir şey arayarak çevresine bakındı, sonra kadın tarafından, biraz maydanoz serpilmiş koca bir yığın sardalyanın bulunduğu büyük bir tabağa yönlendirildi ve ellerini yukarıya kaldırarak bu tabağı salona taşıdı.

“Neden açık havada geceyi geçirmek istiyorsunuz ki?” diye sordu kadın. “Burada yeterince yerimiz var. Otelimizde kalın.”

Bu öneri Karl’a çok cazip geldi, özellikle de önceki geceyi çok kötü geçirmiş olduğu için.

“Bavulum dışarıda,” dedi duraksayarak ve başı dik.

“Getirin o zaman,” dedi kadın, “engel değil ki bu.”

“Ama arkadaşlarım!” dedi Karl ve onların kuşkusuz bir engel olduklarını hemen fark etti.

“Onlar da burada geceleyebilirler elbette,” dedi kadın. “Gelin haydi! Bu kadar nazlanmayın.”

“Arkadaşlarım terbiyeli insanlar,” dedi Karl, “ama temiz değiller.”

“Salondaki pisliği görmediniz mi?” diye sordu kadın ve yüzünü buruşturdu. “Bize gerçekten en kötüsü gelebilir. Bu durumda hemen üç yatak hazırlatacağım. Ancak tavan arasında, çünkü otel tamamen dolu, ben de tavan arasına yerleştim; ama açık havadan daha iyi olduğu kesin.”

“Arkadaşlarımı getiremem,” dedi Karl. İkisinin bu seçkin otelin koridorlarında nasıl gürültü edeceklerini gözünde canlandırdı; Robinson her şeyi pisletir, Delamarche ise kuşkusuz bu kadına bile asılırdı..

Franz Kafka
Kaynak: Amerika

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz