Jean Paul Sartre Nobel ödülünü neden almadı? Gazetelere gönderdiği açıklama mektubu

148

“Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum: ben, bu çelişmelerden yapılmışım. Gönlüm inkar edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır.; ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. bu durumun, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin tümüyle işbirliği etmemi kolaylaştırıyor. böyle de olsa, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım.
Varlıklarına bir diyeceğim olmasa da, yüksek kültür divanlarınca dağıtılan payelerden hiçbirini, yalnız batı’dan değil doğu’dan da gelse kabul edemeyişim bu yüzdendir. gönlüm bütün olarak sosyalizmden yanadır, dedim; ama bu demek değildir ki, biri çıksa da bana, böyle bir şey söz konusu değil, ama mesela, Lenin mükafatını vermek istese onu kabul ederdim. hayır, onu da kabul etmezdim, edemezdim.”
[Mektubun tamamını aşağıdan okuyabilirsiniz]

Hadisenin bir skandal niteliği almasından üzgünüm; bir ödül verilmiş, ben reddediyorum. Sebep, hazırlıktan vaktinde haberdar edilmeyişimdir. 15 ekim tarihli Figaro Litteraire’de İsveç muhabirlerinin yazdıklarını okuyup , İsveç Akedemisi’nin beni seçmek eğiliminde olduğunu, ama henüz kararlarının kesinleşmediğini öğrenince, sandım ki akademiye bir mektup yazarak durumu düzeltebilir ve bu meselenin söz konusu edilmesini önleyebilirim, Mektubu ertesi gün gönderdim.
Doğrusu, Nobel ödülü’nün seçilenin fikri alınmadan verilmediğini bilmiyor ve vaktinde harekete geçtiğimi sanıyordum. Ama bir seçim yapan akademinin, sözünden dönemeyeceğini şimdi anlıyorum.
Ödülü reddediş sebeplerim İsveç akademisiyle ya da Nobel ödülüyle doğrudan doğruya ilgili değildir. bunu, akademiye yazdığım mektupta da belirttim. orada iki çeşit sebep üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler.
Şahsi sebeplerim şunlar: red, o an içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi, ben resmi payelere her zaman dirsek çevirdim. Harpten sonra 1945’te, Legion D’honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu halde reddettim. Gene bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, College de France’a girmeyi de kabul etmedim.
Bu tutumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk, ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkanlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. imzamı “Jean Paul Sartre” olarak atmakla, “Jean Paul Sarte 1964 Nobeli” diye atmak aynı şey değildir, diyorum.
Bu çeşit bir ödül kabul eden yazar, aynı zamanda, onu bu şerefe layık gören kurumu veya müesseseyi de bir yük altına sokmuş olmaktadır: Venezuella çetecilerine karşı duyduğum yakınlık, şimdi sadece beni bağlar, oysa Nobel ödüle kazanmış Jean Paul Sartre Venezuella’daki ayaklanmayı desteklediği zaman, kendisiyle birlikte, bir müessese olarak Nobel’i de peşinden süreklemiş olur.
Demek ki yazar, şimdi benim için söz konusu olduğu gibi, en şerefli bir şekil altında bile müesseseleştirilmeyi reddetmek durumundadır.
Bu hüküm ve tutum sadece kendimle ilgilidir, yoksa daha önce mükafatlandırılmış olanlara karşı en küçük bir tenkit taşımaz. Kaldı ki onlardan, tanışma mutluluğuna erdiğim pek çoğu hakkında derin takdir ve hayranlık duyguları beslemekteyim.

Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim:
Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı kültürlerinin birarada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum, bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim, ama bu karşılaşma işe müesseseleri karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır, diyorum.
Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum: ben, bu çelişmelerden yapılmışım. Gönlüm inkar edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır.; ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. bu durumun, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin tümüyle işbirliği etmemi kolaylaştırıyor. böyle de olsa, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım.
Varlıklarına bir diyeceğim olmasa da, yüksek kültür divanlarınca dağıtılan payelerden hiçbirini, yalnız batı’dan değil doğu’dan da gelse kabul edemeyişim bu yüzdendir. gönlüm bütün olarak sosyalizmden yanadır, dedim; ama bu demek değildir ki, biri çıksa da bana, böyle bir şey söz konusu değil, ama mesela, Lenin mükafatını vermek istese onu kabul ederdim. Hayır, onu da kabul etmezdim, edemezdim.
Biliyorum, Nobel’in ilk niteliği batı blokuna has bir edebiyat ödülü olmak değildir, ama ne yönde uygulanmışsa o olmuştu, ve İsveç akademisi üyelerinin kararına bağlı olmayan hadiselerle de pekalakarşılaşılabilir.
Nitekim Nobel günümüzde batı bloğu yazarlarına ya da doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görünmektedir. Mesela, güney Amerika şairlerinin en büyüklerinden biri olan Neruda ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Ödülün Şolokof’tan önce Pasternak’a verilmesi ve Sovyetlerden seçilmiş tek eserin memleketinde yasaklanmış ve ancak basılabilmiş bir kitap olması da esef edilecek bir durumdur. Halbuki karşı yönde bir davranış pekala dengeyi sağlayabilirdi. Cezayir savaşı günlerinde, “121’ler beyannamesi”ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel’i sevinçle kabul ederdim, zira o zaman bu mükafat sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı. ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle layık görüldüm.
İşveç akademisinin gerekçesinde hürriyetten söz ediliyor: çeşitli yorumlara açık bir kelimedir bu… batı’da oldukça genel bir anlamı vardır; bana gelince, ben, bir çift daha pabucu olmak ve doyasıya yiyecek bulmak haklarında ve imkanlarında gerçekleşen, daha elle tutulur bir hürriyet anlayışına sahibim. Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, “bağımsızlıktan taviz verme” diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum. Figaro litteraire’in yazısında okuduğuma göre “tartışmaya gelir politik geçmişim üzerinde durulmayacak”mış. Bu yazı akademinin görüşürünü aksettirmez, biliyorum; ama bazı sağcı çevrelerde ödülü kabulümün nasıl yorumlanacağını göstermektedir. Geçmişte arkadaşlarımla bazı yanılmalarımız olduğunu kabul ederim, ama bu “tartışmaya gelir politik geçmiş” benim için her zaman muteberdir.
Bununla Nobel’in bir “burjuva” ödülü olduğunu söylemek istemiyorum, ama pek iyi bildiğim çevrelerin kaçınılmaz burjuva yorumları işte bu yönde olacaktır, diyorum.
Bitirmeden, para meselesine de değinmek isterim: seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle akademi, seçtiğinin omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır; bu, hadisenin beni ayrıca rahatsız eden yanı oldu. Şimdi, ya ödülü kabul ederek aldığınız parayla önemli saydığımız kurumları veya hareketleri destekleyeceksiniz: kendi hesabıma hep, Londra’daki Apartheid’ı düşündüm.
Ya da genel prensipleriniz adına mükafatı reddederek, desteğe ihtiyacı olan bir hareketi bundan yoksun edeceksiniz. Ne var ki bence bu, kalp bir meseledir. 250.000 kuronu geri çeviriyorum, çünkü doğu’da olsun, batı’da olsun müesseseleştirilmek istemiyorum. Kaldı ki sizden, 250.000 kuronu sırf şahsi düşünceleriniz için değil de, ancak arkadaşlarınızın da katıldığı ortak prensipler adına reddetmeniz de istenemez.
Seçilişim kadar ödülü geri çevirmek zorunda kalışımın da bana acı gelişi bundandır.

Bu açıklamayı İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.

Jean Paul Sartre
(İsveç gazetelerine gönderdiği bir mektup “Neden reddettim”)

Sartre’nin 1964 yılında Les Mots (Sözcükler) adlı yapıtıyla değer görüldüğü Nobel edebiyat ödülünü reddetmesi, dünya görüşü ve karakterine ödünsüz bağlılığının bir göstergesidir.
1940’ta düşünce, eylem ve ilişkileri nedeniyle Naziler tarafından esir alınmış olan Saartre, Nazi toplama kampına götürülmüş, Esaretten kurtuluşunun ardından ise faşizme karşı Fransız direniş hareketine katılmıştır.
Yazar için anti-faşist direnişle, sanatsal üretim birbirinin karşısında şeyler değildi. Zira her ikisi de aydın olmanın doğal ve zorunlu sonucuydu. Çünkü  onun için düşünce ve davranış bütünselliği bir aydınının olmazsa  olmazları arasındaydı.

Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde Jean Paul Sartre, varoluşçulukla Marx’ın diyalektik yöntemini sorgularken Marksizmin, “çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu” saptamasını yapar. Jean Paul Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak yaşamı boyunca çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülmesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Jean Paul Sartre’ı entelektüeller arasında ayrıksı bir konumda tutar. Öyle ki, Jean Paul Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüde ya da tutarsızlığa düşmeksizin ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz