12 Mart döneminden sonra, Türk düşünce hayatına büyük katkılarda bulunan Metin Toker’in moda ettiği bir tanım var. «Sessiz çoğunluk» Aslında Metin Toker’in diline pelesenk ettiği bir çok tanım gibi, bu da Batıda kaliteli sağcılık yapmak isteyen gazetecilerin, meseleleri derinine inmeden şık bir biçimde geçiştirmelerine yarayan sözcüklerden biri.
Sessiz çoğunluk, ortadaki siyasal yaygaradan bunalan, ama edepli ve tok gözlü ve de vicdanlı olduğu için bu yaygaraları sineye çeken çoğunluktur, bunlara göre. Bu sessiz çoğunluk tanımı, kendilerini aşırı akımlara kapılmamış göstermek heveskârı yeni kapitalistlerin, halkı sömürenlerle haklarını arayanları aynı yaygara sepetine doldurarak dümenlerini daha ustaca sürdürmek için buldukları sihirli değneklerden biri. Böylece ortadaki hırgür, sınıf kavgasından değil de mahalle çocuklarının centilmence oyun oynamayı bilmemelerinden doğuyormuşçasına bir hava yaratılacak, çekişmelerden yorulmuş olabileceği tahmin edilen yığınlar da, bu oturaklı düzencilerin peşinde düzeni oturağa bağlayacaklar.
Neyse, bir tanımla olacak işler değil bunlar. Yine de ülkemizin siyaset sahnesinde, bu «sessiz çoğunluk» tanımını sık sık işitir olduk. Cumhurbaşkanımızın konuşmalarından, bazı üst düzey yorumcularına kadar, «bu sessiz çoğunluk» dan sık sık sözedilmeğe başlandı. İster istemez, kimdir yahu bu sessiz çoğunluk dedikleri diye soruyoruz.
Bizim bildiğimiz, bizdeki çoğunluk, eğer sessizse, bu sesini çıkarmak durumunda ve olanaklarında olmadığındandır. O zaman, bu çoğunluğa durup durup başvurmak yerine, seslerini çıkarabilmeleri için durumlarının ve olanaklarının değişmesi için onların safında olmak daha akıl kân. Ama olmaz, çünkü sessiz çoğunluk denenler, aslında seslerini çıkarmak durumunda ve olanağında olup da, çıkarmayanlardır. Bunlar, seslerini çıkarsa çıkarsa düzenin dingili çıkarlarına batarsa çıkarırlar. İstenen de galiba budur. «Yahu düzenin dingiline siz de yapışın yoksa vallaha sizi acıtır» mı denmek isteniyor?
Ne denmek isteniyorsa isteniyor, bu ikide bir kendisine başvurulan, yere göğe konmayan «sessiz çoğunluğun» ne mene bir şey olduğunu benim aklım bir türlü kesmiyor.
Diyelim ki, bu, «su küçüğün söz büyüğün» atasözüne inanmış «çoğunluk» aslında çıkarcı falan değil, eyyamcı, ben dümenime bakanım’cı, beni sokmayan yılan bin yaşasıncı da değil. Değil de, öyle işte, susuyor, susmaya alışmış, ya da susmayı erdem sanıyor.
Peki nasıl bir erdemmiş bu susmak erdemi? Nelere susuyorlarmış bu erdemli suskunlar?
Başbakan yeğenlerinin bile vergi iadesi yolsuzluğu dedikodularına boğazına kadar bulanıp sonra da kahraman gibi ortada salındıkları bir memlekette, vergilerin ödendiği kamu kuruluşunun kapısına, vergilerini ödeyen vatandaşlarla alay etmek içinmiş gibi; «kendi kendini vergilendiren halk millettir.» cümlesinin yazılmasına, diyecek bir şey bulamıyorlarmış.
Fazla erdemlerinden olacak, yolsuzluk ve rüşvet dedikoduları ayyuka çıkarken duymazlıktan gelip konuşmuyorlarmış.
Memurlar, öğretmenler oradan oraya sürülür, ocaklar söndürülür, hatta kimi yerlerde can güvenlikleri de kalmazken, onlar susuyorlarmış.
Karakollarda, emniyet bodrumlarında, insanlar coplanır, işkence görürken, onlar susuyorlarmış.
Partizanlık, adam kayırma, haksızlık, adam yemek, kanun tanımazlık, ilkellik ve bağnazlık devlet kurumlarını bir örümcek gibi sarmışken, onlar susuyorlarmış.
Anayasa, ona en başta uyması gerekenlerce çiğneniyorken onlar susuyorlarmış.
Üniversite gençliği hedef gösterilerek öldürülür, anaları çocuklarını korumak için sokağa dökülmüşken, onlar susuyorlarmış.
Böyle susmak da eğer bir erdemse, böyle erdeme ne demeli?
Bu erdemliler, bizim Nasreddin Hocanın hindisini hatırlatıyor bana. Hani Hoca, nalet hindisini papağan diye yutturmaya kalkışmış da, karşısındaki, «ama bu konuşmuyor?» diye direnince, «konuşmak bir şey mi, bu düşünüyor– demiş ya, işte o hesap.
Bizim «sessiz çoğunluk» da, bütün bu olanlar karşısında konuşacağına düşünüyor herhal. Hindi gibi. Eh, ne yapalım?
Susa durun bakalım yılbaşı hindileri, yılbaşında kesilene dek susun.
Sevgi Soysal
Politika 04.06.1976