Hayat, yeryüzüne kısa süreli bir bakıştan ibarettir; zaferler değil, sadece sevgiyi yaşayabildiğimiz her an bu kısacık süreye anlam katabilir.
Korku, yeni doğan her insanın hemen yanıbaşındadır. Henüz bebekken karşımıza çıkar, bizimle tanışır, yanı başımızda yürür ve nihayet bizi bu dünyadan yolcu eder. Hayatın ilk ve son duygusu korkudur.
Boğucu varlığının tükenmez kaynağı, insanın nereden geldiğini ve yaşam sonrası nereye gideceğini bilmemesidir. İntihar etmek üzere şu an sandalyeye çıkan biri bile, o tanıdık korkusunun nefesini ensesinde hisseder. Son anımızda yanımızda sadece korku vardır.
Korkular, ancak yaşamını doğa ve insan sevgisi ile donatan kişi karşısında yenilebilir. Dostoyevski, unutan insana bu temel gerçeği hatırlatır. Ünlü yazar, cehennemi tanımlarken ‘Bence o sevmeyi başaramamaktan acı çekmektir.’ der. Ruhumuz ancak sevgi ile nefes alabilir, bir nebze olsun yatışabilir.
Sahip olma arzuları, korkularımıza yaklaştırır.
İçinde sevgi yani anlam olmayan hayatın boşa yaşandığı düşüncesi, kalbimizde kök salar. Bu nedenle, yaşamın ansızın son bulacağı fikri, özellikle anlamsız veya sevgisiz yaşayan insanlarda, köklü bir ölüm korkusu yaşatır. Bu, henüz sahip olamadığı hayatı, birdenbire kaybetme endişesinin tezahürüdür.
Modern zaman insanı, yaşama dair korkularını, güçlü birey rolüne bürünerek bastırma eğilimindedir. Ancak kişinin sahibi oldukları artarken, yaşama dair korkuları güçlenir. Sahip olma arzuları, onu sevgiden uzaklaştırırken, korkularına yakınlaştırır. Toplumda başarılı olarak kabul edilen, kazanım peşindeki insanların şiddetli ölüm korkuları yaşaması bundandır.
Çağımız, bu durumu körükleyecek şekilde, insan ve doğa üzerinde hakimiyet kurma arzularını harekete geçirmeye çalışır. Etrafımız ‘Elde et, başar, daha iyisine sahip ol, daha fazlasını iste!’ diyen, kime hizmet ettiğini bilmeyen kapitalist çığlıklar yankılanır. İnsanlar, başkalarının zenginliği için yaşadıklarını fark edemezler.
Daha fazla hükmederek, hırslanarak, kalbinde mülkiyet arzusu ile mutlu olabilen insan henüz görülmemiştir. Hakim olma arzusu, insana dair derin mutsuzluğun başladığı yerdir!
Hayatın anlamı sevgidir
Hayata hükmetmek değil, ancak onunla uyumlu yaşamak insanı sevgiye taşıyabilir. İnsan, ancak gerçek sevgiyi yaşayabildiği anlarda mutludur, yaşadığını hisseder. Hayat, sevgi ile anlam kazanır. Arno Gruen durumu özetler:
‘Başarı, sahip olma hırsı, insan ve doğa üzerinde hakimiyet kurma çabası kendini canlı hissetmek için gösterilen beyhude bir çabanın ifadeleridir. Fakat bütün bunlar insanı sevgiye götürmez.’
Kalp zenginliğini ıskalayan insan, kocaman boşluklarla dolaşır hale gelir. Gerçekte ihtiyacı olmayan şeyler alır, çok yıprandığını düşünerek daha da çok harcar. Sağ cepten giren sol cepten çıkar. Finansal özgürlüğe kavuşmak yerine, aklında bir türlü ulaşamadığı mutluluk hayali için taksit ödemeye devam eder.
Anlamlı yaşamın sırrı, doğanın bir parçası olduğunu bilen kişinin, elinden gelen katkıyı hayata sunmasında saklıdır. Bu nedenle sahip olma arzuları karşısında ölçülü durabilen kişide, arzu ateşiyle kavrulan insanlara gülerek bakmasını sağlayan bir sakinlik vardır.
Çağımızda mutluluğa giden yolun, insan ve doğa sevgisinden geçtiği unutulur, korkularımıza karşı nasıl güçlenebileceğimiz de. Mutsuzluğun kökeni, çağımızın doğal sandığımız yaşam formunda saklıdır. Mutluluk ise göze girmek ya da daha iyi bir unvana kavuşmak değil, doğa ile uyumlu yaşayabilmektedir.
Hayat, yeryüzüne kısa süreli bir bakıştan ibarettir; zaferler değil, sadece sevgiyi yaşayabildiğimiz her an bu kısacık süreye anlam katabilir.
Yüzleşme – Fırat Devecioğlu