“… Ben 21 yaşımdayım; ama 60, 70 yaşındaki kadınlar kadar yaşlandım… Perviz yemin olsun ki bütün çılgınlığımla seni sevdim ve seviyorum. Belki gülümseyerek diyebilirsin; nasıl olur bir kadın bir erkeği seviyorken ona ihanet eder? Ama tüm bunlara rağmen seni sevdim…”
Evet! Sen 21 yaşındasın ama 60, 70 yıllık bir yaşlanmanın yorgunluğunu taşıyorsun. Ama yanılıyorsun. Sen –bil veya bilme, farkında ol ya da olma hiç önemli değil- yüzyılların mücadelesini sürdürüyorsun. Sen İran kadınının başkaldırışını gerçekleştiriyorsun. Sen boyunduruk kırmak istiyorsun. Sen aşık olduğun özgürlüğün ve defalarca söylediğin kadın ve erkek eşitliğinin mücadelesini veriyorsun. Ve bunu geleneklerin, diktatörlüklerin ve bodur fikirlerin egemen olduğu bir toplumda yapıyorsun. Kolay mı Furuğ?
Niçin duracakmışım niçin?
Kuşlar mavi yanları aramaya gitmişler
ufuk dikeydir
ufuk dikeydir ve devinim: Fışkıran
ve ışıklı gezegenler
görüş sınırlarınca dönmedeler
ve yeryüzü yükseklikte yinelenmeye varmada
ve hava boşlukları
bağlantı oyuklarına dönüşmede
ve gündüz bir enlemdir
Gazete kurdunun hayaline sığmayan….
Bataklık ne olabilir?
Ne olabilir kokuşma böceklerinin yumurtlama yerinden başka?
Morgun düşüncelerini şişmiş cesetler yazar.
(Yalnız Sestir Kalan, Yeniden Doğuş)
10 Temmuz 1956 Salı, boşanıyorsun. Ahmed Şamlu’nun çevirdiği ve yönettiği Federico Garcia Lorca’nın Kanlı Düğün adlı oyununda onun eşi Tusi Haeri ile rol alıyorsun. Ama bu provalar kısa süre sonra parasızlık ve diğer sorunlar yüzünden yarıda kalıyor. İran’da kalmaya dayanamıyorsun. Yurt dışına gitmeye karar veriyorsun. Perviz’den yardım istiyorsun. 6 Temmuz 1956’da İtalya’ya ardından Emir Mesut ağabeyinin yanına Almanya’ya gidiyorsun. Evden ayrılırken baban karşında duruyor! İkinizin gözleri doluyor. Ama kucaklaşmıyorsunuz. Sen sadece Kami ve kardeşlerinle vedalaşıyorsun. Gözün arkada evini terk ediyorsun. Sen babana ne düşündüklerini bir yıl sonra Almanya’dan yazdığın mektupta dile getiriyorsun:
“Sevgili Babacığım… Size ne yazmam gerektiğini bilmiyorum. Ben iyiyim. Her zaman olduğu gibi… insan ne kadar daha az umarsa yaşamında bir o kadar daha rahattır. Şimdi, ben kendimi yaşamdan pek bir şey ummamaya alıştırmaktayım. Hep, neyse yine de iyidir, diyorum. Birçokları benim olduğum kadar bile mutlu değillerdir ve böylece daha az düşünür daha çok yaşıyırum. Emir de fena değil. Biz genellikle gündüzleri görüşüyoruz ve her zaman olduğu gibi konuşmalarımız, Tahran, çocuklar ve Anne Baba üzerinedir ve bu bizim günlerce üzerinde bıkmadan konuşabileceğimiz tek konudur. Biz, beraber olduğumuzda, bu anne babayı ve çocukları ne denli çok sevdiğimizi anlıyoruz ve onların hep bizim hayatımızda olmalarını ne kadar çok istiyoruz ve onların sevgilerini duyuyoruz. Ben yazın başlarında İran’a dönmeği tasarlıyordum, ancak Emir aynı fikirde değil ve burada onun yanında kalmamı ve onunla birlikte dönmemi istiyor. Daha tam karara varmış değilim. Kami’yi çok özlüyorum ama diğer yandan moralimin henüz iyi olmadığı düşüncesindeyim ve şimdilik yeterince güçlü ve normal değilim. Oraya dönersem yine aynı cehennem azabı yaşam başlayacaktır ve bazı şeylerin yükünü taşıyamayacağımdan korkuyorum…. Ben İtalya’da bulunduğum yedi ay zarfında İtalyanca’yı iyi öğrendim. Ben İtalyanca’dan iki şiir kitabı çevirdim ve şimdi Emir’in yardımı ile Almanca bir kitabı çevirmekteyim. Bana da bir gelir sağlasın diye birini çevirip basılması için Tahran’a gönderdim. Ben Avrupa’da bulunduğum on ay içinde yayınlatmak istediğim bir şiir kitabı yazdım. Şiir benim tanrımdır, işte ben şiiri bu denli seviyorum. Gecem, gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor, kimsenin söylemediği yeni bir şiir, güzel bir şiir söyleyeyim diye. Kendimle baş başa olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm, anlamsız ve hiç sayılır. Belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz; ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum. Mutluluk benim için… güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil. Ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor. Şayet, insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar, intihar ederim. Siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiç bir zaman yaşamımdan yakınmayacağım. Tanrıya ve çocuğumun ölümü üstüne yemin ederim ki ben sizi çok seviyorum. Sizi düşünmek gözlerimi yaşartıyor. Ben kimi zaman düşünüyorum ve düşünmüşüm, neden tanrı beni böyle yarattı ve neden şiir adlı şeytanı içimde canlandırdı ki ben sizi memnun edemeyeyim ve hiç bir zaman sizin sevginizi alamayayım, ama bu benim suçum değildir. Benim, milyonlarca insanın kabullendikleri yaşam gibi sıradan bir yaşamı kabullenecek gücüm yoktur. Evlenmek niyetinde değilim. Ben yaşamım boyu hep ilerleyeyim ve toplumda seçkin bir kadın olayım istiyorum ve sizin, benim dediklerimi kabul etmeyeceğinizi sanmıyorum. Bana mektup yazın. Ben size iyi şeyler almak istiyorum ancak sizin ne sevdiğinizi bilemiyorum. Benim birazcık param var, onunla ilk kez babacığım için küçücük bir hediye almak istiyorum, ama siz bana neyi sevdiğinizi yazın. Sizi öpüyorum.”
Vedat Sakman – Yolum Yok (Şiir: Furuğ Ferruhzad)
İtalya’dayken Alex Ağababayan’ın yanında Farsça film dublajına katılıyorsun, boşandığın kocana yazacağın bir mektupta şöyle diyorsun: “Sevgili Perviz, ruhsal olarak kendimi daha iyi hissediyorum. Çünkü Tahran’ın gürültüsünden ve benimle seksen yıldır düşmanlarmış gibi davranan insanlardan uzaktayım. Burada daha şiir yazamadım… Burada film dublajcılığına başlamak istiyordum. Pislik yuvası olduğunu görünce vazgeçtim…”
Sen Perviz Şapur’dan ayrıldıktan sonra da ona sevgi dolu mektuplar yazdın. Açık seçik yazdığın gibi birine yaslanmaya ihtiyaç duyuyordun. Çocuk Furuğ kimsesiz kalmak istemiyordu. Kimsesizlik onu paniklere sürüklüyordu. Yalnızlık seni çıldırtıyordu. Perviz’e yazdığın mektuplara bir bakalım. O “çocuksu aşk” dediğin hissi beslediğin kişiye neler yazmışsın!
“12 Ağustos, Roma (1956) … vitrinlerde çok güzel ve ucuz şeyler görünce ne olur biraz param olsaydı diyorum, sana ve Kami için bir şeyler alırdım ve size gönderirdim. Ama hemen kendi tuhaf ve garip durumum aklıma geliyor ve bir şey görmemek ve almamak için gözlerimi kapatıp hızla uzaklaşıyorum… Perviz, şimdi sanki senin kendi sözlerini sana anlatıyor gibiyim. Sanki senin yanında oturmuşum; sevdiğim ve öptüğüm gözlerinin çukuruna ve dudaklarına, yıkadığında dümdüz ve çok güzel olan saçlarına, anlarsan şişinirsin diye gizlice bakıyorum.”
“19 Ağustos… Perviz, sen hasta bir kadınla evlenmişsin. Ben mutluluğu seviyorum, ama bundan başka türlü de olamıyorum. Ben bu şekilde kendimi mutlu hissediyorum, senin düşündüğün biçimde değil… Ölmeyi arzuluyorum çünkü senin söylediğin ve bana addettiğin şey için yapılmadım… Ben sana karşı üstünlük taslamıyorum. Bundan böyle senin karşında susacağım. Benim, senin arkadaşlarınla selamlaştığımı söyleyebilirsin. Her yerde öyle olmadığı halde aptal ve salak bir karının olduğunu bağırabilirsin. Sen böylece beni kendine uzaklaştırıyorsun ve bana sırlarımı sana söylememi değil kendim için saklamamı öğretiyorsun… ben senin arkadaşını gördüğümü yazdım. Onunla selamlaşıp sohbet ettiğimi de yazdım mı ki kendini parçalıyorsun ve bana tehdit mektupları yazıyorsun. Perviz beni rahat bırak. Ben yaşamaya değmem; ama beş yıl çabalamadan sonra acaba bunu umut edebilir miyim? Biliyorum, delirmeye, çıldırmaya doğru gidiyorum. Bazen kendi yaptıklarıma öyle şaşıyorum ki! Sanki başka biri o işleri yapmış. Hatırlıyorum; sen bütün hayatını şimdi çürümüşlüğün ve fuhuşun merkezi olan bu İstanbul Caddesi’nde, Lalezar’da ve Nadiri’de geçirirdin ve ben evde oturur acı çekerdim. Ben sana 5 kez dışarı çıktım yazıyorsam yalan söylemiyorum. Bu da benim sabahtan akşama caddelerde sürttüğüm anlamına gelmez. Taksiyle gitmiş alacaklarımı almış, yine orada taksiye binip eve gelmişim. Ve sen şimdi bana evden dışarı çıkma diyorsun ve düşünmüyorsun ki ben bu duvar arasında hiçbir şey görmeden nasıl baş edebilirim… Ben bir hata işlemiş değilim. Benim hakkımda istediğin gibi hüküm verebilirsin….”
Bir yıl sonra Almanya’ya geçiyorsun. Ağabeyin Emir Mesut ile birlikte Alman şairlerden Farsçaya çeviriler yapıyorsunuz. Bu şiirler yıllar sonra 1998’de yayımlanıyor. Ama senin aklın hep İran’da, büyük aşkların Kami’de, Şiir’de ve Perviz’de. Dayanamıyorsun oralara. Ağustos 1957 yılında İran’a geri geliyorsun. Bu kez geçimin için Avrupa yolculuğuna ait “sefername” dizisi yazıyorsun. Bu yazılar dönemin en önemli haftalık edebiyat dergilerinden Firdevsi’de yayımlanıyor. Sekiz sayıdan sonra bitmeden kesiliyor. Aldırmaz ve Kabus adlı kısa öykülerin birer hafta arayla aynı dergide yayımlanıyor.
Perviz’den ayrıldıktan sonra çocuğun birkaç gün sende kalıyor, birkaç gün Perviz’lerin evinde. AmaDuvar yayımlandıktan sonra aileleriniz kararını veriyor. Ardından yasalar son kararını bildiriyor ve seni ömür boyu Kami’yi görmekten mahrum ediyor. Perviz Şapur! Büyük güldürü yazarlığıyla, açık görüşlülüğüyle bilinen ve övünen Perviz, seni, bir anneyi ataerkil yasaların ona tanıdığı acımasız ve insanlık dışı yasayı sonuna kadar uygulayarak ve yasanın kendisine tanıdığı “hakkı” kullanıyor. Sen ölüp gidinceye kadar da oğlunu sana göstermeyecek.
Puran bir söyleşisinde senin kayınvaliden hakkında şöyle konuşacak yazacak: “Furuğ asla Perviz tarafından eziyet edilmedi; ama onun ailesi özellikle de Perviz’in annesi Furuğ’u ölümüne eziyet etti. Onlar öyle işler yaptılar ki Furuğ Kamiyar’ı asla göremedi. Kamiyar’ın da dağılmasına yol açtılar. Annesinin kötü kadın olduğunu söyleyip durdular ona. Hafta sonları benim kızlarımı alır dışarı götürürdü. Sonraları kızlarım bana anlattılar, eve döndüklerinde Furuğ onların ortasında uyur ve sabaha kadar gözyaşı dökermiş! Hatırlarım, birinde annemin evine gitmiştim. Yine ağlıyordu. Furuğ’un Avrupa’dan Kamiyar’a elbise getirdiğini; ama Perviz’in annesi elbiseleri sokağa onun yüzüne fırlattığını söyledi. Kamiyar’ın yeri asla dolmadı.”
Puran yanılıyor. Perviz seni çok eziyet etti. Onda senin yaşamını biçimlendiren cesaretin zerresi olsaydı o yasalara ve ailesinin tutsak olduğu geleneklerin aleyhine karşı durur ve seni çocuğundan ayırmazdı. Karı kocanın boşanması insanlığın gerektirdiği kurallardan boşanma anlamını taşımamalıydı Perviz için! Nitekim senin için taşımadı. Boşandıktan sonra Roma’dan Perviz’e yazdığın mektupta onlar için almak istediğin hediyelerin seni ne kadar heyecanlandırdığını yazıyorsun. Fakat bilmiyorsun ki İran’a dönerken alacağın hediyeler Tahran’ın o hakir sokağında, senin çocukluğunun geçtiği sokakta senin yüzüne fırlatılacak!
Tüm bu darbelere karşın şiirden kopmuyorsun ve 1958 yılında İsyan adlı toplu şiir kitabın çıktığında sen 23 yaşındasın. Yine yoğun eleştiriler, saldırılar başlıyor. Ama sen bu tarihte, bu ulusun edebiyat tarihinde kendine yer yarattığını biliyorsun artık. Kim ne derse desin; artık sen şair Furuğ Ferruhzad’sın. Bırak Perviz görmezden gelsin, baba utansın, kadın şaircikler kıskansınlar, erkek şaircikler burun kıvırsınlar. Sen büyük bedeller ödeyerek ve büyük acılar içinde İran edebiyatının sıradağlarını oluşturan ilk zirveye ulaşmışsın artık. Ama en uça ulaşman için daha çok var. Çok yaralanacaksın daha. Çok düşeceksin ve kalkacaksın. Ama açıkça söyleyeceksin: Yaralarım aşktandır, aşktandır, aşktan! Bunu sonraki şiir kitabında söyleyeceksin. Ama İsyan’da şeytanın isyankar yolunu seçtiğini “onların” yüzüne haykırıyorsun.
İsyan’dan sonra bir gün eve koşarak geliyorsun. Ablana heyecanla bir şeyler anlatıyorsun. Ablan Puran ilkin anlamıyor; ama sonra ne denli büyük bir yangının eşiğinde durduğunu fark ediyor: “Bir adamla tanıştım. Çok ilginç biri. Sıkı ve etkili biri. Çok ciddidir. Şimdiye kadar tanıştığım erkeklerden çok farklı. İlk kez birinden korkuyorum galiba. Ondan çekiniyorum. Çok sıkı biridir.” Bu adam İbrahim Gülistan’dır (Ebrahim Golestan). Şair Mehdi Ahavan Salis tanıştırmıştır sizi. Ahavan Gülistan Film stüdyolarında çalışıyor. Bu gün senin hayatının en önemli günü olduğunu bilmiyorsun belki. Belki de bu dönüm noktasının da kehaneti içinde, İran’ın önde gelen kısa öykü yazarı, sinemacısı, komünizmden yüz çevirmeden önceki Tudeh Partisi üyesi, evli, iki çocuk babası olduğunu bilmediğin bu “ciddi ve sıkı” adamla yani İbrahim ile tanıştığını Puran’a coşkuyla anlatıyorsun.
Eylül 1958 tarihinde Gülistan Film’in stüdyolarında öncelikle telefonlara bakmak üzere işe başlıyorsun. Kısa süre sonra kimliksiz filmleri arşivleme ve arşivi düzene sokma işini üstleniyorsun. Ardından film montaj tekniklerini öğrenmeye başlıyorsun. Daha bir yıl geçmeden İbrahim, edit ve montaj tekniğini öğrenip ilerletmen için seni İngiltere’ye gönderiyor. İngiltere’den dönünce Yangınadlı belgesel filmin montajında ve seslendirmesinde görev alıyorsun. Artık sinema senin hayatına girmiştir. Bir yandan şiir, bir yandan resim ve şimdi ise sinema. Panorama adlı filmin yapımında yönetmen yardımcısı ve montaj-edit sorumlususun. Yapımcılığını İbrahim’in üstlendiği bu filmin ortaya çıkması tam iki yıl alıyor.
1960 yılında Şahin Serkisiyan’ın yönettiği iki oyunda rol alıyorsun. Ancak her iki oyunda prova döneminde yarıda kalıyor. Hayatın artık hızla akıyor.
Şimdi 26 yaşına gelmişsin. Kanada Ulusal Film İdaresi tarafından sipariş edilen Gülistan’ın yönettiğiGelin İsteme adlı kısa filmde Tusi Haeri ile birlikte oyuncu olarak rol alıyorsun. Aynı zamanda iki epizottan oluşan Su ve Sıcaklık filminin ilk epizodunun yapımına katıldıktan sonra yeniden sinema eğitimi için İbrahim seni İngiltere’ye gönderiyor. Artık sürekli yolculuklarda olacaksın. Aynı yıl birkaç reklam filminde ve dublaj ve seslendirme işine katılıyorsun. Ardından Sadık Çubek’in Deniz Neden Fırtınalıdır? adlı eserinin Deniz adıyla çevrilen filminde oynuyorsun. Allan Penderi’nin yönettiği ve yapımcılığını İbrahim’in yaptığı Dalga ve Mercan ve Kaya adlı belgesel filmin yapımına katılıyorsun.
1962 yılında kendi sinemaya bakış açını anlatmak için fırsat doğuyor. Tebriz’e gidiyorsun ve bir belgesel filmin projesi üzerine çalışmaya karar veriyorsun. Sonunda Cüzamlılara Yardım Derneği’nin isteği ile Tebriz’in Baba Bağı Cüzamlılar Evi’nin öyküsünü anlatan 22 dakikalık belgesel bir filmin senaryosunu yazıp yöneterek adını dünyaya duyuyorsun: Ev Karadır. Bu filmde aslında büyük bir dramın içsel anatomisini çiziyorsun. Senin yaşama dair aşk dolu bakışın bu filmde de tecelli ediyor. Bütün yaraların, yoksunlukların, itilmiş ve tecrit edilmişliğin karanlık dünyasına rağmen, kara kömürün altından kıvılcım yükselten ateş gibi, senin yaşama ve insan aşkının ateşi insanın içini burkuyor. Sen bu filmde her söyleşinde sözünü ettiğin o soyut zeval sözcüğünü somut olarak görüyor ve gösteriyorsun. Ama her zevalin sonunda yeni bir başlangıç olduğunu da anımsatmayı ihmal etmiyorsun.
Ev Karadır’ı çekmek için yeniden Tebriz’in Baba Dağı Cüzamlılar Evine geldiğinde bu kez kameranın arkasındasın ve elinde yazdığın senaryo var. Filmin ilk saniyesinden itibaren, mutlak bir sessizlik yaratarak herkesin susmasını, seni dinlemesini sağlıyorsun. Kameranın yavaş yavaş odaklıyorsun. Kireçle sıvanmış beyaz bir duvarın rafına konan bir aynayı gösteriyorsun. Aynanın sol alt köşesinden yukarıya yükselen bir çiçek motifi var. Çiçek motifinin kenarından, biçimini yitirmiş bir kaşın kıyısına kayıyorsun. Aynanın önünde duran kadının sadece aynadaki iki kaşı ve gözleri bellidir. Kamera yaklaşınca ve aynanın yanındaki demlik görüş alanından çıkınca kadının cüzam yarasına daha yakalanmamış sol gözüne takılıyoruz ve o anda kadının burnunun olmadığını fark ediyoruz. Aynanın çiçek motifleri ve olmayan burun.
Bir çocuk sesi duyuluyor. Çocuk, elinde tuttuğu Farsça kitabı koyu Türkçe şiveyle okuyor: “Tanrım beni yarattığın için sana şükürler olsun! Bana yanan bir anne ve seven bir baba yarattığın için şükürler olsun.”
Bu kez başka bir çocuk görülüyor: “Sana şükürler olsun ki akan suları ve bol meyveli ağaçları yarattın!”
Aynı şiveyle başka bir çocuk: “Bana çalışmam için el verdiğin için sana şükürler olsun!”
Şimdi genç bir adam var karşımızda: “Dünyanın güzelliklerini göreyim diye verdiğin gözler için şükürler olsun sana!”
Başka bir çocuk: “Güzel müzikleri duyayım diye bana verdiğin kulaklar için şükürler olsun!”
Bir adam: “İstediğim yerlere gidebileyim diye bana verdiğin bacaklar için şükürler olsun!”
Ve şükürler… şükürler… olmayan kulaklar, gözler, burunlar…
Ve Furuğ, senin o hüzün dolu sesin duyuluyor:
“Bu cehennemde kimdir tanrım sana şükürler diyor? Cehennemde kimdir?”
Ve biçimini kaybetmiş yüzler, yüzler, yüzler, eller, bacaklar! Yalnız bir duvar, yalnız bir adam ve bir haftanın günlerini durmadan yineleyen bir kadın sesi. Ve bir kadın cüzamın kemirdiği parmaklarını gösterir gibi bir pencerenin çerçevesi içinde yanında sıska bir sardunya saksısı. Sayılan günler, kimsesiz pencereler, yoksul bardaklar, ayakkabılar, insanlar…
“Senin adını ey yücelerin yücesi şarkılayacağım, senin adını on telli utla çalacağım; çünkü o çok tuhaf ve korkunç yapılmıştır. Gizlide oluşuyorken ve biçimleniyorken kemiklerim senden saklı değildi…”
Çakılamayan bir çakmak, çevrilen uzun tespih, ve çocuksu bir elin desteğiyle uzaklara dalmış cüzamlı iki göz! Ve kargaların sesi ve sen:
“Senin defterinde benim bütün organlarım yazılmıştır ve senin gözlerin benim ceninimi görmüştür ey yücelerin yücesi! Senin gözlerin benim ceninimi görmüştür!”
Cüzamlı bir müezzin ve cüzamlı bir imam! Ezan okunur ve namaz kılınır. Yemek için düdük çalınır ve bakır tepsiye konan pilav dolu taslar alınırken…
“Dedim keşke benim de güvercinler gibi kanatlarım olsaydı, uçsaydım ve bir dinginlik bulsaydım. Uzak bir yerlere gitseydim ve çölde yuva yapsaydım. Şiddetli fırtınalardan kaçsaydım sığınaklara, çünkü yeryüzünde zorluklar ve şirretler gördüm. Dünya boşunalığa gebe kalmıştır ve zulmü doğurmuştur. Senin gücünden nereye kaçarım, senin buradalığından nereye giderim? Sabah yelinin kanatlarını alsam ve denizin en ücra yerine konsam, senin ellerinin ağırlığı üzerimde olacak. Beni avare bir rüzgara oturtmuşsun. Ne korkunçtur senin yaptıkların! Ne korkunçtur senin yaptıkların!”
Bir amele ve el arabasına konan bir çocuk. Arabanın gıcırtısı, biçimini kaybetmiş yüzler, yüzler, yüzler!
“Kendi ruhumun acısından söz ediyorum, kendi ruhumun acısından söz ediyorum! Suskunken gün boyu süren naralarımda ruhum çürüyordu. Benim hayatımın rüzgar olduğunu anımsa! Çöllerin kaşıkçı balığı olmuşum, harabelerin baykuşu! Ve bir serçe gibi çatıda oturmuşum yalnız. Boca olmuş su gibiyim ve leşler gibiyim ve kirpiklerimde ölümün gölgesi var! Kirpiklerimde ölümün gölgesi var.”
Bir köpek, yavrusunu ağzına alarak yuvasına taşıyor, iki çınar yaprağı kirli su birikintisine düşüyor.
“Terk et beni, beni terk et! Çünkü günlerim nefes gibidir. Terk et beni dönüşü olmayan yere gitmeden önce, o zifiri karanlık ülkesine…”
Oynayan çocuklar… uçan beyaz güvercinler…
“Aaah tanrım! Yaptığın canı vahşi hayvanlara bırakma… Benim hayatımın rüzgar olduğunu anımsa ve anımsa ki boşunalık zamanını benim payım kılmışsın. Ve çepeçevremde şenliğin şarkıları ve değirmenlerin sesi ve ışıkların aydınlığı mahvolmuştur. Ne mutlu şu anda ektiğini biçen ekincilere; elleri başakları koparmakta olan ekincilere…”
Pamuk hallaçlayan adamın hallaç sesi, pamuğu eğiren kadınlar, sakal tıraşı, taş oyunu…
“Gelin ve uzak bir çölde şarkı söyleyeni dinleyin, kollarını açan ve içini çekerek: Eyvahlar olsun bana! Çünkü ruhum irinlerimin ortasında bilinçsiz kalmıştır!’ diyeni dinleyin.
Bir çocuğun saçlarını tarayan başka bir çocuk…
“Ve sen ey kırmızıyla kuşanan ve altınlarla süslenen ve gözlerine sürme çeken gündüzün unutulmuşu! Kendine boşuna güzellik verdiğini anımsa! Uzak çöldeki şarkıdan dolayı ve seni küçük düşüren dostlarından dolayı…”
Ve zurna sesi, tef sesi… düğün başlıyor!
Top oynayan çocuklar, asasıyla ıssız bir patikada bize yaklaşan bir karartı… ve senin sesin aynı hasret dolu hüznü taşıyarak bize geliyor:
“Bize yazıklar olsun. Zira gündüz zeval bulup sona ermekte ve akşamın gölgeleri uzamakta ve bizim varlığımız, kuşlarla dolu kafesler gibi, tutsaklığın iniltileriyle dolup taşmakta. Aramızda ne zamana kadar süreceğini bilen biri yoktur… hasat mevsimi geçti ve yaz bitti ve biz kurtulmadık. Kanaryalar gibi ağlarız insaf için ve yoktur… Aydınlığı bekleriz ve şimdi karanlıktır…”
Ve ders sınıfında Venüs yıldızını anlatan bir çocuk sesi. Öğretmen çocuklara soruyor: “Neden annemiz ve babamız için tanrıya şükretmeliyiz?”
Bir çocuk yanıtlıyor: “Ben bilmiyorum. Benim ne annem var ne babam!”
Öğretmen bir çocuğa soruyor: “Sen bize güzel olan birkaç şey say!”
Çocuk gülümsüyor: “Ay, güneş, çiçek, oyun!”
Bir çocuğa da, “Sen de birkaç çirkin şey say!” diyor öğretmen.
Yüzü yaralı çocuk diğerlerin gülüşleri arasında sayıyor: “El, ayak, baş!”
Öğretmen genç bir çocuğa, “İçinde Ev olan bir cümle yap!” diyor.
Kara tahtaya yazıyor: “Ev Karadır!”
“Ve sen sevginin soluğu seni coşturan nehir. Bize doğru ak! Bize doğru ak!”
1962 yıllının sonbaharında bu filmin çekimi bitince sen o sihirli dört sözcüğü söyleyen, “Ay, güneş, çiçek, oyun” diyen çocuğu yanına alıyorsun. Cüzamlı annesinden ve babasından izin alıyor ve evlatlık ediniyorsun. “Ay, güneş, çiçek, oyun” diyen Hüseyin Mensuri artık görmediğin Kami’nin hasretini azaltacak. Sonraları sen, o kadar koşturmaların ve işlerinin ortasında Hüseyin’in babasına mektup yazmayı da ihmal etmediğini bizde öğrenmiş olacağız. Ah Furuğ sen hep aşıktın. İnsana aşıktın. “Bu küçük caniler” dediğin insanlara, “bahtsız, zavallı, kurnaz ve çürümüş” dediğin insanlara!
Bir söyleşinde, cüzamlılarla ilgili soruyu şöyle yanıtlıyorsun: “Cüzamlıların güvenini kazandığım için çok sevinçliyim. Onlara iyi davranılmamış. Onları görmeye gidenler, sadece onların kusurlarını görmüş. Ama ben vallahi ki onların sofrasına oturdum. Yaralarına elimle dokundum. Cüzamın kemirdiği ayaklarına dokundum. Böylece onların güvenini kazandım. Onlarla vedalaştığımda bana dua ediyorlardı. Şimdi o günlerden tam bir yıl geçiyor ve onlardan bazıları bana mektup yazarak dilekçelerini Sağlık Bakanlığı’na iletmemi istiyorlar… Onlar beni koruyucuları olarak görüyorlar.”
İbrahim Gülistan’a yazdığın bir mektupta şöyle diyorsun: “Aşk, aşksa, zaman aptalca bir sözdür!”
Senin ölümünden sonra evlatlık edindiğin Hüseyin’in babası bir mektupla birlikte ona gönderdiğin mektupları bir mecmuaya göndererek şöyle diyor: “Söylemeliyim ki geçen bu altı yıl zarfında Furuğ Hanım bana yüzden fazla mektup gönderdi. Maalesef sadece beş tanesi korunmuştur. Size gönderiyorum. Sizden acizane rica ediyorum mektupların üzerinden bir kopya aldıktan sonra bize iade edin. Bu mektuplar bu dünyada bizim için her şeyden daha değerlidir. Bu mektuplar, bütün dünya bizi küçük görüyorken kendi aziz canını insanların iyiliği için vakfeden birisine aittir.”
Ve senin mektubun: “22 Mayıs 1964, Sevgili Nur Muhammed Bey, size uzun süre mektup yazamadığım için üzgünüm. Umarım rahatsız olmamışsınız. Öyle meşgulüm ve işim başımdan öyle aşkındır ki nefes alamaya bile fırsatım olmuyor. Genellikle yolculuktayım. Tahran’a döndüğümde de işte çalışıyorum. Mektup yazmasam da siz merak etmemelisiniz. Herhalde bilmeniz gerekir ki ben hayatta olduğum sürece bir anne gibi Hüseyin’e bakacağım. O öyle keyifli ki bazen onu kıskanıyorum. Şu anda, bu mektubu yazarken o bahçede oyun oynuyor. İki arkadaşıyla top yunuyorlar… ilk okul üçü bitirdi. Dörde geçti. Karnesi çok iyi… boyu uzamış, koca delikanlı olmuş…”
O çocuk sana, çocukluğa ve diğer çocuklara ve kitaplara kavuşmuştur. O aya, güneşe, çiçeğe ve oyuna kavuşmuştur. Ama sen bilmiyorsun o çocuk, büyüyence Almanya’ya yerleşecek. Almanca’yı çok iyi öğrenecek ve senin şiirlerini en iyi o çevirecek Almanca’ya!
Bir yandan Ev Karadır filmin yapımıyla ilgilenirken bir yandan da Şahin Serkisian ile birlikte Bernard Shaw’ın Kutsal Jhon adlı oyununu çeviriyorsun. İbrahim Gülistan ile tanışman seni başka bir platforma taşımış ve oradan dünyayla tanışmışsın ve dünya seni tanımaya başlamıştır artık. 1963 yılına girerken Tutsak üçüncü baskı yapmıştır. Ocak ayında Peri Saberi’nin yönettiği Luigi Pirandello’nın Altı Kişi Yazarını Arıyor adlı oyununda rol alıyorsun. Bu arada Oberhausen Film Festivali’nden Ev Karadır, festival tarafından en iyi film seçildiği haberi sana ulaşıyor. Cannes Film Festivali de aynı kararı alıyor; ancak İbrahim, filmi festivalden çektiği için unvanı düşürüyor.
Haşim Hüsrevşah
Dahiler ve Aşkları