G. JUNG: DÜŞÜNMEK ÇOK ZORDUR, BU YÜZDEN ÇOĞU İNSAN YARGILAMAYI SEÇER…

Okul yılları

O zamanlar babamın söylediği her şeye karşı büyük bir kuşku uyanırdı içimde. Ne zaman Tanrı’nın inayetiyle ilgili vaazda bulunsa, kendi deneyimim aklıma geliyordu. Söyledikleri, bunları yalnızca dolaylı olarak dinlemiş ve pek de duyduklarına inanmamış birinin konuşması gibi cansız ve yüzeyseldi. Ona yardım etmek istiyordum ama bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. Üstelik, kendi deneyimimi ona anlatamayacak ya da düşüncelerine karışamayacak denli utangaçtım. Hem daha çok küçük olduğumu düşünüyor, hem de “ikinci kişiliğim”in bende oluşturduğu yetkiyi ortaya çıkarmaktan korkuyordum.

Daha sonraları, on sekiz yaşıma geldiğimde, babamla uzun sohbetlerimiz oldu. Belli etmeden, onun, inayetin mucizesini anlamasına yardımcı olmaya çalışarak, duyduğu vicdan azabını azaltmayı umuyordum. Tanrı’nın iradesine uyarsa, her şeyin yoluna gireceğine güvenim sonsuzdu. Oysa konuşmalarımız her zaman ortada kalıyordu. Sinirleniyor ve canı sıkılıyordu. “Saçma!” diyordu. “Sen hep düşünmek istiyorsun. Oysa insan düşünmemeli, inanmalı.” Ben de içimden, “İnsan deneyimden geçmeli ve anlamalı,” diye düşünür ama, “Bana bu inancı ver öyleyse,” derdim. Bunun üzerine omuz silker ve sesini çıkarmazdı.

Arkadaş edinmeye başlamıştım. Bunların çoğu basit ailelerden gelen çekingen çocuklardı. Okuldaki notlarım düzeliyordu. Daha sonraki yıllarda sınıfın en iyisi olmayı bile başardım. Benim kadar başarılı olmayan sınıf arkadaşlarımın beni kıskandıklarını ve her olanakta bana yetişmeye çalıştıklarını görmek canımı sıkıyor, işin tadını kaçırıyordu. Her tür rekabetten nefret ediyordum. Bir oyun çok çekişmeli geçmeye başladığında oyunu bırakırdım. Sonraları, sınıf ikinciliğinde kaldım. Bu daha zevkliydi. İstemeden yarışa girip zaten can sıkıcı olan okulu daha beter bir hale getirmenin anlamı yoktu. Minnetle andığım bazı öğretmenlerimin bana özel bir güvenleri vardı. Sevecenlikle anımsadığım öğretmen Latincecidir. Bir üniversite hocasıydı ve çok zeki bir adamdı. Babam öğrettiği için altı yaşından beri Latince biliyordum. Bu nedenle, beni sınıfta oturtacağına, sınıf egzersiz yaparken, ona kitap almam için üniversitenin kütüphanesine yollar, ben de dönüşü olabildiğince erteleyerek orada kitaplara gömülü otururdum.

Öğretmenlerin çoğu benim aptal ve sinsi olduğumu düşünürdü. Okulda bir olay olduğunda ilk akla gelen ben olurdum, ne zaman bir kavga çıksa benim kışkırttığım varsayılırdı. Aslında kavgalara bir kez katıldım ve o gün bazı okul arkadaşlarımın beni pek sevmediklerini anladım. Bunlardan yedisi bir yere saklanıp ben geçerken üzerime saldırdılar. Artık iri yapılıydım, gücüm kuvvetim yerine gelmişti. On beşime girmiştim ve arada sırada öfkeden kendimi kaybettiğim oluyordu. Bir kez, gözlerim karardı; çocuklardan birini iki kolundan yakalayıp havada çevirmeye başladım. Bacakları birkaç tanesine çarpıp onları yere serdi. Öğretmenlerin bu olaydan haberleri oldu. Bana haksız gelen bir ceza aldığımızı hayal meyal anımsıyorum. O günden sonra, cesaret edemedikleri için bana sataşan olmadı.
Düşmanlarım olabileceğini ve çoğu zaman haksız yere suçlanabileceğimi düşünememiştim ama bunu anlayabiliyordum. Bana yapılan en ufak bir suçlama beni kızdırıyordu ama kendimi suçlamaktan da vazgeçemiyordum. Kendimle ilgili o denli az şey biliyordum ki! Bildiklerim de çelişkiliydi. Bu nedenle, tüm suçlamaları yadsımaya gönlüm elvermiyordu. Aslında, vicdanım hiç rahat değildi çünkü yaptığım ve yapabileceğim yanlışların bilincindeydim. Bu nedenle, bu konuda aşırı duyarlıydım ve çoğu zaman da söyledikleri yanlış değildi. Suçlandığım şeyleri yapmış değildim ama pekâlâ yapabileceğimi biliyordum. Bir konuda suçlandığımda kendimi nasıl savunacağımla ilgili listeler bile yapmıştım. Gerçekten bir şey yaptığımda suçlanmam, aslında beni rahatlatıyordu çünkü hiç olmazsa suçluluk duygum boşa gitmiş olmuyordu.

Güvensizlik duygumu, özgüvenim tammış gibi gösteriş yaparak örtmeye çalışıyordum. Daha doğrusu, bu zayıf yön ben bir şey yapmadan kendini telafi ediyordu. Yani, kendimi bir yandan suçlu bulurken bir yandan da masum olmayı diliyordum. Arka planda çok derin bir yerlerde iki ayrı kişi olduğumu hiç unutmuyordum. Bunlardan biri ailenin okula giden, daha az zeki, dikkatli, çalışkan ve doğru dürüst oğluydu. Öbürü de ergin, aslında yaşlı, kuşkucu, kimseye güvenemeyen ve insanların dünyasına uzak olandı. Kendini doğaya, yeryüzüne, güneşe, aya, havaya ve tüm canlı yaratıklara daha yakın duyumsayan biriydi. Her şeyden çok da, geceye, düşlere ve “Tanrı”nın doğrudan doğruya onun içine işlediği her şeye yakındı. Tanrı sözcüğünü tırnak içine aldım; çünkü bana, beni de, doğayı da her ne kadar kendini ifade etmek için yaratmış olmasına karşın, bunları tanrısal saymıyor gibi geliyordu. Hiçbir şey beni, yalnızca insanın, Tanrı’nın sureti olduğuna inandıramazdı. Bana göre, ulu dağlar, nehirler, göller, ağaçlar, çiçekler ve hayvanlar, gülünç giysileri, kötülükleri, bayağılıkları, vurdumduymazlıkları, yalanları ve her şeyden çok da iğrenç bencillikleri olan insanlardan çok daha fazla Tanrı’nın özünü gösteriyordu. İnsanların bu niteliklerini kendimden, yani 1890 yılında öğrenci olan, bir numaralı kişiliğimden çok iyi biliyordum. Onun bu dünyasının yanında, bir mabet gibi her girenin değiştiği ve ansızın tüm kozmosun görüntüsüyle sarsılıp kendini unutarak şaşkınlık ve hayranlık duymazlık edemeyeceği başka bir dünya daha vardı. Tanrı’yı gizli ve öznel ama aynı zamanda insanötesi bir giz gibi algılayan “öteki” işte bu dünyada yaşıyordu. Bu dünyada insanı Tanrı’dan hiçbir şey ayıramıyor ve sanki insan zihni, Tanrı’yla aynı anda yukarılardan yaradılışa bakıyordu.
O zamanlar, burada tek tek tanımlamaya çalıştığım şeyi ifade edebilecek kadar bilincinde değildim ama onu çok güçlü algılayabiliyor ve hissedebiliyordum. Bu durumda olduğum zamanlarda, kendim için değerli olduğumu ve gerçek benliğimin bu olduğunu anlıyordum. Yalnız kalır kalmaz bu duruma geçebiliyor ve “öteki”nin, yani, iki numaralı kişiliğimin huzurunu ve yalnızlığını arıyordum.

Bir numaralı ve iki numaralı kişiliklerimin, yaşamım boyunca kendi içlerinde ve de karşılıklı sürdürdükleri oyunların günlük tıpta kullanılan “bölünmüşlük” ya da kopuklukla ilgisi yok. Tam tersine, bu herkeste olan bir durumdur. Yaşamımda iki numaralı kişiliğim benim için her zaman ön planda oldu ve ondan bana ulaşmak isteyen her şeye her zaman açık olmaya çalıştım. İkinci kişilik tipiktir ama çok az kişi onu ayrımsayabilir çünkü çoğu kişinin bilinci, bunun onların bir parçası olduğunu anlayacak kadar gelişmemiştir.

Kilise benim gözümde giderek dayanılmaz bir yere dönüştü. Orada insanlar yüksek sesle Tanrı, Tanrı’nın amaçları ve de tutumu üzerine, neredeyse utanmadan diyebileceğim bir cüretle vaaz veriyorlardı. İnsanlara bazı duygulara sahip olmaları gerektiği aklı veriliyor ve bu gize inanmaları isteniyordu. Oysa ben, tek bir sözcükle bile ihanet edilmemesi gereken bu gizin içsel dünyamızda derin ve tartışılmaz bir yeri olduğuna inanıyor ve bundan rahipler dahil, hiç kimsenin haberi olmadığının gün gibi ortada olduğu sonucunu çıkarabiliyordum. Öyle olmasaydı hiç kimse uluorta Tanrı’nın gizeminden söz etmeye cüret edemez ve ifadesi olanaksız bu duyumsamaları ucuz bir duygusallıkla bayağılaştıramazdı. Ayrıca, deneyimimden, Tanrı’nın inayetine yalnızca O’nun iradesini tümüyle yerine getirenlerin sahip olabileceğini biliyordum. Bu nedenle, Tanrı’ya ulaşmak için izledikleri yolun yanlış olduğuna hiç kuşkum yoktu. Aslında vaaz edilen buydu ama açıklamanın Tanrı’nın iradesini apaçık ortaya koyduğu varsayımıyla. Oysa bana göre bu irade, en belirsiz ve en bilinmeyendi ve Tanrı’nın ne istediğini her gün araştırmak bir insanın göreviydi. Bunu ben yapmıyordum ama ivedi bir neden ortaya çıkar çıkmaz yapacağıma da hiç kuşkum yoktu. Zamanımın büyük bir bölümünü bir numaralı kişiliğim alıyordu. Çoğu zaman bana, dinsel yargılar, hiç beklenmedik bir zamanda oluşan ve insanı şaşkına çeviren Tanrı’nın iradesinin yerine, insanlar Tanrı’nın iradesini anlama zahmetinden kurtulsun, diye konmuş gibi geliyordu. Giderek öylesine kuşkucu olmaya başladım ki babamın ve öbür rahiplerin vaazlarından çok utanır oldum. Çevremdeki herkes dinsel terimleri ve onların neden olduğu önemli belirsizliği olağan karşılıyor gibiydi. Hiç irdelemeden örneğin, Tanrı’nın her şeyi bildiği için doğal olarak insanoğlunun tüm tarihini de daha önceden bildiği ya da günah işlemeleri için insanları yaratmasına karşın, onlara günah işlemeyi yasakladığı ve üstelik onları, sonsuza dek Cehennem ateşinde yanmakla cezalandırdığı gibi çelişkileri yutuyorlardı.
İlginç olan, Şeytan’ın uzun bir süre düşüncelerimde yer almaması. Şeytan gözümde, güçlü bir adamın kötü niyetli ama bağlı köpeğinden başka bir şey değildi. Bana göre, bazen ürkütücü olabileceğini çok iyi bildiğim Tanrı’dan başka hiç kimse dünyadan sorumlu değildi. Babam duygusal vaazlarında ne zaman “iyi” Tanrı’dan söz edip insanlara olan sevgisini övse ve onları karşılığında O’nu sevmeye yüreklendirse kuşkularım ve huzursuzluğum artıyordu. “Ne dediğini biliyor mu acaba? Kendi oğlunu, yani beni, İshak gibi bıçağın altına yatırır mı?” ya da, “İsa’yı onu çarmıha gerecek haksız bir mahkemeye teslim eder mi?” diye düşünürdüm. Hayır, bunu yapamazdı. İncil’de de yazdığı gibi, Tanrı’nın, sırasında ürkütücü olabilen iradesine, bazı durumlarda boyun eğemezdi. Böylece, başka şeylerin yanı sıra, insanların insanlar yerine Tanrı’ya boyun eğmesini yüreklendirmek için söylenenlerin düşünmeden söylendiğine karar verdim. Tanrı’nın iradesini bilmediğimiz apaçık ortadaydı. Bilseydik, bana yaptığı gibi, ürkütücü gücünü savunmasız insanlar üzerinde deneyen çok güçlü Tanrı’dan yalnızca korktuğumuz için bile olsa bu ana sorunu kutsal bir huşu içinde değerlendirirdik. Tanrı’nın iradesini biliyor gibi görünen biri, bana yaptığını daha önceden bilebilir miydi? Yeni Ahit’te böyle bir duruma değinilmiyordu. Eski Ahit, özellikle de “Eyub’un Kitabı”, bu bağlamda beni aydınlatabilirdi ama ben o zamanlar bu kitabı doğru dürüst bilmiyordum. Ayrıca, Hıristiyanlığa kabul edilmem için yapılacak törenle ilgili bana verilen bilgiler arasında da böyle bir şey yoktu. Tanrı korkusundan söz ediliyordu kuşkusuz, ama bu artık geçmişte kalmış (Yahudilik), uzun bir süredir onun yerini, Hıristiyanların verdiği mesaj olan Tanrı’nın sevgisi ve iyiliği almıştı.

Çocukluk deneyimimin neyi simgelediği düşüncesi ve imgenin ürkünçlüğü beni çok rahatsız ediyordu. Kendime, “Böyle konuşan kim? Kim bir fallusu bu denli çıplak, üstelik de bir tapınakta gösterebilecek terbiyesizliği yapabilir? Kim Tanrı’nın hiç utanmadan kendi Kilisesi’ni mahvettiğini düşünmeme neden oluyor?” diye soruyordum. Sonunda, bunu Şeytan’ın yapıp yapmadığını sorgular oldum. Böyle konuşanın ya da davrananın Tanrı ya da Şeytan olduğuna hiç kuşkum yoktu. Bu düşünceleri ve imgeleri kendi kendime yaratmadığımı biliyordum.

Bunlar yaşamımın çok ciddi deneyimleriydi. Daha sonra, zihnimde bir şimşek çaktı, “Sorumluluğu benim yüklenmem gerekli çünkü kaderim benim elimde,” diye düşündüm. Yanıtını bulmak zorunda olduğum bir sorunla karşılaşmıştım. Peki, sorunu çıkartan kimdi? Bu soruya yanıt veren çıkmıyordu. Yanıtı kendi içimde bulmam gerektiğini, Tanrı’nın önünde yalnız olduğumu ve bana bu ürkütücü şeyleri soranın da Tanrı’dan başka biri olmadığını biliyordum. Baştan beri kader denen şeyi sezinliyordum. Yaşamımı biçimlendiren kaderdi ve ben ona uymak zorundaydım. Bu bana güven verdi. Hiçbir zaman kendime kanıtlayamadım bunu ama o bana kendini kanıtladı. Bu güven benden kaynaklanmıyordu, o beni sahiplenmişti. Hiç kimse beni, Tanrı’nın iradesi yerine kendi isteğimi yerine getirdiğime inandıramazdı. Bu düşünce, bana kendi yolumda gidebilmem için güç verdi. Çoğu kez, önemli konular söz konusu olduğunda insanlarla değil de bir tek Tanrı’yla berabermişim gibi bir duyguya kapılıyordum. Artık yalnız olmadığım “orada”, zamanın dışına çıkabiliyor ve yüzyıllara ait oluyordum. Beni yanıtlayan, doğumumdan önce de ve de her zaman var olan Tanrı’ydı. Bir yandan kanlı bir mücadeleye dönüşen, öte yandan da olağanüstü bir haz veren “öteki”yle konuşmalarım yaşadığım en yoğun deneyimlerdi.

Doğal olarak bunları hiç kimseyle konuşamıyordum. Annem dışında bu konuları açabileceğim birini de tanımıyordum. Annemle düşüncelerimiz aynı çizgide gibiydi ama kısa sürede, benimle konuşurken yetersiz kalacağını anladım. Bana karşı tutumunda, her şeyden çok, bana duyduğu hayranlık belirgindi. Bu da benim açımdan olumlu bir şey değildi. Bu nedenle, düşüncelerimi kendime sakladım. Böyle olması da daha hoşuma gidiyordu. Tek başına oynuyor, hayal kuruyor ve ormanda dolaşıyordum. Yalnızca bana ait gizli bir dünyam vardı.

Carl Gustav Jung
Anılar Düşler Düşünceler

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz