Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev: “Hizmet etmemeye karar verin özgürleseceksiniz”

Yakın dostu, büyük Fransız düşünürü Montaigne’in, “Kanımca, La Boétie çağımızın en büyük insanıdır” diye söz ettiği Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’i siyasal düşünce tarihinde yeni bir yaklaşımın öncüsü olmuştur. Siyaset olgusunu iktidar ilişkileri biçiminde algılayan La Boétie, bugün bile kafaları kurcalayan, “insanların nasıl olup da itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi, hatta kulluk etmeyi arzuladıkları” sorununu yapıtının odak noktasına yerleştirir. La Boétie, iktidar olgusunu ve bunun ideolojik dayanaklarını (geniş anlamda hegomonyayı) irdelemekle yetinmez; iktidar ilişkileri ağının en üst düzeyde kuramsallaşmış biçimine, bir başka deyişle devlet sorununa yönelir. Tiran’ın ya da “Bir“in iktidarından yola çıkarak XVI. yüzyıl Fransası’nda artık açıkça belirginleşmeye başlayan modern devletin gerçeğine ulaşır. Bu bakımdan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, gerçekte, devlet egemenliğinin niteliği üzerine yapılmış bir söylevdir.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Önsöz)

Etienne de La Boetie, 1 Kasım 1530’da Fransa’nın Perigord bölgesinin küçük bir kenti olan Sarlat’da doğmuştur. Soylulaştırılmış burjuva kökenli olan La Boetie, ailesinin etkisiyle Orleans Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görmüştür. O dönemlerde hümanizm ve reform akımlarının hukuk fakültelerinde yayılmış olduğu ve 1559’da düşüncelerinden dolayı Paris’te yakılarak idam edilecek olan Protestan Par-ti’nin önde gelen “demokratlarından” Anne du Bourg’un Orleans’da hocalık yaptığı göz önüne alındığında, üniversite yıllarının La Boetie’nin düşünsel gelişimi üzerindeki etkisi. açıkça ortaya çıkar.
Fakülteyi bitirdikten bir yıl sonra, 1554’te, bu genç hukukçu, kral II. Henri’nin onayı üzerine Bordeaux Parlamentosu’nda danışmanlık görevine kabul edilmiştir. Ölümüne dek bu görevi sürdüren La Boetie, 1557 yılında kendisi gibi danışman olan Montaigne ile tanışmıştır. Bu iki düşünür arasında çok yakın bir dostluk ilişkisi kurulmuştu1. Uzun bir süre Bordeaux Parlamentosu’nda etkin olamayan La Boetie, 1560 yılından başlayarak önemli görevler üstlenmiştir: Paris’te tanıştığı ana kraliçe Catherine de Medicis’in baş danışmamı Michel de l’Hospital’in düşüncelerini benimsemiş, bu düşüncelerin ve bu düşünceler doğrultusunda yayımlanan kraliyet fermanlarının Bordeaux yöresinde uygulanmasına çalışmıştır.
16. Yüzyıl Fransa’nın içinde bulunduğu en önemli sorun din çatışmalarıydı. Monarşi, bir yandan krallığı zayıflatan Katolik-Protestan çatışmasına çözüm arıyor, öte yandan kiliseye olan üstünlüğünü pekiştirmeye uğraşıyordu. İki aşın ucu oluşturan Katolik Parti ile Protestan Parti’nin (Huguenot’lann) karşısına Michel de l’Hospital’in başını çektiği Politikler Partisi çıkmıştı. Dinsel hoşgörü taraftan olan Politikler, Katolikliğin devlet dini kalmasını, Protestanlar için ibadet özgürlüğünün güvence altına alınmasını ve monarşinin erkini arttırarak kilisenin ona bağımlı kılınmasını savunuyorlardı. işte bu düşüncelere katılan La Boetie, Protestanlara ibadet özgürlüğü tanıyan 17 Ocak 1562 tarihli «Ocak Fermanı”m savunan bir yazı da yazmıştır. Bu yazısında, mezhep savaşlarının tehdit ettiği ulusal birliği korumak kaygısıyla mutlak monarşi düşüncesine yaklaşmaktadır. La Boetie, daha 33 yaşına basmadan 14 Ağustos 1563’te Germignan kasabasında ölmüştür.
Bir Rönesans insanı olan La Boeite’nin kısa yaşamı boyunca Ksenophon, Plutarkos ve Aristoteles’ten yaptığı çevirilerle yazdığı şiirleri ölümünden sonra 1570’te Montaigne tarafından yayımlanmıştır. Montaigne, La Boetie’nin bu Rönesans esinli yapıtları dışında Söylev’in el yazmasına da sahipti. Çeşitli yazışmalarında, Söylev’i yazacağı kitabın (yani Denemeler’in) en önemli parçası olarak kullanmayı
düşündüğünü belirtmiş, ancak daha sonraları bu tasarısından vazgeçmiştir. Bunun nedeni, bu yapıtın, bugün de açıklığa kavuşamamış bir biçimde Huguenot militanlarca ele geçirilip yayımlanmış olmasıdır.
1572’deki Saint-Barthelemy kıyımından sonra Huguenot’lar arasında, siyasal iktidara karşı artık edilgen değil de etkin olarak direnmek gerektiğine, baskıya başkaldırmanın ve tiranın öldürülmesinin (tyrannicide’in) meşru olduğuna ilişkin görüşler yayılmaya başlar. Bu görüşleri savunmak için ortaya çıkan “monarkomaklar” diye bilinen Protestan düşünürlerin yazıları yanında, daha önceleri yazılmış olmalarına karşın hemen hemen aynı temaları içeren yapıtlar da Calvinci militanlarca benimsenip kullanılır. İşte bu yapıtlardan biri de La Boetie’nin Söylevi’dir. İlk olarak, 1574’te Söylev’den alman bazı parçalar, yazarının adı verilmeden, çeşitli yergi yazılarını içeren Le Reveille-matin des Francois, (Fransızlann Çalar Saati) adlı kitapta yayımlanır. Bundan iki yıl sonra, Söylev, yine aynı nitelikte bir kitap olan Memoires des Etats de France sous Charles le Neuviesme’de (Dokuzuncu Charles Dönemi Fransa Devletleri Üzerine Savlar’da), bu kez bütünüyle ve La Boeti’nin adı belirtilerek Contr’un (Bir’e Karşı) başlığıyla yer alır. İlk baskısı Cenevre’de yapılmış olan bu kitap, daha sonralan 1577’de ve iki kez olmak üzere 1578’de yeniden basılır.
Bu dönemde, Söylev’in bazı Protestan düşünürler için esin kaynağı oluşturduğunu da belirtmek gerekir. Bu olguyu en açık bir biçimde Stephanus Junius Brutus takma adıyla 1579 yılında isviçr’de yayımlanan Viadiciae contra Tyrannos (Tiranlara Karşı Direnme Hakkı) başlıklı risalede görmek mümkün. Bu risalenin yazan olduğu sanılan Hubert Languet ya da Philippe du Plessis-Mornay, La Boğtie’den farklı olarak, feodal değerlere ağırlık vermiş ve görüşlerini doğrulamak amacıyla bol bol dinsel içerikli örnekler kullanmıştır. Bununla birlikte, yazarın Söylev’i dikkatlice okuyup, bunun özellikle “retorik”inden epey etkilenmiş olduğu anlaşılıyor: Söylev’deki bazı parçalar, hatta bazı çarpıcı tümceler hemen hemen oldukları gibi alınıp Vindiciae’ye aktarılmıştır.
Din savaşlarının yaygınlaşıp keskin boyutlar kazandığı bu dönemde, Huguenot’larin Söylev’i kendi amaçlarına uygun bulup bu doğrultuda yayımlamaları, La Boetie’nin yüzyıllar sonra da monarkomak olarak tanınmasına neden olmuştur. Çağımızın siyasal düşünce tarihçilerinin bu yanlış kanıdan kurtulmaları pek kolay olmamıştır; üstelik içlerinden bazıları bu görüşe saplanıp kalmışlardır. Yavuz Abadan, 1959 yılında yayımlanmış bir ortak yapıtta, kısaca değindiği La Boetie’den Huguenot diye söz eder ve onun mutlak monarşi kuramlarına karşı halk egemenliğini sa vunduğunu belirtir.

La Boetie’nin, siyasal düzeni şiddet yoluyla yıkmayı savunan Huguenot’lara yakın bir düşünür biçiminde değerlendirilmesine ilk karşı çıkan Montaigne olmuştur. İlk önce Calvinci olarak kabul edilmemek için Söylev’i yayımlamaktan vazgeçen Montaigne, daha sonra La Boetie’nin bunu neden yazdığını açıklayarak arkadaşının adını temize çıkarmaya çalışır: ” “Gönüllü Kulluk” adı verdiği bu söylevi, ilk gençlik çağlarında, tiranlara karşı özgürlüğü yücelten bir deneme biçiminde yazmıştır. Sonraları bu yapıt, iyi diye salık verilemeyecek kişilerin eline geçmiştir… Ülke güvenliğini bozmak ve düzeni değiştirmek isteyen bu kişiler,, söylevi kötü amaçları doğrultusunda kullanmak için gün. ışığına çıkarmışlar ve onu kendi düşüncelerini içeren yazıların arasına katmışlardır. Yazarın anısı, onun düşüncelerini ve eylemlerini yakından tanımayanlar tarafından rencide edilmemesi için, bu konunun çocukluk çağındaki yazar tarafından sıradan ve çok yinelenmiş bir konu olarak kabul edilip, salt alıştırma, deneme olsun diye ele alındığını belirteceğim.” Montaigne, La Boetie’nin monarkomaklarla aynı kaba konmasını önlemek amacıyla Söylev’in içerdiği radikal düşünceleri göz ardı ederek, onun yalnızca uranlığı yermek için kaleme alındığını ileri sürmek zorunda kalır. Böylece La Boetie’nin daha sonraları yanlış, yorumlanmasına neden olacak kapıyı açmış olur. Üstelik, arkadaşının anısını her türlü karalamadan uzak tutma kaygısıyla hareket eden Montaigne, La Boetie’nin kişiliğini çarpıtarak, onu bir tutucu, kurulu düzenle özdeşleşmiş bir kişi olarak tanıtacak kadar ileri götürür savunmasını: “Onun ruhuna işlemiş bir kuralı vardır: Doğduğu yerin yasalarına körü körüne itaat etmek… zamanın kargaşalıklarına ve yeniliklerine ondan daha düşman olan bir başka kişi düşünülemez.» Yine de Montaigne, La Boetie’nin bir Rönesans insanı olduğunu ve dinsel hoşgörüyle cumhuriyeti benimsediğini üstü kapalı bir biçimde de olsa belirtmeden edemez: “Eğer seçmeye olanağı olsaydı, haklı olarak Şarlat yerine Venedik’te doğmayı isterdi… Onun düşüncesi, döneminden çok başka çağların düşünce kalıplarına göre yoğrulmuştu.”5
La Boetie, Söylev’j gerçekten gençlik yıllarında, 16-18 yaşları arasında mı yazmıştır? Yoksa Montaigne, bu savı da, yukarıda belirttiğimiz diğer savlar gibi, arkadaşını kollamak, yani Söylev’in bir “gençlik günahı” olduğunu dolaylı bir biçimde anlatmak için mi ileri sürmüştür? La Boetie’nin Söylev’i 1546-1548 yılları arasında kaleme aldığı kabul edilse bile, yapıtını daha sonra yeniden gözden geçirdiği bugün kesinlik kazanmıştır. Bazı araştırmacılar, La Boetie’nin büyük bir olasılıkla, Fransa’nın güney bölgesinde patlak verip 1549’da kraliyet güçlerince kanlı bir biçimde bastırılan (tarihte Gabelle ayaklanması adıyla bilinen) köylü ayaklanmasından etkilenmiş olabileceğini belirtirler.8 La Boetie, Söyiev’de bu olaydan hiç söz etmemiş olmasına karşın, tarihte ilk kez bu köylü ayaklanmasının senyör-lere karşı değil de, devlete karşı bir başkaldırı biçiminde geliştiğinin bilincine varmıştır. Bu nedenle yazar, yapıtında, köylülerin tepkisini çeken, toplumun en uç köşelerine kadar girerek varlığını her yerde hissettiren ve yerel özgürlükleri, ayrıcalıkları yıkan iktidar aygıtını, bir başka deyişle modern devlet gerçeğini açıkça dile getirip eleştirebilmiştir. La Boetie, 1553 yılında Orleans’da iken yapıtına önemli değişiklikler ve eklemeler getirmiştir. Bu görüşü kuvetlen-diren kanıt, Söyiev’de Ronsard, Du Bellay gibi şairlerden söz edilmiş olmasıdır. İlk yapıtlarını 1549-1550 yıllarında yayımlayan bu şairler, ancak 1552’den sonra tanınmaya başlamışlardır. Bu bakımdan, bu şairlerle ilgili bölümün, Söylev’in. 1546-1548 yıllarında yazıldığı varsayılan ilk metninde bulunmadığı ve daha sonradan eklendiği ortaya çıkmaktadır. Bundan başka La Boetie’nin, Orleans Üniversitesinde hocası olan Du Bourg’un “demokratik” düşünceleriyle şiddetinden etkilendiği ve gençliğinde yazdığı bu denemeyi hocasının görüşleri doğrultusunda geliştirdiği de olası gözükmektedir. Söylev’in yazılış tekniğine, içerdiği görüşlere ve bunların tutarlılığına, Eski Yunan ije Roma tarihinden getirilen örneklere bakıldığında ise, yapıtın olgun bir kişi tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Demek ki. Söylev, Montaigne’in ileri sürdüğü gibi “düşüncesiz gençlik çağlarının” bir ürünü değlidir. Söyiev’i yazan, bilinçli bir biçimde ileri sürdüğü görüşlerin sorumluluğunu taşıyan ve bunlara yürekten inanan olgun bir La Boetie’dir.

Fakat La Boetie, yapıtmdaki görüşleri siyasal yaşamında uygulamamıştır. Söylev dikkatlice incelendiğinde, La Boetie’nin yapıtını kendinden emin, düşüncelerinin yakın bir gelecekte uygulanacağına güvenen bir tonda yazmadığı görülür. Söylev bir bakıma, güzel bir ideale sahip, ancak tarihsel koşulların bunun gerçekleşmesine olanak vermeyeceğini sezen genç bir aydının çaresiz tutumunu yansıtır. Gerek kişiliği ve toplumsal çevresi, gerekse Fransız siyasal çatışmalarının keskin boyutları, La Boetie’nin düş dünyasına dalıp ütopyaya kaymasını önlemişlerdir. Bundan dolayı bu genç aydın, moral bir başkaldırıya sığınmış ve görüşlerini kağıt üzerine dökmekle yetinmiştir. Kısa bir süre sonra bu edilgin muhalif tutumunu terkeden La Boeti, verdiği devlet aygıtının çarklarında görev almıştır. Bu yönüyle Thomas More’u anımsatır: Siyasal yaşamın dışında kalıp hiçbir şey yapamamaktansa, gerçekçi olup en azından toplumdaki büyük kötülükleri azaltmak için iktidar piramidinde bir yer edinmek ve bu doğrultuda çaba harcamak. La Boetie, bu tasarısını uygulamaya koyarken siyasal alandaki taraflardan birinin, politiklerin (dolayısıyla burjuvazinin) görüşlerine yaklaşır; bir başka deyişleri feodalizme ve dinsel bağnazlığa karşı koyabilecek ve mezhepler arasında hoşgörüyle barışı sağlayabilecek tek güç olarak gördüğü monarşiye destek olur.7 Fakat La Boetie bu konuda, kendisinden iki yüzyıl sonra Montesquieu’nun de yapacağı aynı yanılgının içine düşmektedir.8. Çünkü monarşi, mutlak olsun ya da olmasın, niteliği gereği feodal toplumsal düzene 8 Monarkm burjuvaziyle işbirliği içinde soyluları ezmeye ve feodal yapıyı yıkmaya yöneldiği yargısına varıp monarşinin sınırlanmasını savunan Montesquieu, bu yanılgısı nedeniyle monarşinin, dolayısıyla yandaşı olduğu soyluların yıkılışına ve ideolojisini aldığı kiliseye sıkı sıkıya bağlıdır. Zaten, La Boetie’nin ölümünden dokuz yıl sonra, Saint-Barhelemy kıyımı ile dinsel bağnazlığın tarihteki en kanlı örneğini veren yine La Boetie’nin dinsel hoşgörüyü gerçekleştireceğine inandığı bu Fransız monarşisi değil midir ki?

Din çatışmalarının yatışmasıyla birlikte Söylev, göreli bir unutkanlığın içine düşmüş; yalnız dönemin “tehlikeli” sayılan kişileri arasında ve iktidar çevresinde el altından dolaşmıştır. Örneğin Richelieu, Söylev’i uzun süre aratmış ve sonunda büyük paralar vererek bir kitap koleksiyoncusundan satın alabilmiştir. Söylev’in ikinci kez gündeme gelip yeni baskılarının yapılması, cumhuriyet için, demokrasi için, verilen savaşların yoğunluk kazanmasıyla başlar. Bu kez demokrasinin övgüsü olarak değerlendirilen ve bu açıdan okunan Söylev’in Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında iki ayrı kitapta yer aldığını görüyoruz. Daha sonraları yapıt, 1835’te mistik ve hümanist bir sosyalist olan Felicite de la Mennais tarafından yayımlanmış. Son olarak da, 1857’de Louis-NapolĞon’un, darbesi üzerine Brüksel’e kaçan cumhuriyetçiler Söylev’in basımını gerçekleştirmişler. Siyasal alandaki çatışmaların salt politik olmaktan çıkıp, sosyoekonomik bir içerik kazanmaları (daha doğrusu, bu çatışmaların sosyo-ekonomik temellerinin ortaya konulup kitlelerce anlaşılması) sonucunda Söylev, bu yeni ortamda militan bir yapıt biçiminde değerlendirilemediğinden dolayı, tarih dışı (anachronique) kalarak önemini yitirmiş ve günümüze dek süren ikinci bir göreceli unutkanlık döneminin İçine girmiştir. Yapıtın bugün yeniden gün ışığına çıkması ise, 70li yıllarda Fransa’da “iktidarın, devletin (fiziksel ve ideolojik) baskıcı, otoriter özü” sorununu ortaya koyup araştırma konusu edinen entellektüel bir akimin belirmesi ve La Boetie’nin bu yönde yeniden okunmasıyla mümkün olmuştur.
Odysseus, Homeros’ta topluluğa şöyle seslenir: “Göre-mem hiç bir iyilik bir çok efendinin olmasından. Yalnız tek bir kişinin efendi, tek bir kişinin kral olmasıdır gereken.”2
“Göremem hiç bir iyilik bir çok efendinin olmasından” tümcesi öylesine güzel söylenmiş ki buna bir şey eklemek gerekmez. Fakat, akıllıca konuşmak için, bir çok kişinin hükmünün iyi olamayacağı, çünkü Efendi sıfatını almış tek bir kişinin erkinin bile katı ve saçma olduğu söylenmeliydi. Oysa, bunun tersine, Odysseus: “Yalnız tek bir kişinin efendi, tek bir kişinin kral olmasıdır gereken” diye devam etmiştir.
Buna karşın yine de Odysseus’u hoş görmek gerek; bu mümkündür, çünkü Odysseus, (kanımca) sözlerini gerçekten çok, ortama uygun kılarak (ordunun ayaklanmasını yatıştırmak için) bu şekilde konuşmak ve böyle bir dili kullanmak zorundaydı. Fakat, akıllıca bir çift söz söylenecek-se, istediği an kötü olma erkini sürekli olarak elinde bulundurduğundan dolayı iyi olabileceğine hiç bir zaman güvenilemeyecek bir efendinin kulu (süjesi) olmanın ne kadar büyük bir mutsuzluk olduğunu belirtmek gerekir. İnsanın ne kadar efendisi olursa insan o kadar kez daha fazla mutsuz olur. Üzerinde çok tartışılmış olan, diğer devlet biçimlerinin monarşiden daha mükemmel olup olmadıkları sorusuna burada değinmek istemiyorum. Üstelik monarşinin devlet biçimleri içinde nasıl bir yere sahip olduğunu tartışmadan önce, bilmem gereken onun böyle bir yeri olup olamayacağıdır. Çünkü her şeyin tek bir kişiye ait olduğu bu hükümet biçiminde en ufak bir kamusallığm bulunduğuna inanmak çok zordur.3 Fakat bu sorun ileri bir tarihe bırakılmıştır ve ayrı olarak incelenmeyi gerektirir; dahası, kendisiyle birlikte tüm siyasal tartışmaları da gündeme getirecektir.
Benim burada üzerinde durmak istediğim sorun, bu kadar insanın, bu kadar köy, kent ve bu kadar ulusun nasıl olup da, erkini, yalnızca onların kendisine verdikleri güçten alan tek bir tirana katlanabilmeleridir. Eğer tirana katlanma arzulan olmasaydı, tiranın onlara zarar veren erki olmayacaktı; eğer ona karşı koymak yerine, onun verdiği acıyı sevmemiş olsalardı, tiranın onlara en ufak bir kötülük yapma olanağı olamayacaktı. Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de, sanki tek bir kişinin adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek öylesine olağan bir şey ki, buna şaşırmaktan çok üzülmek gerekir.
Üstelik, bu tek kişi yalnız olduğundan dolayı onun erkinden korkmamaları ve kendilerine karşı insanlıktan uzak ve vahşi olduğundan dolayı da onun niteliklerini sevmemeleri gerekir. Biz insanlar arasındaki zayıflık böyledir. Çoğu kez güce boyun eğmek zorundayızdır; sürekli en güçlü olunamayacağı için en uygun durumu bekleyerek zaman

kazanmak gerekir. Demek ki, Atina sitesinin otuz tirana4 kul olduğu gibi, eğer bir ulus savaş gücüyle tek bir kişiye kulluk etmeye zorlanmışsa, uşaklık etmesine şaşırmamalı, fakat bu durumu yaratan kazaya yakınılmalıdır; ya da, daha doğrusu ne şaşırmalı ne de yakınılmalı, fakat kötülüğe sabırla dayanılman ve gelecekteki daha iyi bir yazgıya hazırlanılmalıdır. Dostluğun ortak ödevleri, bizim doğamızın yapısından dolayı, yaşam sürecimizin önemli bir parçasını alıp götürürler. Erdemi sevmek, güzel olgulara değer vermek, aldığımız iyiliğin nereden geldiğini kavramak ve uğrunda yaptığımız her şeye yaraşır olan sevdiğimiz kişinin onurunu ve üstünlüğünü yükseltmek için kendi rahatımızı, bozmak akla uygundur. Öyleyse, onları korumak için büyük bir öngörüsü, savunmak için büyük bir ustalığı ve yönetmek için büyük bir özeni olduğunu sınama yoluyla kanıtlamış büyük bir kişiyi bulan bir ülkenin sakinlerini ele alalım; eğer, bu insanlar daha ileri gidip kendi kendilerine ona boyun eğmeyi kabul ederlerse ve ona bazı üstünlükler verecek kadar güven duyarlarsa, bunun pek bilgece bir iş olduğunu söyleyemem: onu, iyilik yaptığı yerden alıp kötülük yapabileceği bir yere götürmekten başka bir şey değildir bu. Ama, hiç kuşkusuz, şimdiye dek yalnızca iyiliği görülen bir kişiden hiç çekinmemek ve onda yine iyilik bulmak yanılgısına da hasıl düşülmez ki?
Fakat, ey Tanrım, nedir bu? Bunu hangi adla tanımlayabiliriz? Bu ne biçim bir belâdır? Kendilerine ait ne malları, ne aileleri ve çocukları, hatta ne de yaşamları olan sonsuz sayıdaki insanın boyun eğmesi değil de hizmet (kulluk) etmesini, yönetilmesi yerine de tiranca ezilmesini gör-

mek ne büyük bir felâkettir, daha doğrusu ne uğursuz bir kötülüktür? Karşısında kanların ve canların feda edilmesi gereken düşman bir ordunun, barbarların değil de, tek bir kişinin yaptığı hırsızlıklara, yağmalara, gaddarlıklara katlanılıyor; bu tek kişi, bir Herakles ya da bir Samson değil, fakat yalnız bir “erkekçiktir” ve genellikle ulusunun en alçağı ve kadınsı (feminin) kişisidir; savaşların barut kokusuna değil de güçlükle turnavaların kumuna alışmıştır: Kuvvet yoluyla erkeklere komutanlık etmesi şöyle dursun, zorunlu engeller olmasa zayıf bir erkeğe bile aşağılık bir biçimde hizmet eder. Bu durumu alçaklık olarak mı nitelendireceğiz? Kulluk edenlerin, korkak ve bitkin olduklarını mı söyleyeceğiz? Eğer iki, üç ya da dört kişi birlikte tek bir kişiye karşı kendilerini koruyamıyorlarsa, bu acayiptir ama yine de ola-‘dır. Bunun, yürekliliğin yoksunluğundan olduğu söylenebilir. Fakat yüz kişi, bin kişi tek bir kişiye katlanıyorsa, bu insanlar ona karşı çıkmak istemiyorlar, kendilerini bunu yapmaktan alıkoyuyorlar demek gerekmez mi? Bu korkaklık değil de, hor görme ve küçümseme değil midir? Fakat yüz kişi, bin kişi değil de yüz ülke, bin kent ve içlerinde en iyisi köle ve serf durumuna indirgenmiş bir milyon insan tek bir kişiye saldırmıyorsa, bu durumu nasıl adlandırabiliriz? Bu alçaklık mıdır? Oysa, her erdemsizliğin daha ileriye gidemiyeceği doğal bir sınır vardır. İki kişi tek kişiden çekinebilir; on kişinin de çekinmesi olasıdır. Fakat bin kişi, bir milyon kişi, bin kent, eğer kendilerini tek bir kişiye karşı koruyamıyorlarsa bu korkaklık değildir. Yiğitliğin, bir kişinin tek başına bir orduya saldırma, bir kaleye tırmanma ya da bir ülkeyi fethetme boyutlarına ulaşamayacağı gibi korkaklık da bu noktaya kadar varamaz.

Öyleyse korkaklık sıfatını bile hak edemeyen, kendine uyabilecek aşağılık bir ad bulamayan ve Doğa’nın onu yarattığını, dilin de onu adlandırmayı reddettiği bu korkunç erdemsizlik nedir? Silahlı elli bin adam alıp karşılarına aynı sayıda silahlı adam koyulsun; bunlar savaş düzenine göre dizilsin; birileri özgürlükleri uğruna, diğerleri ise bu özgürlüğü onların elinden almak için savaşmaya başlasınlar: Sezgisel olarak hangilerine zafer sözü verilebilir? Hangilerinin, uğraşlarının karşılığı olarak özgürlüklerini korumayı umut edenlerin mi, yoksa yaptıkları ya da aldıkları vuruşların ücreti olarak başkalarının köleliğinden başka bir şey bekleyemeyenlerin mi, savaşa daha neşe içinde gidecekleri düşünülebilir? Birileri sürekli olarak geçmiş yaşamlarının mutluluğunu gözlerinin önünde bulundururlar ve gelecekte de böyle bir hoşnutluğun beklentisi içindedirler. Onları ilgilendiren savaşın sürdüğü kısa zaman boyunca katlandıkları acı değil, fakat savaşı yitirirlerse kendilerinin, çocuklarının ve tüm gelecek kuşakların çekecekleri acıdır, katlanacakları baskıdır. Diğerlerini yüreklendiren yalnızca açgözlülüğün küçük sivri ucudur ki, bu da tehlike karşısında birdenbire körlenir ve olması gerektiği kadar da ateşli olmadığından ötürü yaralarından çıkan ufak bir kan dam-İasıyla sönüp gider. iki bin yıl önce Yunanistan’da Yunanistan’ın iyiliği ve tüm dünyaya örnek olmaları için yapılmış ve bugün hâlâ, sanki dünmüş gibi tüm tazelikleriyle insanların anılarında yaşayan Miltiades’in, Leoni-das’m, Themistokles’in5 öylesine ünlü savaşlarında, Yunanlılar gibi çok az sayıdaki insana, denizi dolduran bu kadar çok gemiye karşı koyma ve eğer düşman ordularına komutanlar gerekseydi Yunanlı süvarilerin sayısının yetişmeyeceği böylesine büyük sayıdaki ulusları bozguna uğratma gücünün değil de yürekliliğinin nereden geldiğini düşünmek gerek. Öyle görülüyor ki, bu şanlı günlerde, Yunan-lılar’ın Persler’e karşı savaşından öte, özgürlüğün baskı üzerine, bağımsızlığın haset üzerine zaferi gerçekleşmişti.

3 Atina’lı Miltiades ve Themistokles ile Sparta’lı Leonidas, Perslere karşı kazanılan savaşları yöneten Yunanlı komutanlardır.

Özgürlüğü korumak isteyenlerin yüreklerine özgürlük tarafından yerleştirilen cesaretten konuşulduğunu duymak ilginç bir şeydir. Buna karşılık, her ülkede, her gün bütün insanların katkılarıyla gerçekleşen tek bir insanın yüz bin kenti yozlaştırıp onları özgürlüklerinden yoksunlaştırması olgusunu görmeyip de yalnızca işiten kişi buna nasıl inanabilir ki? Kişi, eğer bu olguyu yabancı ve uzak ülkelerde bulunduğu sırada duyduysa, bunun gerçek olmayıp, yalan ve uydurulmuş bir şoy olduğunu düşünmeyecek midir? Üstelik bu yalnız olan tirana karşı koymak, onunla savaşmak gerekmez bile. Ülke ona kulluk etmemeye karar versin bir kere, tiran kendiliğinden yok olup gider. Ondan her hangi bir şey eksiltmek gerekmez, ona hiç bir şey vermemek yeterli olur. Ülke, kendi yararına bir şeyler yapmak için varsın güçlüklere katlanmasın; tek gerekli olan, kendi zararına olabilecek sıkıntılı bir :’şe kalkışmamasıdır. Demek ki, halklardır kendilerini teslim edenler, daha doğrusu kendilerini ezdirenler; çünkü kulluk etmeye son verdikleri an üstlerindeki bu yükten de kurtulmuş olacaklardır. Kendi kendini kulluklaştıran, kendi boğazını kesen halk, özgürlük ve kulluk seçeneği karşısında bağımsızlığını terk edip boyunduruğu kabul etmiş ve bu kötü duruma razı olmak şöyle dursun onu arzulamıştır. Eğer özgürlüğüne yeniden kavuşmak insana pahalıya mal olacaksa, onu bu işe kalkışması için sıkıştırmam; insan için yeniden doğal hukuka geçmek ya da başka bir deyişle hayvandan yeniden insana dönüşmek kadar değerli bir şey olamaz. Fakat ondan yine de öylesine büyük bir yüreklilik istemiyorum; ancak, rahat yaşamak uğruna herhangi bir güvenceyi (özgürlükten —çev.—) daha çok sevmesine izin vermiyorum.

Nasıl? Özgürlüğü elde etmek için yalnızca onu arzulamak yeterli, öyle mi? Eğer yalnızca insanın basit bir arzusu yeterli oluyorsa, bu dünyada, tek bir dileğiyle kazanabileceği özgürlüğü çok pahalı bulan bir ulus olabilir mi? Kanla ödenerek yeniden satın alınması gereken ve kaybedildiğinde tüm onurlu insanların yaşamı tatsız, ölümü ise kurtuluş olarak kabul etmelerini gerektiren bu iyiliğe6 yeniden kavuşmak isteyen istencini suçlayan bir ulus olabilir mi? Hiç kuşkusuz, bu durum küçük bir kıvılcımdan doğan ateş gibidir: Bu ateş büyür ve daha güçlü olur, odun buldukça da yanmayı sürdürür; onu söndürmek için üzerine su dökmeyip yalnızca daha başka odun vermeyince, ateş kül edecek bir şey bulamadığından dolayı kendi kendini kül eder, gücünü yitirir ve ateş olmaktan çıkar. Aynı biçimde, tiranlar yağmaladıkça daha çok şey üzerinde hak iddia edip daha çok isterler, yakıp yıktıkça da onlara daha çok şey verilir ve daha çok hizmet edilir; böylece tiranlar her şeyi yok edip yıkmak için daha çok güçlenirler ve gittikçe daha güçlü ve daha zinde olurlar. Eğer onlara hiç bir şey verilmezse, onlara hiç bir şekilde boyun eğilmezse, savaş ve vuruşmaya gerek olmadan tiranlar çıplak ve zayıf kalır; artık onlar hiçbir şey değildir; ya da tıpkı su ve besi bulamayıp kuru ve ölü bir dal durumuna dönüşen bir kök gibidirler.
Gözüpek kişiler istedikleri iyiliği elde etmek için tehlikeye atılmaktan hiç korkmazlar, akıllı kişiler ise hiç bir güçlükten kaçınmazlar. Alçak ve uyuşuk kişiler ne kötülüğe katlanmayı ne de iyiliğe yeniden kavuşmayı bilirler, iyiliği dilemekle yetinirler; onu elde etme isteği doğal olarak bu kişilerde bulunmasına karşın, onu yürekten arzulama erdemi alçaklıkları tarafından yok edilmiştir. Elde edildiğinde kişileri mutlu ve hoşnut kılacak her şeyi arzulamak olan bu istek, bu istenç, bilgelerle cesurlarda olduğu gibi akılsızlarla korkaklarda da bulunur. Bu şeyler içinde yalnızca bir tanesi eksiktir; doğa, insanları bunu arzulamaktan yoksun kılmıştır. Bu şey özgürlüktür. Özgürlük öylesine büyük ve öylesine hoş bir iyiliktir ki, bir kez kayboldu mu tüm kötülükler arka arkaya sıralanırlar; bu durumdan sonra hâlâ yok olmamış iyilikler ise kullukla yozlaştıklarından dolayı lezzetlerini tümüyle kaybederler. İnsanların arzulamadıkları yalnızca özgürlüktür; bu durum (kanımca) herhangi başka bir nedenden dolayı değil de, insanların özgürlüğü arzulasalar hemen ellerine geçirecekleri için böyledir; eğer bu güzel malı almayı reddediyorlarsa bu, onun yalnızca çok kolay elde edilebileceğinden dolayıdır.

Zavallı sefil insanlar, akılsız halklar, kötü durumlarında kalmak için direnen ve iyiliklerini -göremeyen uluslar! Sizler gözünüzün önünde, en güzel ve en parlak kazançlarınızın götürülüşüne, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın çalınmasına seyirci kalıyorsunuz. Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiç bir şeyin size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz. Şimdi, mallarınıza, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi gözüküyor. Tüm bu zarar, bu kötülük, bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor; hiç kuşkusuz düşmandan, yani öylesine yücelttiğiniz, uğrunda cesaretle savaşa gidip kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğiniz o kişiden geliyor. Size böylesine hakim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var, o da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olamasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvalarmızm tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlıklarına eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip kızlarınızı da şehvet tutkusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına götürsün diye, katliama götürsün diye, onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. Derin haz duygularını incelikle ele alabilsin ve pis ve rezil eğlencelerinin içinde yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz. Onun daha güçlü ve sert olması ve böylece dizginleri daha da sıkması için kendinizi zayıflatıyorsunuz. Hayvanların bile sezinle-yemiyeceği ya da katlanamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. Bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez, yalnızca kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Colosse7 gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.
Elbette doktorlar iyileşmez yaralarla uğraşmamayı öğütlerler; ben de bunun halka salık verilmesinin yerinde olacağı kanısındayım. Çünkü halk, artık rahatsızlığını hissetmemektedir; bu da onun hastalığının öldürücü olduğunu gösterir. Öyleyse, varsayımsal bir biçimde, özgürlük sevgisinin artık pek doğal gözükmediği bu durumun nasıl oluştuğunu ve bu ısrarlı hizmet etme istencinin nasıl olup da kökleştiğini bulup bulamayacağımızı araştıralım.

İlk olarak, en ufak bir kuşkuya yer vermediğine inandığım bu düşünceyi belirteyim: Eğer Doğa’nm bize verdiği haklarla ve bize öğrettiği bilgilerle yaşasaydık, doğal olarak aile büyüklerimize itaatkâr olup akim buyruğunda bulunacaktık ve kimsenin kölesi olmayacaktık. İnsanların kendiliğinden ve kendileri için tanık oldukları, her kişininbabasına ve annesine itaat etmesi olgusu, kişinin kendi doğasının uyarmasından başka bir şeyden kaynaklanmaz. Tüm filozofların ekollerini ilgilendirmiş ve akademikler8 tarafından enine boyuna tartışılmış olan bir soruna, aklın bizimle doğup doğmadığı sorununa bakalım. Şu an için, ruhumuzda aklın belli doğal tohumları olduğu ve bunların iyi öğütlerle ve geleneklerle bakımları yapıldığında erdem olarak yeşereceklerini, yoksa beliren kötülüklere karşı duramayıp havasızlıktan ötürü ham kalacaklarını sanmakla yanıldığımı düşünmüyorum. Fakat, kuşkusuz Doğa’da hiçbir şey açık seçik gözükmese de görmemezlikten gelemeyeceğimiz şu olgu vardır: Tanrı’nın vekili ve insanların yöneticisi olan Doğa, birbirimizi, yoldaş olarak ya da daha doğrusu kardeş olarak bilelim diye, hepimizi, bir tek dökme kalıbından çıkmışçasına, aynı biçimde yapmıştır. Bize verdiği armağanları paylaştırırken bazılarına, gerek beden gerekse akıl açısından, diğer kişilere göre çeşitli üstünlükler sağlamıştır. Doğa, bizi kapalı bir kampa koyarcasına bu dünyaya koymasına karşın, en güçlüleri ve en akıllıları, bir ormandaki silahlı haydutlar gibi en zayıflan ezsinler diye bu yeryüzüne yollamamıştır. Fakat aslında, bazılarına büyük diğerlerine küçük paylar vererek Doğa’nın kardeşçe bir sevgiyi gerçekleştirdiğini düşünmek gerekir. Böylece, bu sevgi, bazılarının yardım etme erkine sahip olmaları diğerlerinin ise yardıma gereksinme duymalarıyla oluşur. Daha sonra, bu iyi ana, tüm dünyayı hepimize konut olarak verip tüm insanları aynı hamurdan biçimlendirerek, her kişinin bir başkasında kendini aynaya bakarcasına görmesini ve kendini hemen hemen tümüyle tanımasını sağlamıştır. Birbirimizle daha fazla yakınlaşıp kardeşçe geçinmek, düşüncelerimizin ortak ve karşılıklı bildirisiyle istençlerimizin ortaklığmı oluşturmak için hepimize birden bu büyük armağanı, ses ve konuşma armağanını vermiştir. Doğa’nm tüm. olanaklarla bağlaşmamızın ve topluluğumuzun bağlarını daha sıkı bağlamaya uğraşmasından ve hepimizi birleştirmekten çok birler yapmayı istediğini her durumda göstermesinden dolayı, tüm insanların doğal olarak özgür olduğu üzerine kuşkuya düşmemek gerek; çünkü hepimiz yoldaşızdır, ve doğanın hepimizi arkadaşlık içine sokup kimseyi kul köle kılmamış olmasını da hiç kimse yadsıyamaz.
Fakat, gerçekten özgürlüğün doğal olup olmadığını tartışmak boşunadır. Çünkü hiç kimse zarar verilmeden köle durumunda tutulamaz ve dünyada hiçbir şey haksızlık kadar (bütünüyle ussal elan) doğaya aykırı değildir.

Etinne de La Boetie
 Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Önsöz) | Devamını oku> 

Dip Notlar
1 Montaigne, “Denemeler” adlı yapıtının 1. kitabındaki dostluk üzerine olan 28. bölümü La Boetie’nin anısına kaleme alınmıştır.
*2 Söylev ile Vindiciae arasındaki benzerliği vurgulamak için her iki yapıtta da geçen bir kaç tümceden örnek vermek yeterli olur kanısındayız: Söylev: «…Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar çok gözü nereden buldu? Eğer sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor?… Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman, onun altından temeli (kaidesi) çekilmiş bir Colosse (Rodos’taki koca Apollon heykeli) gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz. Kendi kendini kulluklaştıran, kendi boğazını kesen halk…”
Vindiciae: “… Ve neden “Kralların sayısız gözleri, milyon tane kulağı, upuzun elleri ve pek hızlı ayakları” olduğu söylenir… Halk kralı yüzüstü bırakıversin, hemen yere devrilir… Bu devin temelini altından çekin, Rodos’taki koca Apollon hekeli (Colossus) gibi ayakta duramaz, devrilip paramparça olur… Bir halkın kendini kelepçe ve zincirlere vurmasından… kendi el ve silâhlarıyla kendi kendilerinin cellâdı olmak zorunda kalmasından…» Vindiciae contra Tyrannos’un türkçe çevirisi: Mete TUNCAY (derleyen), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Seçilmiş Yazılar, Ankara, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969, Cilt II, s. 61-87.
*3 La Boetie, Devleti ifade etmek için “Republique” (res publica) yani ‘Kamusal olan” sözcüğünü kullanır. Monarşide kamusal olan hiçbir şey bulunamayacağını belirterek de monarşinin bir devlet biçimi olamayacağını dolaylı olarak dile getirir.
*4 Peloponessos Savaşlarının sonuna doğru, İ.Ö. 4O4’te Sparta’-nın yardımıyla Atina’da kurulan otoriter aristokratik yönetim.
*5 Montaigne’in La Boâtie hakkındaki, içinden bölümler aktardığımız bu yazılan, Denemeler yapıtının 1. kitabının 27. bölümünde yer almaktadır.
*6 “özgürlük” anlamında kullanılmış.
 *7 Bu görüşü, ilk kez, Montaigne’in arkadaşı olan Jacques-Au-guste de THOU, “Histoire de son temps” adlı yapıtında ileri sürmüştür. Miguel ABENSOUR ile Marcel GAUCHET de, Etienne de la Boetie, Le Discours sur la Servitude Volon-taire, Paris, Payot, 1978’in giriş bölümünde aynı görüşü paylaşmaktadırlar. 7 La Boetie, bu görüşlerini 1562 yılında yazdığı Ocak Fermam ile ilgili yazısında (Memoire touctıant l’Edit de Janvier) dile getirmiştir. La Boetie, OEuvres Politiques, Paris, Editions So-ciales, 1971, s. 81-
*8 Akademikler sözcüğü ile Platon’un Atina’da kurmuş olduğu Akademia’dan yetişen filozoflar anlatılmak isteniyor.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz