Etinne de La Boetie: Halk bir kere kulluklaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki…

Artık halkın uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor. Üstelik halk, çok içten ve istekli bir biçimde kulluk ediyor. Bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır. İlk başlarda, kuvvetle alt edilmişlikten dolayı ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Bu insanlar daha ileriye bakmadan doğdukları gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinirler ve bulduklarından başka haklan ve malları olabileceğini düşünemediklerinden de öte, doğumlarındaki durumu doğal durumları olarak kabul ederler. Bununla birlikte, tüm kalıtım haklarından yararlanıp yararlanamadığını veya kendisi ya da selefi üzerinde bir haksızlık yapılıp yapılmadığını anlamak için kütüklere arasıra bir göz bile atmayan böylesine savurgan ve gevşek başka bir mirasçı olamaz.

< Öncesi | Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev 

Kanımca yalnızca özgürlüğümüze sahip olarak değil de aynı zamanda onu koruma duygusuyla doğduğumuzu söylemek kalır. Oysa, şimdi bunun üzerinde bir kuşkuya kapılıyorsak, bu bizim iyi yönlerimizi ve doğal duygularımızı tanıyamayacak kadar yozlaştığımızı gösterir. Size, layık olduğunuz onuru vermem gerektiğini biliyorum ve size doğanızı ve durumunuzu öğretmek için karşınıza örnek olarak bizzat vahşi hayvanları koyuyorum. Eğer insanlar fazla sağır olmasaydılar, hayvanların onlara “yaşasın özgürlük” diye haykırdıklarını duyarlardı. Hayvanların bir çoğu yakalandıkları anda hemen ölürler. Örneğin, balık sudan çıkar çıkmaz yaşamını da yitirir; aynı biçimde ışığı terk eden bazı hayvanlar doğal bağımsızlıklarının yok olmasından sonra yaşamak istemezle:1. Eğer hayvanların kendi aralarında bir sıra ve üstünlük basamakları olsaydı (kanımca) özgürlüğü soyluluk olarak kabul ederlerdi. En büyüğünden en küçüğüne tüm hayvanlar yakalanınca tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, ayaklarıyla, gagalarıyla öylesine büyük bir direnç gösterirler ki, bu da kaybettikleri şeyin onlar için ne derece değerli olduğunu kanıtlar.

Daha sonra, kesin olarak ele geçirildiklerinde, hayvanlar bize felaketlerinin bilincinde olduklarını gösteren çeşitli belirgin işaretlerde bulunurlar. Bundan böyle, onların artık yaşamaktan çok canlılıklarını yitirmiş oldukları ve yaşamlarını da kulluktan hoşlanmak için değil de kaybedilmiş hoşnut durumlarına yakınmak için sürdürdükleri açıkça gözlemlenir. Gücünün son damlasına kadar kendini savunup bir kurtuluş yolu göremeyen ve yakalanmak üzere olan bir filin dişlerini ağaçlara vurarak kırması, doğduğu gibi özgür kalma arzusunun onu düşünmeye sevkedip avcılarla pazarlık yapmaya yöneltmesinden ve eğer dişleri pahasına kurtulacaksa dişlerini özgürlüğünün fidyesi olarak vermesinden başka ne olabilir ki? At doğar doğmaz hizmet etmeye alışsın diye onu yem vererek kandırırız. Eğer onu pohpohlamasını bilemezsek iş terbiye edilmesine gelince, gemi azıya alır ve mahmuza saldırır; at böyle davranarak, eğer hizmet ediyorsa, bu onun kendi arzusuyla değil de bizim zorlamamız nedeniyle olduğunu doğaya göstermek, hiç olmazsa kanıtlamak ister gibidir. Peki öyleyse ne demek gerekir? Bir zamanlar benim Fransızca uyaklarla uğraştığım dönemde dile getirdiğim gibi:
Öküzler bile boyunduruk altında sızlanır Kuşlar ise kafes içinde yakınır.
Benim bile hiç okumadığım ve senin de hoşlanmış gibi yaptığın bu mısraları yazarken beni kibirli sayacağından çekinmiyorum9. Demek ki, duygusal olan her şey, duyguyu elde ettiği andan başlayarak bağımlılığın kötülüğünü hissedip özgürlüğün peşinden koşar. Çünkü insanlara hizmet etsinler diye yaratılmış olan hayvanlar bile, karşıt arzularını belirtmeden hizmet görmeye alışamazlar. Bu ne denli kötü yazgıdır ki, bağımsızca yasamak için doğan tek yaratık olan insanı öylesine yozlaştırıp, ona ilk varlığının anısını ve buna yeniden kavuşma arzusunu unutturabilmiştir?
Üç çeşit tiran vardır. Bunu derken kötü prenslerden söz ediyorum.10 Krallığı, bir bölümü halkın seçimiyle, ikinci bir bölümü silah zoruyla ve son bölümü soylarının mirası yoluyla elde ederler. Krallığı savaş hakkı gereğince ele geçirmiş olanlar, fethettikleri topraklar üzerinde bulunduklarından dolayı bilinen bir biçimde davranırlar. Kral olarak doğanlar genellikle daha iyi değillerdir; bu şeklide doğup tiranlığın kanıyla beslenenler sütten tiranlık doğasını alırlar ve kendilerinin hükmü altındaki halkları babadan kalma serfler gibi görürler; krallığı da, mizaçlarının eğilimine yani cimri ya da savurgan oluşlarına göre, kendilerine kalmış miras gibi kullanırlar. Halkın kendisine devleti verdiği kişi daha katlanılabilir olmalıdır. Ancak bu kişi, kanımca, bu yerde başkalarının üzerinde yüceltildiğini görünce ve azamet diye adlandırılan ne olduğunu bilmediğim bu şeyden de hoşlanınca, buradan kıpırdamamaya karar verir. Genellikle bu kişi, halkın kendisine teslim ettiği erki çocuklarına aktarmaya özen gösterir. Bu çocuklar, babalarının düşüncesini öğrendikleri andan haşlayarak, şaşılacak bir biçimde, her çeşit erdemsizlikte ve hatta gaddarlıkta diğer tiranları kat kat geçerler. Özgürlüğün anısı hâlâ taze olduğu için, yeni tiranlığı güvence altına almak amacıyla, kulluğu daha çok genişleterek ve uyrukları özgürlükten daha da uzaklaştırarak onlara, özgürlüğün anısını tümüyle unutturmaktan başka bir yol göremezler. Bu durumda, gerçeği söylemek için bu uranlık biçimleri arasında birkaç fark gördüğümü, fakat bir seçenek göremediğimi belirtmeliyim; hükümdarlığa ulaşma araçlarının değişik olmalarına karcın, hepsinde hükmetme biçimi hemen hemen aynıdır. Seçimle gelmiş olanlar uyruklara sanki onlar uysallaştırılacak boğalarmış gibi davranırlar; fatihler uyruklarına karşı tıpkı avlarının üzerindeki gibi haklara sahip olduklarını düşünürler; mirasçılar ise uyrukları doğal köleleriymişçesine kullanırlar.
Fakat, eğer bugün, ne bağımlılığa alışkın ne de özgürlüğe tutkun yepyeni insanlar doğsa, bu insanlar bağımlılığın ve özgürlüğün ne olduğunu bilmedikleri gibi adlarını da hiç duymamış olsalardı veya uyrukluk olma ya da özgür yaşama seçeneği ile karşı karşıya kalsalardı, hangisini kabul ederlerdi? Bir insana hizmet etmeyi değil, yalnızca akla boyun eğmeyi sevecekleri üzerinde kuşkuya düşmemek gerek. Yoksa, Israel insanları gibi hiç bir zorlama ve gereksinme olmadan kendilerine bir tiran yaratmaları mümkün olacaktı. Bu ulusun da tarihini okuduğum zaman öylesine canım sıkılıyor ki, onun başına daha sonraları bir sürü kötülüğün gelmiş olmasından memnun olacak kadar insanlıktan uzaklaşıyorum. Fakat elbette tüm insanlar, kendilerinde insansal bir şey kaldığı sürece kulluklaşmalarını, iki durum-dan biri olduğu zaman yani zorlandıkları ya da aldatıldıkları için kabul ederler; zorlama ya yabancı silahlı güçler tarafından, örneğin Atina ve Sparta’nın İskender’e boyun eğmesi gibi, ya da Atina’nın Peisistratos’un eline düşmesi gibi hizipler tarafından gerçekleşir11. İnsanlar çoğu kez aldatılma ile özgürlüklerini kaybederler; bu durumda insanlar başkaları tarafından kandırılmaktan çok kendi kendilerini aldatırlar. Tıpkı bu şekilde, Sicilya’nın en önemli kenti olan ve bugün Saragossa diye adlandırılan Syraküza halkı, savaşlar tarafından sıkıştırılınca, tehlikeye karşı koymak için düşüncesizce Birinci Dionysios’u yüceltip ona orduyu yönetme görevini vermişti;12 kendini sakınmadan onu öylesine büyük kıldı ki, bu sinsi ve kurnaz kişi, düşmanlarını değil de sanki yurttaşlarını yenmişçesine zaferle dönüp kendini ilk önce komutanlıktan kral, sonra da krallıktan tiran yapmıştı.
Halk bir kere kulluklaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor. Üstelik halk, çok içten ve istekli bir biçimde kulluk (hizmet) ediyor. Bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır. İlk başlarda, kuvvetle alt edilmişlikten dolayı ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Bu insanlar daha ileriye bakmadan doğdukları gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinirler ve bulduklarından başka haklan ve malları olabileceğini düşünemediklerinden de öte, doğumlarmdaki durumu doğal durumları olarak kabul ederler. Bununla birlikte, tüm kalıtım haklarından yararlanıp yararlanamadığını veya kendisi ya da selefi üzerinde bir haksızlık yapılıp yapılmadığını anlamak için kütüklere arasıra bir göz bile atmayan böylesine savurgan ve gevşek başka bir mirasçı olamaz. Fakat, her şeyde bizim üzerimizde büyük bir erke sahip olan göreneklerin, en fazla etkinliği, bize hizmet etmeyi ve (Mithridates’in zehir içmeyi bir alışkanlık yaptığının söylendiği gibi) kulluk zehirini yutup, acı bulmamayı öğretmelerinde bulunur.
Bizde önemli bir yer tutan doğanın bizi istediği yere çektiği ve bizi iyi ya da kötü yarattığı yadsımaz. Fakat, doğanın göreneklerden daha az erke sahip olduğunu da iti-laf etmek gerekir. Doğal olan ne kadar iyi olursa olsun, eğer onun bakımı yapılmazsa, yok olup gider; ve doğaya karşın, eğitim bizi, her zaman için, istediği biçime sokar.
Doğanın bizim içimize koyduğu iyilik tohumları öylesine ince ve narindirler ki, karşıt bir besinin en ufak bir uyuşmazlığına katlanamazlar. Bu tohumlar kendilerini kolayca devam ettiremediklerinden dolayı yozlaşıp tükenirler ve hiç bir şey olamazlar. Meyva ağaçları gibidirler: Kendi • başlarına bırakıldıklarında, hepsi kendilerine özgü olan doğalarını sürdürürler; fakat, onlara yapılan aşıya göre hemen bu doğalarını terkedip, kendilerinin olmayan başka tür meyvaları taşımaya başlarlar. Tüm bitkilerin kendilerine özgü nitelikleri, doğaları ve özellikleri vardır. Bununla birlikte, don, iklim, toprak veya bahçıvanın eli, bu bitkilerin verimliliklerinden çok şey eksiltir ya da onlara çok şey katar. Bir yerde gördüğümüz bir bitkiyi başka bir yerde —değiştiğinden dolayı— tanımayabiliriz. Çok az sayıda olan ve öylesine özgürce yaşayan Venediklilere bakarsak, içlerinde en kötü olanın bile kral olmak istemediğini görürüz. Aynı şekilde doğup eğitilmiş bu insanların, özgürlüklerini en iyi biçimde kimin daha iyi sürdürebileceğinden başka bir tutkuları yoktur. Beşikten beri bu şekilde öğrenmiş ve davranmış olan Venedikliler, bağımsızlıklarını en ufak bir parçasını bile dünyanın diğer tüm mutluluklarını elde etmek için feda etmezler. Bu insanları gören .bir kişi kalkıp da bizim büyük Efendi13 diye adlandırdığımız insanin topraklarına gitse, burada sanki bu büyük Efendi’ye kulluk-köle

ilk etmek için doğmu ve onu yerinde tutmak uğruna can-lannı veren insanlarla karşılaşacak. Bu kişi, bu insanlarla diğerlerinin aynı doğal yapıya mı sahip olduklarını yoksa bir insanlar sitesinden çıkıp bir hayvanlar parkına mı girdiğini düşünecektir? Sparta’nm düzenleyicisi Lykurgos, Lakedemonya halkına insanların nasıl eğitilirlerse öyle olacaklarını göstermek için iki kardeş köpek beslemiş, ikisi de aynı sütü emdikten sonra, biri mutfakta diğeri ise kırlarda avcı borusuna alışarak büyütülmüş. Lykurgos, köpekleri çarşının ortasına getirmiş ve karşılarına bir yemekle bir av tavşanı koymuş. Kardeş olmalarına karşın, biri yemeğe diğeri ise tavşana koşmuş. Böylece Lykurgos, yasaları ve düzenlemeleriyle Lakedemonyalıları öylesine iyi eğitip yetiştirmiş ki, hepsi yasa ve kral dışında başka bir efendiyi kabul etmektense bin defa ölmeyi yeğlermiş.
Büyük Pers kralı Kserkses’in gözdelerinin bir zamanlar Partalılar üzerine anlattıkları bir söyleşiyi anımsatmaktan memnunluk duyuyorum.14 Kserkses Yunanistan’ı fethetmek için büyük ordusunun hazırlıklarına başladığında, Yunan sitelerine su ve toprak istemek için elçiler yollamıştı. Ne Sparta’ya ne de Atina’ya hiç elçi göndermemişti; bunun nedeni Spartalılarm ve Atinalıların daha önce babası Dareois’un aynı istekte bulunmak için gönderdiği elçilerden bir kısmını çukurlara diğerlerini bir kuyuya atarak, toprağı ve suyu oradan ustalıkla çıkartıp prenslerine götürmelerini söylemiş olmalarımdandı. Bu insanlar özgürlüklerine dokunan en ufak bir söze bile katlanamazlardı. Spartalılar, böyle davrandıkları için Tanrıların, özellikle de habercilerin Tanrısı Talthybios’un hışmına uğramışlardı. Tanrıları yatıştırmak için, Kserkses’e, ne isterse yapsın ve öldürdükleri babasının elçilerinin karşılığını alsın diye yurttaşlarından ikisini göndermeye karar verdiler. Birinin adı Sperthies diğerinin ki Bulis olan iki Spartalı bu ödemeyi yapmak için gitmeyi gönüllü olarak kabul etiler. Yola koyuldular ve Asya kıyılarındaki tüm kentler üzerinde kralın askeri şefi olan Hydarnes adındaki bir Perslinin sarayına vardılar. Hydarnes onları saygıdeğer bir biçimde kabul etti. Karşılıklı çeşitli söyleşilerden sonra, onlara neden kralın dostluğunu böylesine reddettiklerini sordu. Değerli kişileri kralın nasıl onurlandırdığını, Spartalılar, bana bakarak anlayın ve inanın, ve siz de ona tabi olursanız size de aynı şekilde davranacağını düşünün (dedi). Eğer siz, değer verdiği Spartalılar, ona ¦’ tabi olursanız, içinizde Yunanistan’ın herhangi bir kentine > senyör olmayan kimse kalmaz (dedi). Bunun üzerine Lake-demonyalılar şöyle dile getirdiler düşüncelerini: Bu konuda, Hydarnes, sen bize iyi öğüt vermesini bilemezsin; çünkü bize söz verdiğin iyiliği sen denemişsin, fakat bizim yararlandığımız iyiliğin ne olduğunu sen bilemezsin; kralın lütfunu tanımışsın, fakat özgürlüğün tadının nasıl olduğu, onun ne kadar tatlı olduğu hakkında sen hiçbir şey bilmiyorsun. Eğer özgürlüğü de tatmış olsaydın, onu mızrak ve kalkanla değil de dişlerimiz ve tırnaklarımızla savunmamızı öğütlerdin bize. Ne söylenmesi gerektiğini yalnızca Spartalı dile getirdi; fakat Spartalı da, Persli de nasıl eğitilmişlerse öyle konuşuyorlardı. Çünkü, Persli hiç bir zaman özgür olmadığından özgürlüğü kaybetti diye üzüntü duyamazdı; Lakedemonyah ise bağımsızlığı tattığı için bağımlılığa katlanamazdı.

Utikalı Kanton, daha bir çocukken diktatör Sulla’nm evine gidip gelirdi15. Bunun nedeni, bu evin kapılarının ona sürekli açık olmasından ve Sulla ile yakın akrabalığından ileri geliyordu. Katon bu eve, her iyi aile çocuğunun yapmağa alışkın olduğu biçimde, yani efendisiyle beraber giderdi. Sulla’nm konağında, gerek onun önünde gerek onun buyruğu üzerine, insanların mahkum edildiklerini, bir kişinin sürülürken diğerinin boğazlandığını, bir yurttaşın hapis edilmesinin diğerinin ise kellesinin istendiğini görmüştü. Sonuç olarak, burada herşey kentin bir görevlisinin evindeki gibi değil de, halikın tiranının evindeki gibi oluyordu, ve burası bir adalet divanı değil, fakat uranlığın yatağıydı. Bu soylu çocuk efendisine şöyle dedi: Bana neden bir hançer vermiyorsunuz? Onu giysimin altında saklayacağım. Sulla’nm odasına çoğu kez o uyanmış obuadan önce giriyorum. Kenti ondan kurtarmaya yetecek kadar güçlü bir kolum var. İşte bu gerçekten Katon’a vergi olan bir sözdü. Bu söz, bu kişinin ölümüne yanaşır başlangıcıydı. Bununla birlikte, Katon’un ne adından ne de ülkesinden söz edilsin, yalnızca olay olduğu gibi anlatılsın. Olay kendiliğinden, onun bir Romalı olduğunu ve Roma’da, ama özgür olduğu zamanki gerçek Roma’da, doğduğunu söyleyeceği için bunu talimin etmek hiç de güç olmayacaktır. Tüm bunları neden söyledim? Elbette ki hem ülkenin htem de toprağın, insanları (özgür ya da köle olmalarına doğru) yönelttiğine inandığımdan dolayı değil. Çünkü, her ülkede, her çevrede bağımlılık kötü, özgür olmak ise iyidir.
Fakat ben, boyunduruk altında doğup da özgürlüğün gölgesini bile göremeyip köle olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlayamayan insanların hoş görülmelerinin ya da bağışlanmalarının taraftan olduğum için bunları söyledim.

Örnek olarak güneşin bize görüldüğünden daha başka biçimde görüldüğü ülkeleri ele alalım. Buralarda, güneş altı ay sürekli parladıktan sonra, yılın geri kalan kısmında kendini göstermeyip insanları karanlıkta bırakır. Bu uzun gecede doğan kişilerin aydınlıktan konuşulduğunu duymamış Ve gündüzü hiç görmemiş olduklarını düşünürsek, bu kişilerin ışığı arzulamadan içinde doğdukları karanlığa alışmalarını görmek bizi şaşırtır mı? Hiçbir zaman bilmediğimiz bir şeyden dolayı sızlanıp yakınmayız; üzüntü, pişmanlık, ancak hazdan sonra ve her zaman geçmiş sevincin anısının ardından gelir. İnsanın doğal özelliği özgür olmak ve özgür olmayı istemektir; fakat doğası öyle bir biçimde yapılmıştır ki, doğal olarak insanın doğal özelliği eğitimin kendisine verdiği biçimi alır.
Öyleyse, insana eğitim ve alışkanlıkla kazanılmış her şeyin doğal olduğunu söyleyelim. Fakat yalın ve yozlaşma-nıış (değişime uğramamış —çev.—) doğasının belirttiği, yalnızca doğasının özüne ilişkin olandır.16 Böylece, gönüllü kulluğun ilk nedeninin görenekler olduğunu belirtebiliriz. Kulakları ve kuyrukları kesik en cesur atlar, ilk önceleri gemi azıya alır, fakat daha sonra buna alışırlar; bir zamanlar eyere saldırırken, şimdi koşum takımları içinde gururlu ve kibirli bir biçimde dolaşırlar. İnsanlar da, bu atlar gibi, her zaman kul (suje) olduklarını ve babalarının da kendileri gibi yaşadıklarını söylerler. Geme katlanmakla yükümlü tutulduklarını düşünürler ve zamanla onlara tiranlık eden kişilerin tiranlığı kendilerine mülk edinmelerini sağlarlar.
Fakat, gerçekten, yıllar kimseye kötülük yapma hakkını vermez, yoksa haksızlık büyür gider. Her devirde, diğer insanlardan daha iyi doğmuş bazı kişiler bulunur. Bunlar boyunduruğun ağırlığım hissedip sürekli ondan kurtulmaya çalışırlar, bağımlılığa hiçbir zaman alışamazlar, ve kulübesinin dumanını denizde ve karada arayan Odysseus gibi doğal ayrıcalıklarını gözetmeden ve kendilerinden öncekiler ile bunların ilk durumlarını düşünmeden edemezler. Doğal olarak, kesin sağduyulu ve kavrayışlı bir akla

sahip bu kişiler, “aşağı halk tabakasının” yaptığı gibi ayaklarının ucuna bakmakla yetinmezler; arkalarını ve önlerini gözeterek geçmiş şeyleri, gelecektekileri kestirmek ve şimdikileri değerlendirmek için ortaya koyarlar. Kendiliğinden iyi bir kafa yapısına sahip olan bu kişiler, kafalarını eğitim ve bilgiyle daha da sağlamlaştırmışlardır. Bu kişiler, özgürlük yeryüzünde tümüyle yok olsa bile, özgürlüğü düşleyerek, hissederek ve halâ onun tadım duyarak kölelikten — ki bu süslenip püslense de yine — en ufak bir tad alamazlar.
Büyük Türk, her şeyden çok kitap ve doktrinlerin, in-sanlarıı kendilerini tanımalarına ve uranlıktan nefret etmelerine yardımcı olduğunu çok iyi anlamıştır. Topraklarında, onun istemediğinden fazla bilge kişinin bulunmadığını duydum. Oysa, genel olarak, uzun zamandan beri bağımsızlık tutkusunu korumuş bu kişiler ne kadar fazla sayıda olsalar da, onların uğraşları ve duyguları birbirlerini tanımaları için en ufak bir etkiye sahip değildir. Tiranın hükmü altında, hareket etme, konuşma ve büyük ölçüde düşünme özgürlüğü, onların elinden alınmıştır. Hepsi, fantazilerinin içinde birbirlerinden kopuk yaşarlar. Böyle olmakla birlikte, Momus, insanın yüreğine bir pencere açarak buradan insanın düşüncülerinin görülmesini isteyen Vulcanus’la pek alay etmemiştir17. Bununla ne demek istediğimizi bir örnekle gösterelim; Burutus ve Cassius, Roma’nm ya da daha doğrusu tüm dünyanın kurtulması işlemine giriştiklerinde, kamu iyiliği için didinen —eğer gerçekten öyleyse — Cicero’yu davalarına ortak etmek istememişlerdi; böylesine yüce bir iş için yüreğinin çok zayıf olduğunda karar kılmışlardı. Onun istencine güvenmişler, fakat cesaretinden hiç de emin olamamışlardı. Yine de, eski tarihi ve

geçmiş olayları inceleyip onlar üzerinde konuşmak isteyen her kişi, ülkelerinin kötü ellerde, kötü yönetildiğini görüp iyi bir niyetle onu kurtarmaya girişen insanların başarıya ulaşamadıkları ve özgürlüğün ortaya çıkmak için kendiliğinden onlara yardım etmediği durumlarla ya çok az karşılaşır ya da böyle durumlara hiç rastlamaz. Erdemli bir biçimde ülkelerinin kurtulmasını tasarlayan Hermodius, Aristogiton. Thrasybules, ©ski Brutus, Valerius ve (genç) Dionysos18 bunu başarıyla uygulamışlardı. Böyle bir durumda, talih hemen hemen her zaman iyi emelleri, iyi niyetleri olan kişilere gülmüştür. Genç Brutus’la Cassius bereket versin ki kulluğu ortadan kaldırdılar, fakat özgürlüğü getirirken öldüler, yoksa sefil bir biçimde değil. Bundan dolayı, bu insanlarda, onların yaşamlarında ve ölümlerinde, sefil bir şey olduğunu söylemek ne büyük bir ayıp olur. Fakat, büyük bir kayıp, sürekli bir felaket gerçekleşti ve cumhuriyet tümüyle yıkıldı; çünkü, kanımca, onlarla birlikte cumhuriyet de gömülmüştü. Bundan sonra, Roma imparatorlarına karşı girişilen diğer eylemler, yalnızca imparatorların yerini almak isteyen gözü yükseklerde olan kişilerin kurduğu komplolardı. Bu kişiler, başlarına gelen kötülüklerden dolayı acınacak insanlar değillerdir; çünkü hükümdarlığı kaldırmayı değil de harap etmeyi istiyorlardı ve tiranı kovup tiranlığı sürdürmeyi amaçlıyorlardı. Bu kişilerin başarıya ulaşmalarını istemediğimden başka, bunların (başlarına gelen kötülüklerden dolayı), özgürlüğün kutsal adının kötü emeller için kullanılmaması gerektiğini ibret olarak göstermiş olduklarına da memnun oluyorum. . Fakat, hemen hemen ucunu kaçırdığım sözlerime geri döneyim. İnsanların gönüllü kulluk etmelerinin birinci nedeni olarak onların serf doğduklarını ve bu biçimde eğitildiklerini söylemiştim. Bu nedenden ikinci bir neden ortaya çıkar: Tiranların hükmü altında insanların çok kolay bir şekilde alçak ve “effemine” (kadınımsı, zayıf) olmaları. Bu olguyu ortaya koymada, “Hastalıklar” olarak adlandırdığı kitaplarından birinde, bundan kendisini nasıl sakındığını anlatan tıbbın büyükbabası Hippokrates’e çok şey borçluyum. Bu kişi sağlam bir yüreğe sahip olduğunu —ki gerçekten böyleydi —, büyük kral onu cazip tekliflerle ve büyük armağanlarla kendi yanma çekmek istediği zaman göstermişti. Bunun üzerine ona açıkça, Yunanlıların öldürmek isteyen barbarları tedavi etmenin vicdanını rahatsız edeceğini ve Yunanistan’ı boyunduruk altına almaya kalkışan kendisine de sanatıyla hizmet etmeyeceğini söylemişti. Bugün de diğer yapıtları arasında bulunan büyük krala yazdığı mektup, her zaman onun sağlam yüreğinin ve soylu doğasının (doğal yapısının —çev.—) bir kanıtı olarak kalacaktır. Oysa, özgürlüğün kaybedilmesiyle birlikte yürekliliğin de bir anda yok olduğu kesindir. Bağımlı olan insanlar savaşta ne canlı ne de dayanıklı olurlar. Tehlikeye, sanki elleri kolları bağlıymış gibi ve bir alışkanlığı yerine getirircesine uyuşuk bir biçimde karşı çıkarlar. Yüreklerinde tehlikeyi küçümseten ve yoldaşları arasında güzel bir ölümle onur övüncesini kazanmayı isteten özgürlük ateşi kay-namaz. Özgür insanlar arasındaki her kişi, hem kendisi hem de toplumun iyiliği için en iyisini yapmayı arzular; orada, herkes ya yenilginin kötülüğünden ya da yenginin iyiliğinden payına düşeni almayı bekler. Oysa, köleleşmiş insanlar, bu savaşçı cesaretlerinden başka her şeydeki canlılıklarını da yitirirler. Alçak ve yumuşak olan yürekleri, büyük şeyleri (yani, özgürlüğe kavuşmak uğruna herhangi bir eylemi —çev.—) yapabilmekten yoksundur. Bu durumu çok iyi bilen tiranlar, insanların bu alışkanlığa kapıldıklarmı görüp, onları daha çok gevşetip yumuşatmak için yardım bile ederler.
Yunanlıların ciddi ve en önemli tarihçilerinden biri olan Ksenophon yazdığı küçük fair kitapta, Simonides’i Sira-küza kralı Hieron’la tiranların sefaleti üzerine sÖ3’leşide bulundurur19. Bu kitap, kanımca, mümkün olabildiğince incelikle dile getirilmiş çeşitli iyi ve önemli uyarmalarla doludur. Tanrıya çok şükür derdim, eğer bugüne dek varolmuş tüm tiranlar bu kitabı gözlerinin önüne koyup ondan bir ayna gibi yararlanmış olsalardı. O zaman, tiranların, çirkinliklerini görmediklerine ve yaptıkları işlerden herhangi bir utanç duymadıklarına inanmam mümkün olmazdı. Bu yapıtta Ksenophon, tiranların ne gibi bir güçlükle karşı karşıya olduklarını, herkese kötülük yaparak herkesten çekinmek zorunda kaldıklarını anlatır. Bundan başka, kötü kralların kendi insanlarına (ki onlara kötülük yapmıştır) güvenmeyip onları ellerine silah veremediklerinden dolayı, parayla tuttukları yabancıları savaşta kullandıklarını söyler. Bir zamanlar, bugünden daha da fazla, hizmetlerinde parayla tuttukları yabancı uluslar hatta Fransızlar bile bulunan iyi krallar olmuştur. Fakat başka bir tasarıdan hareket eden bu krallar, insanlarını korumak, onların yaşamlarını sakınmak için para harcamayı hiç te kayıptan saymamışlardı. Skipion’un (kanımca, bu kişi büyük Afrikanustur) “tek bir yurttaşımın yaşamını kurtarmayı yüz düşmanı bozguna uğratmaya yeğlerim» diyerek dile getirdiği şeydir bu. Fakat, tiranın, erkini hiçbir zaman güvence altında görmediği kesin bir gerçek; yoksa tiranın böyle bir noktaya ulaştığı zaman hükmü altında değerli hiçbir insan kalmamış demektir. Öyleyse, Tranta’da Thrason’un Fillerin efendisini kınamak için kullandığı şu sözler haklı olarak tirana da. söylenebilir:
Bundan dolayı siz böylesine cesursunuz
Çünkü hayvanlardır bakmakla yükümlü olduğunuz.
Fakat tiranların uyruklarını alıklaştırmak için kullandıkları ıbu kurnazlık en açık biçimde, Kyros’un Lydia’nm başkenti Sardes’i ele geçirdikten ve Kroisos’u, bu çok zengin kralı, yanında tutsak olarak götürdükten sonra Lydia-lılara yaptıklarında görülür. Kyros’a Sardeslilerin ayaklandıkları haberi iletilmişti. Kral, çok kısa bir süre sonra bunlara yine boyun eğdirdi. Fakat böylesine güzel bir kenti ne yağma edip yakıp yıkmak, ne de elinde tutmak için sürekli bir ordu bulundurmak zahmetine katlanmak istemediğinden dolayı, bu kentten emin olmak amacıyla çok akıllı bir çareye başvurdu20. Burada genelevler, tavernalar, eğlence yerleri kurdurdu ve kent sakinlerinin bunları kullanmaları doğrultusunda bir buyruk yayınladı. Sardes’teki garnizon öylesine rahata erişti ki, bundan sonra Lydialılara karşı bir kez bile kılıç çekmek zorunda kalmadı. Bu zavallı sefil insanlar ise öylesine her çeşit oyun icat ederek oylanmaya başladılar ki, bizim “eğlencelik” (eğlenceli, hoş vakit geçirecek şey —çev.—) dediğimizi, daha sonraları Latinler, onlardan esinlenerek, sanki Lydia demek istercesine “Iudi” olarak adlandırdılar. Tüm tiranlar, adamlarını ‘effemine” (kadınsı) yapmak istediklerini böyle açık açık belirtmemişlerdir; fakat, gerçekten Kyros’un açıkça emretmiş olmasına karşı diğerlerinin birçoğu bunu gizlice uygulamaya çalışmışlardı. Aslında, bu durum, sayıları kentlerde daha fazla, olan aşağı halk tabakasının doğal yapışma uygundur. Kendini sevene karşı kuşkulu, kendisini aldatana karşı ise saftır. Ağızlarına çalman iki parmak bal ile cezbedilen halklar kadar, ne avcı düdüğüne kanıp tuzağa düşen saf bir kuş, ne de yem için oltaya takılan alık bir balık olabileceğini düşünmeyin. Pohpohlandıklarında hemen kendilerini teslim etmeleri şaşılacak şeydir. Tiyatrolar, oyunlar, gösteriler, acayip hayvanlar, madalyonlar, tablolar ve diğer uyuşturucular eski halklar için kulluklaşmanım yemi, özgürlüğü yitirmenin bedeli, uranlığın araçlarıdır. Eski tiranlar bu çareyi, bu uygulamayı, bu yemleri uyruklarını boyunduruk altında uyutmak için kullanırlardı. Böylece gözlerinin önünde olan bu eğlenceliklerini güzel bulup onlardan hoş bir haz alan aptallaştırılmış halklar, küçük çocuklar gibi, fakat onlardan daha da kötü bir biçimde, budalaca hizmet etmeye alışırlardı; çünkü küçük çocuklar, hiç olmazsa, minyatürlerle süslü kitapların parlak resimlerine bakmak uğruna okumayı öğrenirler. Romalı tiranlar daha başka bir noktayı öngörmüşlerdi; her şeyden çok midesinin zevkine önem verip kendini koyuveren bu ayak takımını aldatmak için, sık sık on kişilik asker birliklerine (decuria) ziyafet çekerlerdi. İçlerinde en zekisi bile, Platon’un devletinin özgürlüğüne yeniden kavuşmak amacıyla çorba tasını terket-meyi akıl edemezdi. Tiranlar çeyrek litre buğday, yarım litre şarap ve gümüş bir para bağışlarlardı, ve işte o zaman “Yaşasın kral” diye bağırıldığını duymak açınılacak bir şeydi. Kalın kafalı kişiler, kaybettiklerinin bir bölümünü geri almaktan başka bir şey yapmadıklarını ve bunlara kavuşurken tiranın onlardan daha önce bunları almasaydı hiçbir şey veremeyeceğini düşünemiyorlardı. Bugün Tiberius’u ve Neron’u cömertliklerinden dolayı kutsayıp gümüş para toplayan ve kamu şölenlerinde tıka basa doyan kişi, yarın mallarını bu muhteşem imparatorların para tutkularına, çocuklarını şehvet tutkularına ve hatta kanını gaddarlıklarına terketmek zorunda kalınca, bir taş gibi tek kelime söylemez, bir ağaç kütüğü gibi de kıpırdanmazdı. Aşağı halk tabakası, her zaman, bu biçimde davranmıştır. Tümüyle iradesiz ve sefil olduğundan namusluca haz alamaz, haksızlıklara ve acılara duyarsız kaldığından bunlara namusluca katlanamaz. Bugün ise Neron’dan konuşulduğunu duyup da bu iğrenç ve pis hayvanın, bu aşağılık acaip yaratığın ikinci adından dolayı bile titremiyecek hiç kimse görmüyorum. Yaşamı kadar iğrenç denebilecek ölümünden sonra Roma halkı (oyunlarını ve şölenlerini anımsayarak), öylesine kederlenmişti ki, az kalsın yas tutacaktı. Eğer, iyi, ciddi ve emin yazar Cörnellius Tacitus’un21, yasaları ve özgürlüğü rafa kaldırmış olan Julius Sezar’m ölümünden sonra bu halkın tutumu üzerine yazdıkları göz önünde bulundurulursa bunun hiç de acaip bir şey olmadığı anlaşılır. Bu kişide (Julius Sezar’da —çev.—) —kanımca— insanlığından başka değerli hiçbir şey bulunmadığından dolayı, bu niteliği öylesine göklere çıkartıldı ki, asla olmamış, en vahşi tiranın en büyük gaddarlığından bile daha fazla zarar verdi. Çünkü, gerçekten Roma halkı için kulluğu tatlılaştıran bu zehirli yumuşaklık oldu. Fakat ölümünden sonra, hâlâ ağzında şölenlerinin tadı olan ve cömertliğinin anısını taşıyan bu halk, onu saygı töreniyle yakmak için meydandaki sıralan canla başla taşıyıp bir yığın oluşturdu; daha sonra sanki halkın babasıymış gibi (ki sütun başlığında böyle yazılmıştı) anısına bir sütun dikip, onu öldürenlerin dışında yeryüzündeki hiçbir insana yapmaması gereken onurlandırıp yüceltmeyi, ölmüş olan bu kişiye yaptı. Bundan başka, Roma imparatorları, genel olarak, halk tribünü sanını almayı da ihmal etmediler; çünkü bu görev kutlu ve kutsal sayılmasının yanında devletin bir lütfü olup halkın korunması ve savunulması amacıyla oluşturulmuştu. Bu sayede, imparatorlar, halkın bu görevin etkilerini hissetmeyip yalnızca adına önem vermesinden dolayı, kendilerine daha fazla güvenilmesini sağladılar.

Bunun karşıtı olarak, bugün, ortak iyilik ve halkın rahatlaması üzerine güzel sözler söylemekten geri duramayanlar (krallar —çev.—), dolaylı bir biçimde de olsa, en ufak bir kötülük yapmayanlardan daha iyi bir şey yapmış olmuyorlar. Çünkü, bu kişilerin bazı durumlarda çok incelikle kullanabildikleri formülleri22 bilirsiniz. Fakat bunların bir çoğu çok fazla küstah olduklarından yeterince incelik taşımazlar. Asur kralları ve daha sonraları özellikle Med kralları, toplumun karşısına mümkün olduğunca geç çıkarlardı; böylece bu “aşağı halk tabakasında” kendilerinin insandan daha üstün bir şey olduklarına ilişkin bir kuşku yaratılırdı, ve görmedikleri nesneler üzerinde kolayca imgeler oluşturan insanlar bu düş içinde bırakılırdı. Uzun süre Asur İmparatorluğu’nda bulunan tüm uluslar, bu gizin etkisiyle hizmet etmeye alışırlardı ve efendilerinin kim olduğunu bilmeden hatta bir efendileri olup olmadığını kendiler rine sormadan daha gönüllü bir biçimde hizmet ederlerdi; hepsi de hiç kimsenin görmediği bu tek kişiden, bir inanç sonucu olarak korkarlardı. Mısır’ın ilk kralları kendilerini çok az gösterirlerdi; o zamanda, başlarında ya bir dal ya da ateş taşıyarak görünüşlerini değiştirirler ve kendilerini birer soytarı durumuna sokaklardı. Böyle acayiplik yaparak uyruklarında saygı ve hayranlık doğururken, aptal ya da kul-köle olmayan ve bunlar alışkın bulunmayan insanlar için ise eğlence ve alay konusu olurlardı. Geçmiş devirlerdeki tiranların tiranlıklarını kurmak için ne gibi şeylerden yararlandıkları üzerinde konuşulduğunu işitmek ve bu aşağı halk tabakasının bulunduğu duruma layık olduğunu ve kendisine kurulan ağın içine düştüğünü anlayan tiranların küçük, basit araçları ne derece fazla kullandıklarını görmek ne denli acınacak bir şeydir. Tiranlar, bu halkı her zaman öylesine kolay bir biçimde kandırdıklarından ötürü, onu hiç ciddiye almayıp umursamadıkları zaman daha fazla kul-köle kılmışlardır.

Etinne de La Boetie  
< Öncesi | Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Önsöz)  | Devamı yakında…>

Dipnotlar
9 LaBoetie, büyük bir olasılıkla, Bordeaux Parlamentosu’nda kendinden önce danışmanlık görevinde bulunmuş olan Lon-ga’ya seslenmektedir. Mesmes’in elyazmasında yapıtın Lon-ga’ya ithaf edildiği görülmektedir.
10 La Bo£tie, uranlıkla monarşiyi, yani tek kişinin iktidarını kastetmektedir. Görüleceği gibi, La Boetie 16. yüzyılda yaygın olan monarşi çeşitlerinin sınıflandırılmasını tiranlık başlığı altında yapmaktadır.
11 Peisistratos, İ.Ö. 600-527 yıllan arasında yaşamış Atina tiranıdır.
12 Birinci Dionysios, l.Ö. 430-367 yılları arasında yaşamış Syraküza tiranıdır.
13 Osmanlı padişahı.
14 Utika, Kartaca yakınlarında eski bir kentin adı.
15Katon (İ.Ö. 95-46), Romalı bir devlet adamıdır; Sezar’a karşı koymuş ve Thapsus yenilgisinden sonra, Utika’da yaşamına kılıcı ile son vermiştir.
16 La Boetie, devrindeki diğer bir çok hümanist gibi, eğitimi insan doğasının bir parçası olarak kabul ediyor. Fakat insan doğasıyla insan doğasının özü arasında bir ayırım gözetiyor.
17 Momus, alay etme tanrısı; Vulcanus, Yunanlıların ateş tanrısı Hephaistos’un latince adı.
18 Hermodius ile Aristogiton Atina tiranı Peisistratosun oğlu tiran Hipparkhos’u öldüren kişilerdir. Thrasybules İ.Ö. 408 da Atina’dan Uranlığı kovan kişidir. Eski Brutus ile Valerius Publicola Roma Cumhuriyetini kuranlardandır. Genç dionysos isa tiran eski Dionysos’u devirip, daha sonra da Syra-küza’da kendi tiranlığını kuran kişidir.
19 Hieron, İ.Ö. 478-466 yılları arasında Syrakûza’da tiran olarak yönetimde bulunmuştun Simonides (İ.Ö. 556-467) Kos’lu bir Yunan ozanıdır.
20 Herodotos’a göre bu çareyi Kyros’a, tutsak ettiği Lydia’nın; eski kralı Kroisos öğütler. Herodotos,
21 Cörnellius Tacitus, (İS. 55-120) Romalı tarih;i.
22 La Boâtie, bir baskıyı da bildirse yine de halkın iyiliği kavramına başvuran Fransız kraliyeti emir ve fermanlarının kullandıkları gerekçelerden dolaylı bir biçiminde söz ediyor.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz