Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi Üzerine – Murat Belge

hikmet-kivilcimliDoktor Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye sosyalizmi tarihinde mutlaka eleştirilmesi gereken bir kişidir; karalamak üzere değil, öneminin anlaşılması için. Çünkü sosyalizm tarihinin önemli bir kısmında hayattadır ve etkindir. Sosyalizmin Türkiye’de gelişmesi tarihi içinde yoğrulmuştur; bu bakımdan, sözkonusu gelişme biçiminin bir çeşit göstergesi gibidir. Öte yandan, sosyalizmin gelişmesine onun da katkıları vardır. Bunların da ayrıca anlaşılması, değerlendirilmesi gerekir.
Kıvılcımlı’yı eleştirirken özellikle nesnel bir tavır takınmanın gerekliliğine inanıyorum. Yani, herhangi bir politik hedefin kaygılarına kapılmadan doğrudan doğruya Kıvılcımlı’nın kendisinin ne olduğunu, neleri, niçin temsil ettiğini anlamak, başlı başına bir zorunluluktur. Böylesi, kanımca, Kıvılcımlı’nın şu ya da bu özelliğini bazı polemikler için abartmaktan daha yararlı bir çaba olur Türkiye’de sosyalizmin geçmişini anlamak için.

Bir eleştiri, ister istemez, eleştiri nesnesi olan kişinin, akımın, olayın, vb. olumsuz yanlarını ön plana çıkarır. Ama bu, olumlu yanların inkârı demek değildir elbette. Kıvılcımlı’yı eleştirirken bazı noktaları abartmak, haksızlık etmek beni fazla ürkütmüyor, çünkü bunlar karşı eleştirilerle onarılır, düzeltilir; ama Kıvılcımlı gibi hayatını davaya adamış bir devrimcinin bu yanına ufak bir saygısızlık göstermekten gerçekten çekiniyorum. Şüphesiz yalnız Kıvılcımlı için değil, sosyalizme emeği geçen herkes için böyledir bu. Türkiye gibi, suçlamalarda ölçünün çok çabuk kaçtığı ve en ağır saldırıların sorumsuzca yöneltilebildiği bir ülkede, dilimizi bu gibi küfürbaz alışkanlıklardan arıtmak için gerçekten zorlu bir çaba göstermeliyiz.

Hikmet Kıvılcımlı’nın eserlerinde bazan ikici (dualist) gibi görünen özellikler, onun neredeyse iki ayrı teorik kimliği olduğu yorumuna yol açmıştır. Ben bu görüşe tamamen katılmıyorum. Çünkü her ne kadar çeşitli düzeylerde ikici olsa da, aslında, bütün teorisi, o ikiciliği bir teorik tekçiliğe (monizme) indirgeme çabasıdır.

Kıvılcımlı’nın eserlerini ikici bir yapı içinde ele alanlar, daha çok onun bir yanını benimsemek isteyip, öbür yanını kabul edemeyenlerdir, (tabiî, görünürde varolan “yan”lar bunlar). Kıvılcımlı’yı herhangi bir eleştiriden geçirmeden kabul etmeye eğilimli olanlar ise, eserinin bütünlüğünü vurguluyorlar. Ben de bu eserin bir bütün olduğunu düşünmekle birlikte, yanlışlığının kanıtlanması durumunda Kıvılcımlı’dan geriye hiçbir şey kalmayacağı kanısında değilim. Çünkü, söylediği her şeyin yanlış olduğuna inansak bile, enerjisi, uğraşı, çalışkanlığı, teorik ve pratik cesareti, geride gene saygıdeğer bir sosyalist imgesi bırakmaya yeter. Kıvılcımlı’nın eserinin “ikici” yorumları, politik yazıları ile “tarih tezi” arasında, devrimde proletarya partisiyle “vurucu güç”e verdiği roller arasında, Türkiye’nin sınıflar analiziyle, bulduğu çözüm arasında bazı uyuşmazlıklar bulunduğu inancına dayanıyor. Kıvılcımlı’nın kullandığı dilin özellikleriyle bu ikiciliğin analizine başlıyabiliriz.

ÖZEL DİL-ÖZEL TERMİNOLOJİ

Hikmet Kıvılcımlı denince herkesin aklına gelen ilk özellik, genellikle, özel bir dildir. Kıvılcımlı’nın dilini hiç beğenmeyenler de var, o dili taklide özenenler de. Değerlendirilmesi nasıl olursa olsun, özel bir dilin varlığı, kesin bir olgudur. Her özel dil gibi bu da, anlaşılmayı önemli ölçüde güçleştiren bir faktördür. Ama Kıvılcımlı’nın bu dili yanlız kadrolarla konuşurken kullandığı da söylenemez. Hazırladığı parti programlarında, daha geniş kitlelere hitap eden yazılarında da, aynı özel dili görürüz. Öyle ki, bu dili benimsemek neredeyse Kıvılcımlı’nın düşüncelerini benimsemenin ön koşuludur.

Böyle bir dille konuşmak, Kıvılcımlı’ya zaman zaman yöneltilen “bireycilik” suçlamasının inandırıcı bir kanıtı olabilir. Çünkü gerçekten bireysel bir dildir. Kendisini kabul edenlerce yeniden üretilmesi de, en sonunda bir grup jargonu olmaktan ileriye gitmemektedir. İlginç bir nokta, Kıvılcımlı’nın, halkın kullandığı dile aykırı olduğu gerekçesiyle, “öz Türkçe”ye karşı çıkması. Ama o, bu haklı itirazını öne sürerken bile, “arı dil uydurcası” diye bir kelime uydurmaktan geri kalmaz. Kendisi de, hiçbir zaman bir çoğunluk dili olmayacak özel sözlüğünde israr eder.

Kıvılcımlı bu dili kullanarak yer yer hoş nükteler yapıyor olabilir. Ama çoğu zaman, “Geberen” kapitalizm ya da “zortlama” gibi duygusal aşırılıklara düşer. Dilin “bilimsel” kullanımından uzaklaşarak, özel çağrışımlarla, kişisel duygularla yüklü, son analizde dünyaya açılacağı yerde kendi içine kapanan, dış gerçekliğin nesnel ilişkilerini kendi öznel sistemi içinde daraltan ideolojik bir dille konuşur.

Kıvılcımlı’yı savunanlar, kullandığı özel deyimlerin Marx’da, Engels’de yeri olduğunu söylerler. Bu, kısmî bir doğrudur. Örneğin Marx ya da Engels, bir yerde, bir nükte yapmak için, kapitaistlerin belirli bir kesimini “vahşi” sıfatıyla nitelemiş olabilir. Ama onların bu nüktesi, sıra dışı kullanımı, Kıvılcımlı’da terimleşir, kavramlaşır. Sonuç olarak ortaya Marksizmin “Doktorca”sı çıkar.

Bundan daha önemli olan, benim burada asıl değinmek istediğim nokta, Kıvılcımlı’nın özel. dilinin, “özel terminoloji” haline gelmiş kısmı. “Vahşi kapitalist” gibi bir terim, ne de olsa, sosyalist terminolojinin bir kategorisinin değişik bir adla anılması demek oluyor. Böylece, o terimle anlatılanı, yeniden klasik Marksist terminolojiye tercüme ettiğimizde, oldukça somut bir içerik elde ediyoruz. Ne var ki, Kıvılcımlı’nın eserinde asıl önemli belirleyici rolü oynayan terimler, başka hiçbir Marksist metinde raslamadıklarımızdır. Örneğin, “tarihsel devrim-sosyal devrim” ayrımı, tamamen Kıvılcımlı’ya özgüdür ve bir dilsel kullanımın ötesinde, bir bakış farklılığı da getirmektedir. Buna benzer bir başka önemli teorik kavram ve ayrım: “Coğrafya ve Teknik Üretici Güçleri, İnsan Üretici Güçleri, Gelenek-Görenek ve Kollektif Aksiyon”dur. Kıvılcımlı’nın “ilkel sosyalizm” terimini de bunların arasında saymak gerekir. Çünkü bu terimin kelimelerinde yaptığı değişiklik, temelde, sözkonusu kategoriyi Marksizm’in bilinen “ilkel komün” ya da “komünal toplum” kategorisinden farklı bir içerikle yansıtmaktadır.

Bunların yanı sıra, bazen Marksistlerin de belli bir olguya işaret etmek için kullandıkları, ama hiçbir zaman terimleştirmedikleri, tarih biliminin kategorileri, kavramları haline getirmedikleri, “Medeniyet”, “Rönesans”, “Restorasyon” ya da “Barbarlık” gibi kelimeler, Kıvılcımlı’nın tarih tezinin, geçiş teorisinin aslî öğeleri olmuştur. Örneğin “Barbar aşısı” dediği olay, başka herhangi bir Marksist’de raslamadığımız melez bir kavram olarak, Kıvılcımlı’nın tezinin başlıca belirleyici ve açıklayıcıları arasındadır.

“Barbar” ve “uygarlık” kelimeleri bizi Kıvılcımlı’nın özel terminolojisinin üçüncü kategorisine getiriyor. Bir Marksist olmayan Morgan’ın eserinden gelen bu terimleri, Engels Ailenin… Kökeni adlı kitabında, antik tarihin açıklanmasında Morgan uygulamasının bir gereği olarak kullanır. Böylece, Marksist metinlere belirli koşullarda giren, ama Marksizm’in aslî öğeleri olmayan bazı terimler, Kıvılcımlı’da terfi ederler.

Kıvılcımlı’nın özel terminolojisi, yalnızca burada varolan terimlerle açıklanamaz. Olmayan bazı terimler de, yokluklarıyla, bu terminolojinin doğrultusunu belirlerler. Örneğin, “konjonktür”, “eşitsiz gelişme” gibi terimlerin yokluğu, “tarihsel devrim-sosyal devrim” gibi terimlerin varlığı kadar önemlidir.

Bütün bunlar, şöyle bir hipotezi oluşturabilecek güçtedir: Kıvılcımlı, söylemek istediğini anlatmak üzere, Marksizm’in bilinen terminolojisi ve kavramları dışında özel terimler ve kavramlar türettiğine göre, söylemek istediği şey de Marksizm’in söylediklerinden farklı olabilir. Bunun böyle olup olmadığını görmek için, Kıvılcımlı’nın tarih tezine önce genel çizgileriyle bakmamız gerekiyor.

TARİH TEZİNİN TEMEL İLKELERİ

Bu bölümde, Kıvılcımlı’nın uygarlıklar, yıkılışları, rönesansları, v.b. üstüne söylediklerine değil, ona göre bütün bu oluşumların yasaları olan, onları belirleyen temel tarih ilkelerine bakacağız. Bunların başında “Tarihsel Devrim-Sosyal Devrim” ayrımı gelir. Çünkü bu, Marksizm’in genel “geçiş” sorununun, Kıvılcımlı’da aldığı özel biçimi yansıtmaktadır.

Ayrımın anlamını kabaca şu şekilde özetleyebiliriz: Modern çağa gelinceye kadar gerçek anlamda bir “devrim” olmamıştır; bir “üretim tarzı değişikliği” olmamıştır. İlkel Komünden sonraki bütün dünya tarihi bir “medeniyetler” tarihidir. Bunlar yıkılır, yeniden kurulur, bazan “orjinal” medeniyetler yaratılır, bazan eski “medeniyet bir RÖNESANS’a uğramış olur”, ama eski egemen sınıf tamamen yıkılıp yerine yeni bir “sosyal” sınıf geçemez. Bu bakımdan tarih “tekerrür eder gibi görünür.” Ancak kapitalizmle birlikte “sosyal devrimler” tarihi başlar. Çünkü kapitalizmden sonra “yeni bir sosyal sınıf, eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda kollektif aksiyon gücü” sağlayabilir.

Bu doğruysa, antik tarihte görülen toplumsal değişimler gerçek “geçiş” değildirler. Dünyada sadece üç geçiş vardır. 1) Komünden sınıflı topluma; 2) Sınıflı toplumdan kapitalizme; 3) Kapitalizmden sosyalizme.

Tarihî maddeciliğin toplumsal aşamalarının bu şekilde sıralanması, Marksizmin kabul edilmiş olgularına aykırıdır. Stalin’in ünlü şematik sıralamasını bozmasına bir diyeceğim yok; çünkü o sıralamanın şematizmiyle dünya gerçekliğinin açıklanamayacağına inanıyorum ben de. Ama Kıvılcımlı’nın bu sıralaması, Marx’ın, Engels’in bildiğimiz sıralamalarına da aykırı. Sınıflı topluma geçişteki ayrımları hesaba katmıyor. Germanik, Slavonik, Asyalı, ayrı ayrı üretim tarzları olduğuna değinmiyor. Köleci üretim tarzının ötekilere göre özgüllüğüne değinmiyor. Feodalizmden söz etmekle birlikte, bir üretim tarzı olarak özelliklerini hiçbir yerde ayırmıyor. Komünle kapitalizm arasını, Marksizm’den farklı olarak, bir “medeniyet-barbarlık” kutupsallığı olarak ele alıyor. Bunlar, Kıvılcımlı’nın teziyle Marksizm’in kabul edilmiş görüşü arasında gerçekten bir ayrım olduğunu yeterince kanıtlıyor. Bu ayrımın nedenlerini sonradan incelemek üzere, şimdi bir de “üretici güçler” ayrımına bakalım.

Bilinen şeyler olduğu halde, sırf karşıtlığı vurgulamak için tekrarlayalım: Marksizm’e göre bir “üretim tarzı”nın ikili bir eklemleniş biçimi vardır: üretici güçler ve üretim ilişkileri. Bunlar üç öğeyi içerir: çalışan, çalışma aracı (yani “çalışma nesnesi” olan genel ham madde ve, çalışma aleti olan çeşitli avadanlık), bir de çalışmayan, yani emeği sömüren. Üretici güçlerde teknoloji, üretim ilişkilerinde mülkiyet, temel belirleyicilerdir.

Oysa Hikmet Kıvılcımlı üretici güçler derken bambaşka ayrımlar yapar. Bir kere “maddî” ve “manevî” üretici güçler şeklinde bir ayrım yapar. Böylece, klasik Marksist tanımın ancak çalışma nesneleri olarak kısmen üretici güçler arasına aldığı veriyi adamakıllı genişleterek, “coğrafya üretici güçleri” diye adlandırdığı kategori haline sokar. Maddî dediği üretici güçlerin biri budur. Öbürü ise tekniktir. Bu, gene klasik Marksist tanımda çalışma âletleri ve nesneleri dışında bir faktördür. Ama Kıvılcımlı bu kategoriyi hep “âlet” kelimesiyle eşdeğer sayılabilecek bir şekilde kullanır (örneklerini göreceğiz).

Manevî olarak nitelediği üretici güçler ise “tarih üretici güçleri” ile “sosyal üretici güçleri”dir (bunlara “insan üretici güçleri” de der). Tarih üretici güçleri “gelenek ve görenek”tir.

Bu, klasik Marksizm’in, “üstyapı” kurumu diyerek üretici güçler ve üretim ilişkileri analizinin dışında tuttuğu birtakım kurumların biraz soyut bir ifadesidir. Yani, klasik Marksizm’de hiçbir zaman üretici güçler arasında sayılmayacak bir şeydir. “Sosyal üretici güçleri” dediği şeyi ise ayrıca “kollektif aksiyon gücü” diye tanımlar. Buna Marksizm’de herhangi bir şekilde raslayamayız. Çünkü ortaklaşa eylem diye bir şey vardır, ama bu doğrudan doğruya bir üretici güç olmadıktan başka, değişmez bir kategori bile değildir. Zaten Kıvılcımlı bunu genel olarak “barbarlar” ve “ilkel sosyalizm”den söz ederken kullanır. Aradaki dönemlerde “kollektif aksiyon” kalmamış gibidir.

“İNSAN-TEKNOLOJİ” AYRIMI

Bütün bunların klasik Marksist analizin öğelerinden çok farklı olduğunu anlamak güç bir şey değil. Ama niçin böyle? Bütün tarihî analizlerin dayanmak zorunda olduğu altyapı ilişkilerini, üretici güçler kavramını bu şekilde formüllemekle nereye varmak istiyor Kıvılcımlı? Çünkü analizin öğeleri bunlar olunca, analizin uygulanmasıyla elde edilecek sonuçlar da farklı olacaktır.

Sorunun cevabı oldukça belirgindir sanıyorum. İlk aşamada amaç, “insan” ve “teknik” öğelerini birbirinden ayırmak. Koyuş biçiminin dolaysız sonucu zaten bu oluyor. Kıvılcımlı bu konuyu sık sık vurgular. Antik tarihte, uygarlıkların karşı karşıya gelişlerinde, teknik gücün eşit olduğunu, “coğrafya + kollektif aksiyon” güçlerinin farklı olduğunu ve bunları iyi kullananın galip çıktığını söyler.2 Her Marksist gibi ekonominin belirleyiciliğini kabul eder, ama “ekonomik” içinde tekniğin belirleyiciliğine yanaşmaz. Teknikle insan arasında yaptığı ayrım bütün eserleri içinde en çok İlkel Sosyalizmden Kapitalizme’de belirginleşir. Kıvılcımlı’ya göre kapitalizmin ilkin İngiltere’de doğması “coğrafya” ve “teknik” üretici güçlerle açıklanamaz. “Demek, teknik Teolojinin tanrısı haline çevrilmemelidir: Her şeyi teknik yarattı denildi mi, tekniği kimin yarattığı ortaya çıkıyor.”3 Kapitalizmin doğuşu sorununda, teknoloji bir yana, ekonomi bile belirleyici değildir Kıvılcımlı’ya göre: “Hayır. Ortaya ‘ekonomik determinizm’ gibi tekerlek bir söz atmak hiç yetmez. Çünkü Roma ve Karolinjiyen Fransasında gördük; ‘ekonomi’ gelişimi hemen hemen aynıdır; ekonomice daha ileri görünen Roma’da bu gelişme köle yaratmıştır, daha geri olan Galya’da serf yaratmıştır.”4 Ya da şöyle bir yargı: “Hürriyet de ne kelime, denecek, hürriyet ekonomik gelişmeyi, tekniği yaratır mı? Evet yarattı. İnsanı robot yapan medeniyet kulluğu, her türlü büyük keşifleri öldürmüş, çünkü zekâyı da köleleştirmişti… Zekâ teknikten önce kanatlanmış, uçuyordu. Tesadüf değildi.”5 Yani, Kıvılcımlı, zekânın teknikten önce varolduğunu söylüyor.

Kıvılcımlı bilindiği gibi bu kitabında kapitalizmi de, sosyalizmi de “barbar”lara kurdurur. Yalnız sonunda, sanki Marksizm’le yeniden uzlaşmayı ister gibi bazı sözler söyler: “Bütün tarihi barbarlıkla izah etmedik: tümüyle unutulmuş bir Tarih zembereğinin üzerine bastık. Ekonomik determinizmi, mekanik anlayışlardan kurtarmak için, biraz tecritli de olsa, İlkel Sosyalizmin rolünü kabartılandırmak gerekliydi.”6

Marksizm’de genel olarak bildiğimiz şey, özellikle uzun-vadeli analizlerde, altyapının daha fazla önem kazandığıdır. Kıvılcımlı ise “kapitalizme geçiş” gibi büyük boyutlu bir olayı, ağırlığı tamamen üstyapıya kaydıran bir analiz içinde kavrıyor. Sonradan “zemberek” üstüne söyledikleri de, kitabın bütününde şiddetle ve hiddetle savunulmuş bir tezi yumuşatmıyor.

Aslında, insanla tekniği birbirinden ayırmak, bunlardan birine zamansal bir öncelik vermek, soyut ve özünde idealist olan bir çabadır. Çünkü tarihî maddeciliğin bütün iddiası, bu ikisinin ayrılmazlığının en doğru açıklamasını yapmış olmaktır. Ne var ki Kıvılcımlı, teknolojiden çok sı-nırlı bir şeyi anlamaktadır. Yukarıda değindiğim gibi teknoloji, onun sözlüğünde, aşağı yukarı “âlet”le eşdeğer bir şeydir. Çünkü tekniğin insandan sonra geldiğini söylediği her yerde, kanıt olarak, modern çağa gelinceye kadar tekniğin pek az ilerlediğini, pek az değiştiğini öne sürer. Olabilir; ama teknik ilerleme başka, teknolojinin belirleyiciliği başka şeydir. Teknoloji, özünde insan aklının üretim amacıyla doğaya uygulanış biçimidir. Ama kendi diyalektiği içinde, insan aklını da, hattâ insan elini, gözünü, kısacası, insanın manevî özelliklerinin yanı sıra biyolojisini bile belirler. Bu bakımdan teknoloji bir bakımdan gelenektir; hattâ, insanın verili dünyasının maddî koşullarıdır. Çocuk ve oyuncak ilişkisini düşünün. Çocuğun oynayarak hayatı öğrendiği oyuncağın, dönemin genel teknolojik koşullarından ayrılmasına imkân var mıdır? Bir dönemin kilden yapılma, tahtadan, bezden yapılma oyuncakları, bunların çocuğun dünyasını belirleyişi, v.b. Sonra, bu günün oyuncakları. Örneğin silâhlar ya da otomobiller, trenler, v.b. Yani çağdaş çocuğun karşısına, kapitalist dünyanın makinaları olarak çıkan, çocuğu eski oyuncakların yaratıcılığına karşılık mekanikliğe, düğmelere basarak hayatı yönetmeye alıştıran oyuncaklar.

Teknoloji işte böyle, hayatın her diliminde ağırlığını duyurarak insanları belirler, Engels, Doğanın Diyatektiği’nde teknolojinin insan elini nasıl geliştirdiğini, böylece gelişen bu elin nasıl Raphael’in resimlerini Paganini’nin musikisini yarattığını anlatır.7 Evet, Paganini’nin musikisi, ancak kemanın yayını öyle çekebilen ve telini öyle titretebilen bir elle mümkündü. Bir insan elinin yayı öyle çekmesi için, birçok insan ellerinin fabrikada şöyle işlemesi, çatalı şu türlü tutması, v.b. gerekiyordu. Dolayısıyla Paganini’nin musikisi, ancak o belirli teknolojik koşullarda mümkün olurdu. Ya da, bağlamanın telleri gelişip değiştikçe, çalış biçimi de değişir. Bunun sonucunda türkü tarzı da değişir. Teknik ilerleme ağır yürüyüş olabilir. Ama teknoloji her zaman insanları belirleyen başlıca faktörlerden biri olmuştur.

Yukarıda, Kıvılcımlı’da “konjonktür” kavramının yokluğuna, “eşitsiz gelişme” kavramının yokluğuna değinmiştim. Böyle olunca, ona göre tarihi hep belli sabit güçler yönetiyor, bunların içinden biri de, ötekilerden soyutlanarak, her şeyi belirliyor. İngiltere kitabında Kıvılcımlı, insanın rolünü yüceltmek için nehir ağızlarının rolüne değindikten sonra, Amazon’da da estüer vardı, niye kapitalizm orda doğmadı? diye sorar. Aynı soruyu değişik biçimde formülleyip, “Amazon’da da insan vardı, niye kapitalizm orada doğmadı?” diye kendisine yöneltmek mümkün. Tarih hiçbir zaman tek bir etmenle açıklanamayacağı gibi, örneğin “insan” gibi bir kavram da, hiçbir zaman teknolojiden, üretim koşullarından, v.b. soyutlanarak basit etmen haline getirilemez, insan, içinde varolduğu koşullarla birlikte tanımlanır.

HÜMANİST YAKLAŞIM: SOYUT İNSAN

Bundan önceki bölümün başında, Kıvılcımlı’nın niçin üretici güçleri Marksizm’in klasik açıklaması dışında formüllere vurduğu sorusunu sormuştuk. Bölümün sonunda kısa-vadeli bir cevaba ulaştık: “İnsan”la “teknoloji” arasında bir ayrım yapma ihtiyacıydı buna yol açan. Ama bu da, sorumuzu yeterince cevaplandırmıyor. Bu ayrım niye gerekliydi? Önceki bölümde yaptığımız gibi burada da ayrımın sonuçlarını gözden geçirelim; o zaman cevaba bir adım daha yaklaşmış oluruz.

Her üretim tarzının belirli bir teknoloji oluşturduğu, Kıvılcımlı’nın da yer yer belirttiği (genel konularda söz ederken) bir doğrudur. Bazan bir üretim tarzı içinde değişik teknolojik aşamalar bulunabilir (kapitalizmde manifaktür, makina, elektronik aşamaları gibi); ama genellikle her üretim tarzına tekabül eden en az bir teknolojik yapı vardır. Teknoloji, insanın nesnelerini biçimlendirdiğine, nesneler de diyalektik ilişkiler içinde kendilerini yapan insanları belirlediklerine göre, her üretim tarzı ve onun içindeki her teknolojik yapı, aşağı yukarı ayrı bir insan tipine tekabül eder.

Marx, Grundrisse’de, her çağda üretimin ortak karakteristikleri olduğunu, ama bütün üretimin genel önkoşulları denen şeyin bazı soyut uğraklardan (moment) ibaret kaldığını söyleyerek şöyle devam eder:

“Açlık, açlıktır, ama çatal bıçakla yenen pişmiş etle doyurulan açlık, elle, diş ve tırnakla çiğ eti yutan açlıktan farklı bir açlıktır. Böylece üretim yalnız nesneyi değil, tüketim tarzını da, yalnız nesnel olarak değil, öznel olarak da üretir. Üretim böylece tüketiciyi üretir: (1) maddesini yaratarak (yani, istek yaratmak, M.B.); (2) tüketiminin tarzını belirleyerek; ve (3) …ürünleri yaratarak.”3

Marx’ın bu metni, üretimin ve teknolojinin belirleyiciliğini çok iyi anlatıyor. Biyolojik bir kategori olarak “açlık”, var; ama her üretim tarzı kendi özgül “açlık” biçimini yaratıyor.

Bu sözlerin, maddeci bakış açısı ve yöntem için hayatî önemi, bize, tarihin akışı içinde ayrı dönemlerde ve aynı zaman dilimi içinde farklı toplumsal yapılarda, biyolojik dışında, tek bir “evrensel insan özü” bulunamayacağını göstermesidir.

“Hümanizm”, burada verdiğimiz anlamıyla, insan sevgisi filan değil, teorik yaklaşım yöntemi olarak, böyle bir ortak insan özünün varlığını öncül kabul eden düşünce tarzıdır. Bu çeşitten bir “insan özü” inancı, içinde yer aldığı yapılardan soyutlamayı öngerektirir. Kıvılcımlı’nın tarihe yaklaşımı da bu anlamda “hümanist”tir. “İnsan” ile “teknoloji”yi birbirinden ayırması, teknolojinin kapsamını daraltarak basit anlamda bir “teknik ilerleme” sorununa indirgemesi ve belirleyiciliğini görmezlikten gelmesi, bu “hümanist” yaklaşımı için zorunlu bir temeldir. Çünkü aşağıdaki bölümde göreceğimiz gibi, Kıvılcımlı’nın tarihî belirleyicisi, neredeyse evrensel boyutlara ulaşan bir “insanî öz”dür.

Hikmet Kıvılcımlı’nın tarih tezini işleyen kitapları okununca, “barbarlık” kavramına büyük bir önem verdiği görülür. Barbarlık, aslında, belli bir kültürü yaratan belli bir toplumsal aşamaya verilen addır. Bu aşama geçildikten sonra, barbarlık dediğimiz özellikler belki bir süre daha üstyapı kalıntısı olarak devam ederler. Ama zamanla bunlar da silinir. Yeni toplumsal belirlemeler egemen olur. Antik çağda, barbarlar her zaman yıktıkları uygarlıklar içinde özümlenmişlerdir.

Hikmet Kıvılcımlı ise barbarlığı 1) ahlâki özellikler bütünlüğü olarak görür; 2) bu özelliklerin, barbarlık denilen toplumsal aşamanın geçilmesinden çok sonralara kadar devam ettiğine inanır.

Kıvılcımlı’nın “barbar” dediği toplulukların saydığı ahlâki özelliklere gerçekten sahip olup olmadıkları ayrı bir sorun. Ama bilimsel sosyalizm, analizlerinde, özellikle uzun-vadeleri ele alan analizlerinde, görece üstyapısal bir kurum olan ahlâk üstünde durmaz. İki toplum biçimini karşılaştırmanın ölçütü hangisinin daha ahlâklı olduğu değil, üretici güçleri ve üretim ilişkilerinin biçimlenişidir. Örneğin, çağdaş dünyada “kapitalizmden sosyalizme geçiş” diye bir sorun varsa, bunun temel nedeni birinin öbüründen daha “ahlâklı” bir toplum olması değildir. “Ahlâk” ikincil bir özellik ya da ajitatif bir öğe olarak sonradan gelir. Temel neden, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkidir.

Bir üretim tarzının öbürüne göre “ileri” ya da “geri” oluşunun ölçütü, dağılımda eşitlik değildir. Öyle olsaydı, ilkel komünden daha ileri bir toplum biçimi olmazdı. “İleriliği”, üretici güçlerin vardığı üretkenlik aşaması belirler. Ama Kıvılcımlı, dağılım eşitliğini temel ölçüt saydığından, barbarları da uygarlıktan ileri görebilmektedir.

Kıvılcımlı barbarları uygarlarla ahlâk açısından karşılaştırıp üstünlüklerini överken, ahlâkı birincil etmen gibi ele alan bütün düşünürler gibi “idealist” bir tutuma girer. Ona göre barbar yalan söylemez, soydaşına karşı hoşgörülüdür, eşitlikçidir, v.b. Böylece “dürüstlük”, “hoşgörü”, v.b. mutlak kategoriler gibi ele alınır. Oysa bütün bu çeşitten kategoriler gibi bunlar da “koşulsal”dır; içinde belirdikleri toplumsal bütüne göre işlev kazanırlar. Örneğin islâm fatihleri fethettikleri yerlerin Hıristiyan halkına karşı hoşgörülüydüler. Ama bu, tek başına ele alınacak bir özellik değildi, çünkü böylece daha rahat vergi alıyorlardı. Dolayısıyla “hoşgörü” dediğimiz şey en azından bağımlı bir tavırdı, başka etmenlerle belirleniyordu.

Marx, Engels, her dönemin egemen sınıflarının iki yüzlülüğünü açığa çıkarmak için ahlâktan söz ederler. Egemen ideolojilerin aslında ne türlü sömürü ilişkilerini gizlediğini söylerler. Ama hiçbir zaman tarihi ahlâkî kategoriler arasında bir çatışma gibi görmezler (öyle görseler, Marksist olmazlardı). Kıvılcımlı’da ise ahlâk sorunu her şeye egemen görünür. Osman Gazi’nin pazar yerinden vergi alma konusunda tavrı veya Dündar’ı öldürtmesi 9. İskender’in adamlarına Asyalı kadınlarla evlenmelerini öğütlemesi10. Yavuz Selim’in Çaldıran yolunda Yeniçerilere söyledikleri11, Osmanlıların gaza ruhu ya da bezirganların, tekfurların, papazların ahlâksızlığı, tarihi yapan kategorilerdir.

Ahlâkî kategorileri tarihin dayanakları haline getirince, olguları da bu kategorilere uyacak biçimde çarpıtmaya başlar: ilk ülkücü, sapma kadar müslüman gaziler aşındıkça, dirlik düzeni de yıprandı. Yıldırım Bayezit, dirlik düzeninin derebeyleşmesi yüzünden Timur’a yenildi. Fatih Mehmet, dirlik düzeninde rönesans yapabildiği için İstanbulu fethedip, imparatorluğu cihangir etti.”12 Kıvılcımlı’da dirlik düzeni “ilkel sosyalizm”’den gelme barbar Türklerin ahlâkî üstünlüğünü temsil eden bir kurum olduğu için, burada anlatılan tarih, bir çeşit ilâhî adaletin tecellisidir. Oysa ne Bayezit ilk feodalleşen sultandı, ne Timur çok daha ileri bir düzen vaad ediyordu, ne de Fatih dirlik düzeninde rönesans yapmıştı. O zaman Fatih, kendisine oranla eski göçebe-barbar geleneklerini çok daha iyi temsil eden Akkoyunlu Uzun Hasan’ı niçin yendi? Birkaç neden sayılabilir, ama en önemlisi, yerleşik devletin göçebe aşiretine göre teknik silâh üstünlüğüydü.

Tarihten rasgele birkaç olayı, kendi bütünlüklerinden soyutlayarak ele alırsak, bunları istediğimiz kalıplara uydurabiliriz. Sorun, aynı bakış açısının her şeyi açıklamaya yetip yetmeyeceğidir. Ama buna şimdilik girmeden Kıvılcımlı’nın ahlâkî yaklaşımını biraz daha izleyelim.

Barbarlar, medenîlerden üstündür; çünkü taze, temiz, ahlâklıdırlar ;çünkü kollektif aksiyon güçleri vardır; çünkü barbar “fazla mala göz dikmez” (!); çünkü barbar hem bayındırlık, hem de dış ticareti “toplum yararına” yapabilir. Bunlar, terimleri birbirini açıklayan, ideolojik önermeler. Barbar, fazla mala göz dikmez, niçin? Çünkü barbardır. Barbarlık, zaten, fazla mala göz dikmemek demektir. Ve her şey, “ilkel sosyalizm”in üstyapısının olağanüstü kalıcılığına bağlanıyor.

Kıvılcımlı’nın kapitalizme geçişi açıkladığı kitabında bu kalıcılık gerçekten “olağanüstü” boyutlara varır: “Barbarlık, yalnız Avrupa Ortaçağını izah etmekle kalmaz. O çağın kapanışı, yahut modern çağın açılışı anlamına gelen… Haçlılar seferini de, ondan sonrasını da olağanüstü açıklar. Bütün ondan önceki medeniyet Tarihini açıkladığı gibi…” 13

Haçlı Seferlerini yaratan, ahlâkî diyalektik şöyledir: “1 – Târih öncesinden henüz çıkmak üzere bulunan coşkun, idealist barbar yığınları; 2 – Batmış Roma medeniyetinin, tefeci-bezirgân ‘Ruh’u habîs’ini yaşatan kurnaz ve hesabî Hıristiyan Kilisesi.”14 Tarihi barbarlarla bezirganların yarattığına karar verilince, buna göre özel bir terminoloji yaratılır: yerine göre medeniyet dış barbarları “el altından çağırır”, yerine göre “teşkilâtlandırıp güder”. Bütün olaylar bu sınırlar içinde dönenir.

Ortaçağ döneminde Kıvılcımlı’nın barbarlarının serüvenleri biraz daha garipleşir. Çünkü bunlar artık, bizim bildiğimiz feodal lordlar haline gelmişlerdir. Ama barbarlık hiç ölmeyen bir ruh olduğu için, bu feodal beyler hâlâ olumlu, ahlâklı kişilerdir: “Öne atılan kıt servetli (sans avoite) şövalye, bizim ipiyle kuşağından başka şeysi bulunmayan,., züğürt ilblerimizin ta kendisidir.”15 Doğu’da “derebeyleşme”ye sövüp sayar, ama Batı’da “küçük barbar şefler, Dük, Kont, Baron ve Vigueier’ler Doğu krallıklarında olduğu kadar kişiliklerini yitirmemişlerdi.”16 Köylü isyanlarındaki küçük aristokrasisinin davranışı gene aynı formüle vurulur: “Engels’in anlattığı küçük asiller o kişiliklerini yitirmemiş, kan teşkilâtının gelenek ve göreneklerini az çok yaşıyan, halk yığınları ile kaynaşmayı bilen Kan şefleridirler.”17 Feodallerin halk yığınları ile kaynaşmasını anlatan, Kıvılcımlı’dan başka hiçbir Marksist yoktur benim bildiğim. Aynı tabaka üstüne Engels şöyle konuşur: “Soyluların ne kadar kolaylıkla Sickingen’i kaderine bırakıp tarihî rolleri olan saray uşaklığına döndüklerini görmek…” Ya da “Bence…. soyluların büyük çoğunluğu köylülerle anlaşmayı düşünmüyordu… Ama soyluların ulusal başkaldırması ancak kentler ve köylülerle, özellikle köylülerle birleşilirse başarılabilirdi… soyluların politikasının, bundan ötürü, zorunlukla hafif kalacağı, ulusal hareketin önderliğini ele geçirdiği anda, ulusun büyük kısmının, köylülerin, bu önderliği protesto edeceği…”18 Bu sözlere bakılırsa, Engels Kıvılcımlı ile pek aynı fikirde görünmüyor.

A – BARBARLIK ÜSTÜNE MARX VE ENGELS’İN SÖYLEDİKLERİ

Kıvılcımlı’nın barbarlık üstüne sözlerine daha değineceğiz. Ama isterseniz şimdi onun ele aldığı dönemler ve olaylar üstüne Marx ile Engels’in neler söylediğine kısaca bir göz atalım.

Kıvılcımlı, kapitalizmin niçin İngiltere’de ve Batı’da doğduğunu, Doğu’da oluşamadığını, kendi barbarlık-medenîlik kategorileri içinde şöyle açıklar: “Çünkü, ekonomik sebeplerden başka Doğu’da ilkel sosyalizm köklerinden kazındığı halde, Batı’da bir türlü kazınamadı, ve kapitalizm doğabilmek için, o ilkel sosyalizm geleneklerine tutunmak zorunda kaldı.”19 Buna benzer birçok alıntı verilebilir, biz yalnız özellikle ilginç bir tanesine bakalım: “Doğu’da iki kişinin bir araya gelmediği, gelse ilk işleri birbirlerini kazıklamak oîduğu bir sırada, Batı’da insanların sermayelerini birleştirme cesaretleri, ilkin aile ölçüsünde de olsa, gene Tarih öncesi sosyal gelenek ve göreneklerinin orada henüz diri kalabildiğini gösterdi.”20 Kapitalizmin, on beşinci yüzyıla kadar türlü farklı toplumsal koşullanma ve belirlenmeler içinde her nasılsa muhafaza edebildikleri “ikel sosyalizm” gelenek ve göreneklerine sahip birtakım kişilerin -bunların hangi sınıfsal kökenden geldikleri de söylenmiyor; çünkü tüccar olamazlar, tüccarlar “ahlâksız”dı; barbarlık feodallerde daha çok yaşıyordu. Ama kapitalizme ilk geçişi sağlayanların feodal olmadıkları da açıktır. Bu nedenlerle, sınıfsal köken konusu sessiz geçiyor- birbirlerine güvenip şirket kurmalarıyla açıklanması, gene hiçbir Marksist’te raslanamayacak bir açıklama tarzıdır. Biz buna daha sonra dönmek üzere, şimdi, barbarların Batı’ya getirdiği söylenen bu “ilkel sosyalist” alışkanlıklar konusunda Engels’i dinleyelim: “Batı Avrupa’nın Germenler tarafından işgali, daha önce benzeri görülmemiş derecede karmaşık toplumsal ve politik hiyerarşi kurarak, yüzyıllarca süre her türlü eşitlik fikrîni yok etti.”21

Kıvılcımlı’nın, barbarların yıktıkları medeniyeti (kendileri “yukarı barbarlık konağından” geliyorlarsa) daha ileri bir üretim düzeyine getirdiklerini söylediğini görmüştük. Engels bu fikri de pek paylaşmıyor gibi: “Daha barbar olan halkların başardığı her fetih iktisadî gelişmenin akışını bozar ve çok sayıda üretici güçleri yok eder. Ama fethin kalıcı olduğu durumların çoğunda, daha barbar olan fatih, fetihten ortaya çıkan daha ileri ‘iktisadî durum’a kendini uydurmak zorunda kalır; yenilenler tarafından özümlenir, çoğu zaman onların dilini bile benimsemesi gerekir.”22 Burada özellikle iki nokta var; fetihten sonra daha ileri bir “iktisadî durum” ortaya çıkabiliyor, ama bu yalnız barbarın getirdiği, barbarlığından ötürü getirdiği bir şey değil, barbar buna “kendini uydurmak zorunda kalıyor”. İkinci, daha önemli nokta, barbar, aslında daha ileri bir toplumsal aşama olan uygarlığın içinde “özümlenir”, erir. Dolayısıyla ebediyen barbar nitelikleriyle yaşaması sözkonusu olamaz.

Kıvılcımlı, “ilkel sosyalizm” dediği şeyden “geçiş”i şöyle anlatır: Kent kurulduktan sonra sosyal farklılaşma başladı. Sivrilenler tuttukları zorbalarla üst duruma geçtiler. Çünkü klanın kendi kendine karşı savunacak silâhı yoktu. Böylece zorbalar ilk devleti kurdular.23

“İlkel sosyalizm yapısının ilk çatlakları, Tapınak yapısı kent surları içinde yükselmeden çok önce, toplumda Totemlerin kutsallığından yararlanılarak, yahut Totemler (Özel Kişi) yararına kötüye yöneltilerek ortaya çıkarılan TABU’larla başlamıştır. İlkel sosyalizm yapısındaki ilk olmayan, hısım akraba, eş dost kayırma sistemiyle toplum zenginliklerini ‘özel girişkin kişi hürriyeti’ adına birkaç imtiyazlı tekeline sızdırılma çatlağı bir yol açıldı mı, artık onun önlenemiyeceği, çorap söküğü gibi gideceği bellidir.”24

Engels ise ilkel komünal toplumun parçalanışını şöyle anlatır: “Özel mülkiyet her zaman üretim ve mübadele ilişkilerinin değişmesinin sonucu olarak görüldü ve üretimin artmasına, karşılıklı ilişkilerin gelişmesine yol açtı, yani iktisadî nedenlerin sonucuydu. Bütün bunlarda zorun hiçbir önemi olmadı.”25

İki koyuş biçimi arasında dağlar kadar fark olduğu yeterince açıktır sanıyorum. Engels’inki altyapısal, bilimsel; Kıvılcımlı’nınki üstyapısal, ahlâkî.

Kıvılcımlı, barbar ruhlu, yüksek ahlâklı gazi Türklerin, Anadolu’da özel mülkiyeti kaldırıp adaletçi bir düzen kurduklarını tekrar tekrar söyler: “Dirlik düzeninin Maddesi: toprak meselesini çalışan halk yararına çözmekle özetlenir. Dirlik düzeni toprak düzeninde sınıfları lafta değil, fiilen kaldırmıştır. Çünkü mirî toprağın mülkiyetine kimse sahip değildir.”26

Engels’in bu konuda da biraz farklı bir görüşü vardır: “Doğu’da fethettikleri ülkelere toprağın bir çeşit feodal mülkiyetini getirenler, Türkler’di.”27

“İlkel sosyalizm” gelenekleriyle mücehhez barbarların her yere eşitlik, demokrasi yaydığını tekrar tekrar vurgular Kıvılcımlı. Marx ise onun “ilkel sosyalizmi” ile anlatmak istediği “klan” için şunları söylüyor: Köle sistemine en kolay klan’da geçilir, çünkü bir klan öbürünü tutsak edince, otomatikman kölelik kurumu ortaya çıkar: “Böylece kölelik ve serflik klan sistemine dayanan mülkiyet biçiminin biraz daha gelişmesinden ibarettirler. Zorunlu olarak, klan sisteminin bütün biçimlerini de değiştirirler.”28 Bu kadar farklı bir koyuş biçimi daha düşünülemezdi herhalde. Gene aynı sayfada, Kıvılcımlı’nın Osmanlı dirlik düzeni modelini zaman zaman yaklaştırdığı Asya üretim tarzı modelinde serflik ve köleliğin bulunmamasını, savaşın eksikliğiyle açıkladıktan sonra, serflik ve kölelik yok diye özgürlük var sanılmaması için, burada bireyin kendisinin mülk olduğunu söyler: “kendisi de temelde, komünün birliğinin kişiliğinde varolduğu kimsenin mülkü, kalesidir. Onun için burada kölelik ne çalışma koşullarını askıya alır, ne de özel ilişkiyi değiştirir.”

Burada, biraz konu dışına çıkarak şunu ekleyelim: Marx’ın bu sözleri yalnız Kıvılcımlı’nın tezi için değil, Kemal Tahir ve ondan kaynaklanan çeşitli görüşler için de geçerlidir.

Kıvılcımlı, antik tarih incelemelerinde, köleciliğe karşı çıksa da, onca medeniyetin asıl belâsı “bezirgân”lıktır. Yani, kapitalizm-öncesi tüccar sermayesidir. Ağırlığı buraya aktarmasında, En-gels’in insanî-ahlâkî gerekçelerle köleciliğe karşı çıkmanın teorik yanlışlığına karşı açık uyarısı rol oynamış olabilir. Sonuç olarak, antik tarihte felâket, bu “ön sermaye”dir.

Bu konuda da Marx’ın söyledikleri bizi farklı sonuçlara vardıracaktır: “Mübadeleyi ilk, yapıcı öğe olarak komünal toplumun merkezine koymak düpedüz yanlıştır. Bu, aynı topluluğun değişik üyeleri arasındaki ilişkilerde değil, daha çok, değişik toplulukların birbirleriyle bağlantılarında ortaya çıkar. Üstelik, para her yerde çok eskiden beri rol oynadığı halde, antik tarihte, yalnız belirli tek-yanlı gelişmiş ulusların, tüccar ulusların sınırları içinde egemen bir öğedir. Antik dünyanın en ileri kısımlarında, Yunanlılar ve Romalılar arasında bile, modern burjuva toplumunun bir ön koşulu olan paranın tam gelişmesi, ancak toplumun çözülme döneminde ortaya çıkar. Şu halde bu çok basit kategori ancak toplumun en gelişkin koşullarında tarihî çıkışını tam olarak yapar. Hiçbir şekilde, bütün iktisadî ilişkilere bulaşmış değildir… (Burada Marx, Roma’da para sisteminin yalnız orduda, Kıvılcımlı’nın barbarlarının devşirilmiş olduğu yerde geliştiğini söylüyor}… ayrıca, hiçbir zaman emeğin bütününe egemen olmamıştır.”29

Demek ki “ticaret”, büyük ölçüde, Kıvılcımlı’nın “medeniyet” dediği toplumların kıyısında kalıyor, marjinal bir rol oynuyor. Şu halde medeniyeti yıkan da o değil. Yıkılırken ortaya çıkması, daha bir egemen olması, yıkanın o olduğu anlamına gelmez; tersine, egemen yapının yıkılırken yarattığı boşluğu dolduracak şekilde güçlenir.

Bütün bu örnekler, Kıvılcımlı’nın iddialarının Marx ve Engels’in söyledikleriyle tamamen çeliştiğini gösteriyor. Ama bu da açıklanması güç bir olgu. Çünkü Kıvılcımlı’nın bunu bilinçli bir şekilde yapmayacağı şüphe götürmez. Üstelik, okumamış bir kişi de değildi, bunun sözü bile edilmez. Şu halde, bu çelişkilerin nedeni nedir?

Bu soru bizi Kıvılcımlı’nın kaynaklarının ne olduğu sorusuna getiriyor.

B – HİKMET KIVILCIMLI’NIN GÖRÜNEN VE GÖRÜNMEYEN KAYNAKLARI

Kıvılcımlı’nın tarih tezini oluştururken yararlandığı kaynakların bazıları görünen kaynaklardır. Bunların başında Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabı gelir. Engels’in bu kitabına kaynak olan Amerikalı antropolog Morgan da bu görünür kaynaklar arasında sayılabilir.

Tarih tezinin ana metni olan Tarih, Devrim, Sosyalizm Engels’in kitabından kaynaklanılarak yazılmış, Marx’ın Grundrisse’sinde kapitalizm-öncesi toplum biçimleriyle ilgili bölümü Kıvılcımlı bundan sonra görebilmiştir. “Tarih tezi”nin, değişik alanları işleyen kitapları arasında en tutarlısı olan Toplum Biçimlerinin Gelişmesi bunu gördükten, okuduktan sonra yazılmıştır. Bu kitapta Kıvılcımlı’nın daha önce yazdıklarını Marx’ın söylediklerine yaklaştırma çabasında olduğu farkedilir. Ama ortaya iki farklı sistematik çıkmıştır artık. Grundrisse’deki bölüm de, Kıvılcımlı’nın zihnindeki Marx-dışı öğeleri temizlemeye yetmez.

Tarih tezinin görünmeyen kaynakları ise Toynbee, bir ölçüde Gordon Childe ve yöntemsel düzeyde, Hegel’dir. Şimdi bunlara kısaca bakalım.

Önemli konu Engels. Engels’le Marx’ın ilişkilerini doğru koymak, yalnız Kıvılcımlı konusunda değil, başka birçok konu için de önemli bir sorun. Bilindiği gibi teorisyen Marx’dır. Yeni bilimi bulan, yöntemini, bilgi teorisini kuran odur. Engels, Marx’ın bulduklarını, dünyanın, hayatın çeşitli alanlarına uygular. Bu anlamda, sanki Marx, elde balta, ideolojinin ormanlarını yararak yol açar ve geçer; Engels de onun ardından, onun açtığı yolları temizleyerek gelir, başkalarının da o yollardan daha kolay geçmesi için hazırlık yapar. Ne var ki, Engels’in uygulamaları her zaman Marx’ın buluşlarının keskinliğine sahip olamamıştır. Giriştiği işin muazzamlığı yüzünden, zaman zaman yanılabilmiştir.

Bu, Batı’da, yani Türkiye dışında çok tartışılan bir konudur bugün. Türkiye’de ise böyle bir konunun olduğu bile pek bilinmiyor. Onun için şimdi söylenmesini bazı kişiler yadırgayabilir. Sorun, Engels’in yazdıklarında, olağanüstü bir görüş keskinliğinin, ancak Marx gibi birinin yanında “ikinci derecede” kalacak bir teorik formasyon üstünlüğünün, inanılmayacak kadar zengin bir bilginin yanında, yer yer, ampirizmden, Hegel’den yeterince arınmamış kısımlara da raslanması, zaman zaman, Marx’ın söyledikleriyle Engels’in söyledikleri arasında uzlaşmazlıklar görülmesidir, Engels’in Marksist teoriyi bilinen bütün dünyaya uygulamak için giriştiği muazzam, insanüstü çaba gözönünde tutulursa, zaman zaman böyle aksaklıkların ortaya çıkması kolayca anlaşılır. Ve tabiî, yanılmayan, bilim değil, dindir. Bilim yanılarak ve yanlışını düzelterek ilerler.

Marx ve Engels’in kendi düşüncelerine ufak da olsa katkıda bulunanlara ya da burjuva ideolojisini yarabilen düşünürlere nasıl saygı duydukları bilinir. Morgan’ın eserleri karşısında En-gels gene böyle bir heyecana kapılmıştı. Yaşadığı çağda antropoloji bilimi yeni kuruluyordu. Morgan, çeşitli yavan bilgiçler arasında gerçek bir öncüydü. Engels onu tuttu; Morgan’ı eleştirecek veya düzeltecek bilgiler yoktu elinde, çünkü zaten bilginin en ilerisi o çağda Morgan’daydı. Morgan’ı Marx da beğendi. Engels bunun üstüne, Morgan’ın verilerine dayanarak, Marksizm’i tarih öncesine uyguladı. Bunun sonucunda, kitabında çeşitli parlak gözlem ve analizler görülür, ama acele denebilecek yargılar da vardır. Marx, Engels’in kitabını ancak şöyle bir okuyacak vakit buldu.

Morgan’da bugün bile yararlı olacak yaklaşımlar vardır.30 Darwin’i tutmakla birlikte olaylara bakışında devrimcilik, evrimciliğe ağır basar. Altyapının belirleyiciliğini değişik terimlerle kabul eder. Geçim araçları, aile, hükümet ve mülkiyet biçimlerinin gelişmelerini bir arada düşünür. Hattâ, eşitsiz gelişme ilkesini de örtük olarak benimsediği söylenebilir.

Gene de, tarih öncesi topluluklara Marksistçe kavramlaştırılmış bir “üretim tarzları” çerçevesinde bakmadığı, bazı genel teknolojik koşullara göre sınıflamalar yaptığı için, sıralamasını “vahşet”, “barbarlık” ve “uygarlık” şeklinde koyar. Bu sıralama, Morgan’dan Engels’e, Engels’den de Kıvılcımlı’ya geçmiştir. Tabiî ne Morgan, ne de Engels, Kıvılcımlı’nın bunlarla vardığı sonuçları akıllarından pek geçirmemişlerdi.

Bu arada Marx Kapital’le uğraşıyordu. Ona bir giriş olarak hazırladığı Grundrisse’de kapitalizm-öncesi üretim tarzlarına şöyle bir bakmaya ancak vakit bulabildi. Ama bu kısa bölümler, bize, Marksizm’in bu konuları nasıl ele alması gerektiğinin ana çizgilerini vermeye yeter. Burada ne “vahşet”, ne “barbarlık” ne de “uygarlık” görülür. İlkel komün, Doğulu üretim, Germanik, Slavonik üretim tarzları ,kent, köleci toplum vardır. Temel, mülkiyet ilişkisidir. İnsanın doğayı “temellükü”, bir temellük biçiminden ötekine geçişler, topluluk ve bireyin ilişkileri, v.b. Bu konularda Marx’ı okur okumaz, barbarlığın, uygarlığın anlaşılmaz, soyut, üstyapısal kategorileri dağılır, bilimin yalın, açık seçik, aydınlık dünyasına gireriz.

Kıvılcımlı’nın Grundrisse’yı sonradan okuyabildiğini kendi ağzından öğreniyoruz. Okuduktan sonra yazdığı kitapta dili çok değişmiştir. Ne yazık ki, herhalde iddialı bir teorisyen olduğu için, eski tezini değiştirmeye yanaşmadı; tersine kendi tezinin de zaten bunları açıkladığını ileri sürdü. Oysa artık sorun belirli olguların değişik biçimde yorumlanması değil, yorumlama yönteminin kendisiydi. Kıvılcımlı’nın tarih tezi, Marx’dan tamamen ayrı bir dilde konuşur.

Grundrisse’yi okumadıysa bile, Kapital’i okumamasına imkân yok. Kapitalizmin doğuşu burada en ince ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Artık-değer’in nasıl mübadeleden çıkmayacağı, ticaret sermayesinin bu işteki rolü, keşiflerin rolü ve ilk birikimin nasıl sağlandığı, tarım kesimindeki gelişmeler, kapitalizmin doğuşunun ön koşullarının sermaye ile işgücünü satışa çıkaran serbest işçinin pazarda karşılaşmaları oluşu ve benzerleri. Terimler bunlarken, Kıvılcımlı’nın nasıl olup da, yukarıda gördüğümüz düzeyde sözlerle, ilkel komün geleneğini şöyle böyle iki bin yıldır gizli bir yerlerinde yaşatmış kişilerin, sermayelerini birleştirme cesareti gösterip şirket kurduklarını ileri sürdüğü gerçekten anlaşılır şey değil.

Marksist antropolojinin, Kıvılcımlı’nın tezini oluşturduğu dönemde hiç gelişmemiş olması da onun hesabına bir kayıptır belki. Stalin’in şematizmine karşı çıkmış, ama o modeli yadsıyınca yerine koyacak model için sağlam kaynaklar bulamamıştır.

Bu durumda o, Marksist olmayan kaynaklara gitmiştir. Bunların başında Toynbee gelir. Toynbee’nin uzun dünya tarihinin tek ciltteki özetini kendim şu sırada çevirdiğim için paralellikleri izleyebiliyorum. Kitap yayınlanınca herkes de görecektir.

Toynbee tarih anlatımını, “medeniyet- barbarlar” ayrımı üstüne oturtur. Yalnız o, medeniyete değer verir. Ama barbarları o da, Kıvılcımlı’nın ahlâkî kategorileriyle betimler. Kıvılcımlı’nın Doğu ve Batı arasındaki karşıtlığa bakış biçimi, Engels’de değil ama Toynbee’de paralelini bulur. Çünkü Doğu ve Batı Hıristiyanlığı aynı anda ve aynı koşullarda doğduğu halde niçin birinin yaşayıp ötekinin yıkıldığı Toynbee’nin de sorusudur. Toynbee de, “Batı’da çöken imparatorluk boşluğunu (395’den sonra) arazi sahipleriyle barbarlar doldurdu.” der.31 Toynbee’ye göre Doğu, eski ve yoz “medeniyet” düzenini sürdürdüğü için yıkılmaya mahkûmdu. Örneğin Leo, barbar ücretli askerleri kovmuştu. Oysa barbarların bazılarının ruhunda… uygarlaştırıcı bir ahlâkın sönmeye yüz tutmuş alevi yeniden canlanabilmişti. Barbarlarda, “Hıristiyanlık-öncesi kollektif insan gücüne tapınma” vardır. Kıvılcımlı da benimser bu görüşü, hattâ buna dayanarak, her şeyin büyüye dayandığı ilkel komün için, “ilkel sosyalizmde din yoktur” der.

Toynbee barbarları “dış proletarya” sayar. İç proletaryaya, yani kölelere, toprakbentlere, v.b., tarihin akışında yıkıcı bir güç tanımaz. Medeniyeti iç çelişkiler zayıflatır, dış proletarya olan barbarlar yıkar. Bunlar, Kıvılcımlı’nın da görüşleridir. Gene Toynbee’ye göre, barbarlar askerî tekniği uygarlıklardan kolayca kapabilirler. Uygarlıkla barbarlık arasındaki karşılaşmalarda, teknik, bu yüzden önemli değildir. Kıvılcımlı da teknolojiye verdiği anlam yüzünden, bu yorumu aynen benimser. “Aylıklı barbar asker, Medeniyet kölesini içinden yıkmaya başlar. O zaman teknik üretici güçler, dolambaçlı yoldan, dışarıdan rol oynarlar.”32 Bütün bu paralellikler dışında, “Rönesans” ya da “Restorasyon” gibi terimlerin de kökü Toynbee’dedir. Ortaçağ’da öncekilere benzemeyen feodal örgütlenişi ikinci plana atmak da Kıvılcımlı’nın Toynbee ile paylaştığı bir özellik.

Kıvılcımlı’nın Toynbee’ye aşırı öfkesi de herhalde bu düşünce yakınlığından doğuyor. Toynbee, açıkça idealist bir tarihçidir. Daha idealisti olamaz. Oysa Kıvılcımlı onu önce, sosyalist gibi görür, vardığı sonuçlar farklı olduğu için de, sosyalist görünmeye çalışıp sosyalizmi saptıran bir “ajan” olduğuna hükmeder. Ama Toynbee’nin ne sosyalizmle bir ilgisi vardır, ne de Kıvılcımlı’nın sandığı gibi, “Intelligence Service” emrinde tarih tezi yaratacak bir kişiliği.

AHLÂKİ TARİHİN SONU

Kıvılcımlı’nın kaynaklarına göz attık. Ana kaynağı olan Engels’in de, önemli konularda, bambaşka şeyler söylediğini gördük. Bu, şu bakımdan önemliydi: Engels’in tarih öncesi üstüne kitabı, bugünün bilgileriyle, zaten yeterli bir kaynak olamazdı. Ama bunun ötesinde, Kıvılcımlı’nın tezi, böyle bir kaynakla da hiçbir şekilde açıklanamayacak yerlere varıyor.

Antik tarih, Türkiye’de ve dünyada çok iyi bilinen bir konu olmadığı için, Kıvılcımlı’nın bu tarih üstüne söylediklerinin fantastik şeyler olduğu pek anlaşılamadı, hattâ bu tezler pek çok kişiye fazlasıyla parlak da göründü. Ama, özellikle “barbar”lara, modern tarihte yaptırdıkları, sanırım olanca fantastikliğiyle görülebilir.

Kapitalizmin kuruluşunda, “barbarlık” diye bir kategoriden yola çıkmanın yanlışlığına yukarıda değinmiştik. Bu, yalnız İngiltere’de değil Japonya’da da böyle olmuş. “10. yüzyılda Japonyayı kapitalizme geçiren Samuraylar da öyle idiler. Problemin anahtarı budur.”33

Aslında, Tokugawa Şogunate döneminde Samuraylığın bastırılmasına başlanmıştı. Bu iş, Meiji zamanında tamamlandı. Oysa Samuraylar, feodal sistemi kendi lehlerine değiştirmek için Tokugawa’ya karşı harekete katılmış ve restorasyonu desteklemişlerdi. Ama kapitalizmin gelişmesi önce onları tasfiye etti. Samuraylar, kapitalizmi kurmak şöyle dursun, bu sürece karşı bir güç olarak hareket ettiler.

Japonya’nın kapitalistleşmesinde ele alınacak öğeler de, barbarlık filan değil, emekle sermayenin akrabalık yoluyla olacağı yerde pazarda mübadelesi, paranın ve metaların kullanımının yaygınlaşması, kırsal emek arzındaki azalma sonucu küçük aile çiftliklerinin gelişmesi, büyük toprak sahiplerinin küçük üreticilere gittikçe daha fazla toprak vermeye zorlanmaları, zenaatın ilerlemesiyle özel emek biçimlerinin doğması, hepsinin ötesinde, Meiji rejiminin köylülüğü kapitalist birikim kaynağı olarak bilinçli bir şekilde kullanmasıydı.

Bütün bunlarda barbarlığın herhangi bir rolü olacağı düşünülemez. Üstelik, samuraylığın olumlu katkısı, ancak gerici özlemleri olan bir tepkinin, genel ihtilâl hareketine katılışı sınırları içinde düşünülebilir. Kapitalizm kurulurken samuraylık ortadan kalkmış, kof bir şeref unvanına dönüşmüştü.

Ama Hikmet Kıvılcımlı tarihi her yerde barbarlıkla açıklamaya kararlı olduğu için, barbarlar savaşçı, samuraylar da gene savaşçı olduğu için, Japon kapitalizmini kurma görevini samuray-lara vermiştir. Bu, olguların tarihi değil, Kıvılcımlı’nın ahlâkî kategorilerinin tarihidir.

Kıvılcımlı bununla da yetinmez. Barbarlığın tarihî misyonu henüz tamamlanmamıştır. İngiltere’nin barbar gelenekleri, on dokuzuncu yüzyılda ütopik sosyalizmi de yaratacaktır.34 Barbarlık burada da kalmayacak, 1917 Sovyet Devrimini de başaracaktır: “Rusya’nın yeryüzünde Antika-Tefeci-Bezirgân medeniyete zaman ve mekânca en az bulaşık kalışının, yani en çok barbar kalabilmiş yığınlar halindeki Tarih ve İnsan üretici güçleriyle işçi sınıfına ihtiyat kuvveti oluşunun 1917 devriminde hiç mi etkisi yoktur?”35

Böylece Kıvılcımlı’nın barbarlığı, bir ekspres treni gibi, bizi ilkel komünden alıp sosyalist devrime kadar kazasız belâsız getirir.

Marksist metinleri okuyan, kendini ve sosyalizmi hiç şüphesiz ciddîye alan bir düşünür bütün bunları nasıl, niçin söyleyebilir?

Tarih konusundaki yazımda, geçmişe bakışımızı bugünün belirlediğini söylemiştim.36 Kıvılcımlı da, bütün tarihi bu şekilde yorumlarken, Türkiye’nin aktüel sorunları için düşündüğü çözümlerin elbette etkisindeydi. Şu halde, Türkiye için söylediklerine bakarak bu soruyu cevaplandırabiliriz. Kıvılcımlı’yı kısmen kabul edenler, “tarih tezi” karsısında kesin tavır almazken, onun Türkiye analizlerine daha çok değer veriyorlar. Şimdi, Türkiye analizleriyle genel tarih tezi arasındaki ilişkileri gözden geçirelim.

KIVILCIMLI VE TÜRKİYE TARİHİ

Bundan önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Kıvılcımlı Osmanlı toplumunu da antik tarihin başka toplumlarına uyguladığı ölçütlerle analiz eder. Buna göre: “Türk, bir Ordu-Ulus olarak, sellerin karaları sardığı gibi ülkelere yayılmıştır. Ordu-Ulus, Korku-Yalan bilmeyen, eşit ve hür kankardeşleri örgütü örneğidir.”37 Osmanlılar, önce ordu olmuş, sonradan devletleşmiştir. Devletin, toplumun yozlaşması Kanunî’nin mukataayı (“Kesim düzeni” der buna) kanunlaştır-

masıyla başlar.

Bu konular üstünde fazla durmayacağız. Yoksa ayrıntılar arasında boğulup gideriz. Ancak, “devlet” ve “ordu” konuları, Kıvılcımlı tezinin en hassas noktalarıdır. Osmanlı devletinin iyilikçisi {“Kerim devlet”) ondan başkalarının da ana tezi. Bunlara biz katılmıyoruz (ama bunun nedenlerinin ayrıntılı açıklaması başka bir yazının konusu olacak).

Kıvılcımlı, Osmanlı devletinde ordunun çeşitli apayrı evrelerden geçtiğini görür. Önce Türk asıllı “gaziler”, sonra kapıkulu askerleri, sonra da yeni “Asker Ocağı” vardır. Ama bütün bu değişik evrelere karşın, ordunun temel özellikleri değişmez. İlk gaziler, adalet aşkıyla yanıp tutuşan barbar savaşçılardır. Kapıkulu Yeniçeriler ilk “proletarya”mızdır. Sonrasına gelince: “Ordu sanayii, eski Tarihsel özünü daha modern yeni şekillere kavuşturdu. Dört yüz yıllık sosyal gelenek-göreneklerde çok büyük değişiklikler olmadı denilebilir. Türkiyede Ordu, her modernleşme hareketine motor ve öncü kesildi. Bu özellik, ekonomik ve sosyal Tarihimizin maddesine uygun, derin, köklü ve anlamlı ulusal geleneklerimizdendir. Ve geleneğin temelinde derebeği kabuklu gündelikçi işçi sınıfının çağdaş uygarlığa el sallıyan özü yatmaktadır.”38

İşçi sınıfının meyva soyar gibi yaratılamayacağına daha sonra değineceğiz. Ancak, devlet yozlaşır, toplum batarken bir kurumun yüzyıllarca tertemiz dayanması kolay anlaşılacak şey değildir. Belli ki Kıvılcımlı, “ilkel sosyalizm” gelenekli barbarlığı orduya, yoz “antika-tefeci-bezirgân” medeniyeti özelliklerini de toplumun geri kalan kısmına vermiştir.

Bu noktaya gelince, Kıvılcımlı’nın tarih tezinin hayatî düğümleri atılmaya başlanır. Şimdiye kadar izlediğimiz mantığa göre, kapitalizme kadarki dünya tarihi, medeniyetleri yıkan ve yeniden kuran barbarların “tarihcil devrimler”inin tarihiydi. Bu “tarihcil devrimler” egemenleri alaşağı ediyor, ama toplumun sınıf yapısını değiştiremiyorlardı. Şimdi, Türkiye’de de ordu, ilk akıncılardan modern orduya kadar, toplumda “ilkel sosyalist” barbar geleneğini sürdürebilen tek zümre olduğuna göre, bundan sonra da “tarihcil devrim” yapabilirler. Üstelik onlar, “her modernleşme hareketine motor ve öncü” olurlar.

Bu modernleşme hareketlerinden biri de Hareket Ordusu’nunkidir. 1908 hareketidir. Böylece İttihat ve Terakki iktidara geçmiş, burjuva düzenini kurmuştur. Bu, kapitalizme, İngiltere’dekin-den farklı bir geçiştir. Çünkü orada barbarlar, kendileri kapitalizmi kurmuşlardı. Burada, artık modern çağda olduğumuz için, ordunun yaptığı “tarihcil devrim” bir modern sınıfın iktidara gelmesine yol açıyor. Bu sınıf, o seferinde, burjuvazidir. Böylece ordu hareketi yapar, sonra meydanı burjuvaziye bırakır (bir sefer bunu yapan, başka sefer başkasına da bırakabilir elbet). Burjuvazinin yaptıklarını bilseler, subaylar çok kızacaklardır. Talât Paşa anılarında Birinci Dünya Savaşında tarımda çalışanların azalması ve Subayların suistimallerinin halkı aç bıraktığını söylu-yor. Kıvılcımlı buna karşı çıkıyor. Bunu, “harp zenginliği” yapmış. “Belki bir avuç ordu ilgilisi de, o ara müteahhit ve tefeci bezirgan güruhu ile kaynaşarak işverenleşiyordu… Aslında, temiz Türk subayı bütün o dalaverelerden habersizdi. Koçlar gibi dövüştüğü savaş cephelerinde masum kanını oluk oluk akıtmasaydı ve onları bilseydi, vurgunculuklar o kerte rahatça kol gezemez-

di.”39

Bunlardan anlaşılan şu ki, ordu bir “tarihcil devrim” yapınca, hazır olan burjuvazi, Abdülhamit engelinden kurtulup iktidara geçmiş. Hareketi yapan ordu, iktisadî iktidara ortak olmamış. O hızla cephelere koşmuş. Bir daha da bu işlere karışmamış.

Daha sonra, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Mustafa Kemal de elbette bu gelenek içinde ele alınmalıdır. Ama burjuva düzenine düştüğü için üzüntüsünden neredeyse bilinçli bir şekilde inti- hara gider: “Sosyal sınıf eğilimleri önünde tek kişinin trajedisiydi bu. Ne kadar ULU olursa olsun, ergeç, kişinin rolü sosyal sınıfların etkisiyle yöneltiliyor. Yahut eziliyordu.”40 Şu halde kapitalizmden başka bir sistemi özlüyordu Mustafa Kemal. Ama toplumsal determinizm bunu önledi. Atatürk’ün bu trajedisi ,onu seven subaylara da bazı şeyler düşündürtmelidir. Üstelik “Türkiye kurtuluş hareketi, Sosyalizme ‘karşı’, değil ‘Müttefik’ olmuştur.”41

Bunu, 27 Mayıs’ı yapan subaylar vaktinde öğrenemediler. Kıvılcımlı sonradan mektupla anlatmak istediyse de olmadı. 27 Mayıs, halkın katılmadığı, “Ama genç ordu güçlerinin kollektif aksiyonu” ile başarılmış bir “Demokratik devrim”dir; “Türk Ordusunun Horasan erleri çağından kalma Tarihcil Devrim gelenek ve görenekleri”nin ürünüdür.42 İlginç olan, Kıvılcımlı’nın o dönemde, Türkeş’in başını çektiği 14’leri daha radikal bulmasıydı barbar gelenekleri daha ağır basıyordu bunlarda.

Bütün bunların sonucu, gene aynı kitapta şöyle özetlenir: “Her kezinde, Sosyal Sınıf eğilimleri, Devlet sınıflarının vurucu gücü ile kendilerine yol açıyordu. Bu vurucu gücün göze çarpan elemanları: eskiden seyfiye ile ilmiye, sonraları: Ordu ile Bilim diyebileceğimiz kurumlar oldu.

“Bu, kimsenin üstünden atlıyamıyacağı bir gerçektir. Bu gerçeklik olumlu tarihcil güçleri birinci planda kollektif aksiyona götürür… Ortada, geri ülkelerin Ekonomik ve Sosyal gidişinde çıkmaza girmiş Sınıf İlişki – Çelişkilerini çıkmazdan kurtarıp, zenbereğinden boşandıran bir gerçek Vurucu Güç vardır.

“Bu vurucu güç, Türkiye’nin Modern yakın tarihinde, olumlu modern gelişim yönünde etkili oldu ve oluyor.”43 Böylece, buraya kadar gördüğümüz bütün kategoriler, ilbler, dirlikçiler, barbarlar, kollektif aksiyonlar birleşiyor ve Türkiye’nin “vurucu güc”ünü meydana getiriyor.

“Vurucu güç, gerici iktidarı, sırası gelince, bir gecede vurup düşürebiliyor. Ondan sonrası,

öne geçen öz-güç’ün niteliğine kalıyor.” Şu halde, güçlü proletarya varsa, “tarihcil devrim”, sosyalist devrime dönüştürülebilir; yoksa, boşuna harcanır. Ancak, “tarihcil devrim”i yapacak vurucu güç: Proletaryanın kendi yapısı içinde öncü örgüt değildir.”44

Bütün tarih tezi gelip bu “Vurucu güç” stratejisine dayanınca, belli bir mantık kazanıyor. Ya da, tersinden, önce “vurucu güç” stratejisi tesbit olununca, buna tarihî bir gerekçe hazırlama gereği, mümkün olan başka tarih yorumları arasında Kıvılcımlı’nın “tarih tezine” de belli bir geçerlilik veriyor.

Ancak, bu noktada, Kıvılcımlı’nın, yazının başında sözkonusu ettiğimiz “ikici” tavrına yeniden eğilmek gerekir. Halk Savaşının Planları, bu ikicilikle son bulur. Burada çizilmiş devrimci stratejinin iki ayağı vardır. Bunlar eşit derecede önemlidir, biri öbüründen bağımsız olmamalıdır. İkisinin rolleri, görevleri ayrı ayrı tespit edilmiştir. Biri, öbürünün yapacağı işi üstlenmemelidir. “Vurucu güç” ve “öz-güç” yapı olarak da birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Tarih tezinin özel terminolojisinin temel kavramları olan “tarihsel devrim-sosyal devrim kavramları, stratejinin bu ikili yapısına tekabül ederler.

Şimdi, bu ikici tutum neyin sonucunda oluşmuştur? Hikmet Kıvılcımlı, başka bir çok kişinin çok daha pragmatik gerekçelere, akıl yürütmelere dayanarak çizdiği bir stratejiyi, özünde önemli bir farklılık göstermeden tekrarlayan önerisi için, neden bu kadar ayrıntılı, kapsamlı bir tarih tezi geliştirmek gereğini duymuştur?

Bu sorunun cevabının bir kısmı, sanırım, Kıvılcımlı’nın hayatı boyunca içinde yer aldığı bir politik bağlamın, Türkiye’deki sosyalist teori ve pratiğin özel bir belirleniş biçiminin etkileridir. Kısacası, onun getirdiği bu “çözüm önerisi” solun Türkiye’deki geleneği içinde özel bir tavır alışın sonucudur. İkincisi ise, Kıvılcımlı’nın kendisinin, “tutarlı ve kapsamlı” olma çabasıdır.

Konuya böyle bir açıdan baktığımızda (gerek geçmişte, gerekse Halk Savaşı’ kitabının yayımlandığı ortamın politik yönsemleri arasında), Kıvılcımlı’nın, kendi “ikici” tezinde, vurucu gücü proletarya partisine empoze etmeye çalışmaktan çok, proletarya partisini vuruca güce empoze etmeye çalıstığı görülür.

Değindiğimiz konu, başlı basına uzun bir inceleme alanı, üstelik, verileri yeterince bilinmeyen bir alandır. Daha ilerde, belki, bu konuyu islemeye çalışacağız. Ancak şimdi, daha çok bir “hipotez” olarak şunu söyliyebiliriz ki, Türkiye solunun geleneği, çeşitli nedenlerle, “vurucu güç” esprisine daha yakın bir biçimde düşünmüş ve davranmıştır. Hattâ o “vurucu güç”ü harekete aeçirmek için, yanına proletarya partisini de değil, düpedüz “gençliği” koymak isteyen görüşler hâkimdir. Kıvılcımlı, bu gücü proletaryanın “kitle örgütü” niteliğindeki partisiyle dengelemek gereğini duymustur. Gelenek içinde çoğu zaman ayrı kalışının nedeni tamamen bu olmayabilir; ama her halde bir nedeni budur.

Kıvılcımlı’nın son kitaplarını yayımladığı politik ortamda, proletarya partisinin vurgulanması, olumlu bir hareketti. Vurgulamanın olumluluğu ötesinde, Kıvılcımlı’nın bu konuya getirdiği somut çözüm yollarının (Lâleli’de adres göstererek “derleniş”e çağırmak gibi) isabeti ve ciddiyeti ayrıca tartışılabilir. Proletarya partisi sözkonusu olduğunda, somutta var olan bütün gelişme ve eğilimleri görmezlikten gelerek dogmatik bir biçimde yalnız kendi “Vatan Partisi” deneyini öne sürmesi de tartışılabilir, tartışılmalıdır. Ama, en azından “partisiz yakalanma”nın ciddî tehlikelerini görmüştü.

Bunu, yalnız o dönemde değil, çok daha önceleri de görmüştü. Modern Türkiye’nin sınıfsal yapısına bakışının, bu görüşte payı olsa gerektir.

Bu yazıda Kıvılcımlı’nın teorilerinin çeşitli yanlarına yönelttiğimiz eleştiri, onun modern Türkiye’de sınıflar analizi karşısında daha değişik bir ton takınmak durumundadır. Çünkü bu analizde Kıvılcımlı bütün teorik çalışmalarının en doğru ürünlerini vermiştir. Bir kere, Türkiye’de “işçi smıfı”nın varlığını kabul etmiştir. Yani, bağımsız partisi olacak kadar, nitelik ve nicelikçe gelişkin bir işçi sınıfı. Türkiye ile emperyalizmin ilişkisini, “eski sol” içersinde en tutarlı biçimde koyan odur. “Komprador” edebiyatına girmemiştir. Tekelci kapitalizmle kapitalizm-öncesi kesimin bütünleşmesine işaret etmiş, orta burjuvaziyi bundan ayrı bir kategori olarak görmüştür. Şüphesiz, bunun yanı sıra, ordu değerlendirmesine katılmak mümkün değildir. Devrimin güçlerini ayırması, iki ayrı görevi iki apayrı yapıya vermesi, kabul edilebilecek bir şey olamaz.

“Finans kapital” üzerinde ısrarı, yeterince bilimsel sayılamaz. “Oliğarşi” kavramı ve bunun getirdiği cephe genişliği gereği mutlaka tartısılması gereken bir konudur. Yaşadığı dönemin üzerine empoze ettiği politik yükümlülükler vardığı dogrulari da sapmasiz, gelistireceği yerde çarpıtacak niteliktedir. Kemalizm’i desteklemek. Kıvılcımlı’nın koşullarında sosyalizmin genel verisiydi. O da bütün formüllerini bu etkeni hesaba katarak geliştirdi.

Şu halde Kıvılcımlı’nın “ikiciliği” onun kendi düşüncesinden önce politik-ideoloilk ortamında

vardı. Kıvılcımlı’nın teorik çabası ise bu ikiciliği teoride yok etme çabasıydı. Somut gerçeklik düzeyinde birleşmesi mümkün olmayan ögeler ancak “eklektik” bir teoride uzlaştırılabilirdi. Başka bir söyleyişle, Marksist yöntem bu çatışık ögeleri birlestiremezdi. Zorlanınca yöntem eklektikleştirildi, ögeler böylece birleştirildi. Bu durum, bizi yöntem konusuna ayıracağım son bölüme getiriyor.

KIVILCIMLl’DA YÖNTEM

Hikmet Kıvılcımlı’nın, tarih sorununu, değişik, kendine özgü bir terminoloji içinde açik-

ladığını gördük. Şüphesiz, bunun yanı sıra, Marksist teorinin bilinen kavram ve terimleri, bilinen anlamlariyla kullanılır. Gelgelelim, bunların bütününü kapsayan bir yöntem vardır ki, asıl bunun ele alınması gerekiyor.

Barbarlığı, bir toplumsal örgütlenişin sonucu olarak ele almayıp, insanlığın başlangıçtan sona kadar süregelen bir “özü” olarak görmesi Kıvılcımlı’yı bir yandan hümanizme, bir yandan evrimciliğe, bir yandan da Hegel tarzında bir idealist diyalektiğe bağlar. Şüphesiz bütün bunlar yalnızca bir “barbarlik” sorunundan ötürü böyle olmuyor. Başka bir yığın nedeni ve örneği de var. Ama “barbarlık” sorunu bunların arasında en çarpıcı olanı sayılabilir.

Kıvılcımlı’nın tarih tezinin sonucunda şöyle bir diyalektik üçlü ortaya çikar: İkel sosalizm-sınıflı toplum (medeniyet); sınıflı toplum-kapitalizm; kapitalizm-sosyalizm. Böylece, başlangıçtaki sosyalizm, sonda, daha üst düzeyde yeniden kurulur.

Gerçekte tarihe baktığımızda bunun böyle olmadığını, arada başka bir çok üretim tarzı ve toplumsal sistem olduğunu görüyoruz. Ama Kıvılcımlı’nın diyalektiği, bu farklılıkların üzerinden bir silindir gibi geçip hepsini, düşüncede yaratılmış bir kalıba uyduruyor. Bu, tabiî idealizmin evrensel bir özelliğidir. Kıvılcımlı’nın burada uyguladığı akil yürütme de, daha çok, idealizmin Hegel’ce formüllendirilmiş şeklidir.

Hegel diyalektiğinde sentez, tezin bir üst düzeyde yenilenmesi olduğuna göre, iki uğrağı birbirine bağlayacak bir ortak öz gerekir. Hegel’in mutlak idealizminde bu öz bellidir: Mutlak Idea. Çünkü bu Idea, gelişmesinin her aşamasında kendi kendisiyle özdeş’tir. Tabiî, Hegel idealizminin kendi sınırları içinde tutarlıdır bu koyuş biçimi (nesnel gerçeklikle hiçbir ilgisi olmasa da).

Kıvılcımlı ise, ortak özü, “barbarlık” ögesinde bulur. Bu nedenle, tarih, ilkel komünal toplumdan sosyalist devrime kadar, “barbarlık” ekspresine binerek geliyor. Ama bu, materyalist bir malzemeyi yorumlama çabasının ürünü oldugu için, Hegel’deki “öz birligi” gibi tutarlı olamıyor Amaç ve malzeme materyalist, yöntem ise idealist kalıyor. Bundan dogan bazı çelişik sonuçlara bakalım şimdi.

Hegel, bütün mantığıyla tutarli olarak, “teleolojik” bir bütünlük kurar. Teleoloji, amacın, kendisine yol açan olayları belirlemesi demektir (Yeni Türkçe’de buna “ereksellik” deniyor; eski adı “gaiyetçilik”tir). Buna göre, Hegel’in tezi ve antitezi sentez tarafından önceden belirlenmiştir. Yalnız bu öncelik, zamana göre değil, mantiki bir önceliktir. Hegel, bu nedenle, zaman içinde bir takım olayların başka olaylara yol açması demek olan nedenselliği kabul etmez. “Neden sonuç” ilişkisi (cause-effect) yerine, sonun başlangıcı belirlemesi demek olan “sebep-amaç” (reason-end) ilişkisini koyar.

Bu, genel idealizmin bir kategorisi olarak bilindigi için, Kıvılcımlı, diyalektik üstüne konuşurken, teleolojiyi yadsır (ama sisteminde onu kullandığını göreceğiz), bunun yerine nedenselliği getirir. “Bizim mezhebimiz gayeci degil, sebepçidir. Çünkü doğru yol odur. Gayecilik, sapıklık ve hayalperestliktir.”45 Bundan sonra, bilinen “nedensellik” ilkesini klasik şekliyle anlatır ve dogru ilke olarak koyar.46

Gelgelelim. Bukharin de bunu, hem de çok daha ayrıntılı açıklamalara ve geniş bilgilere dayanarak yapmıştı, Marksizm üstüne el kitaplarinda. Ama önce Lenin sonra da Gramsci, bu açıklama yöntemi yüzünden onu “mekanik” olmakla suçlamışlardı. Doğrudur böyle olması. Çünkü nedensellik ampirik burjuva biliminin bir ilkesidir. Bugünün biliminde tamamen aşılmıştır. Newton’ların ideolojik dünyasının bir felsefî-bilimsel kategorisidir “nedensellik”.

Marksizmin bildiği nedensellik, “yapısal nedensellik”tir. Yani, karmaşık bütün içinde hiyerarşik olarak eklemlenmiş yapıların (Marx’ın mecazî deyimiyle “Darstellung”, yani bir çeşit mizansen) birbirlerini karşılıklı olarak belirlediği ve daha önemlisi, bütünün parçaları belirlediıi karmaşık, yapısal bir nedenselliktir. Lenin’in Ampirio-Kritisizm’inin ya da Felsefe Defterleri’nin özünü meydana getiren bu karmaşık nedensellık Kıvılcımlı’da yoktur. Dolayisiyla o, diyalektiği mekanik nedensellik içinde düşünmeye çalıştıkça, idealist teleolojiye gelip takılır. Sonuçta, iki ilke birbirinden ayrılmaz hale gelir. Tıpkı, Hegel’de sisteme aynı ilkelerle ister başından, ister sonundan başlayabileceğimiz gibi.

Böyle bir çerçeve içinde uygulanmış bir diyalektik, sanki bir “paralel açıklama” dır. Olayların akışının dışında, sanki ona fetva çıkaran bir yüksek organdır. Yani, tarih şu veya bu olaylarla şu veya bu şekilde akmıştır, şu veya bu sonuca varmıştır (nedenselliği ağır basan bir açıklama yöntemi); ama aynı zamanda da, diyalektiğin tez-antitez- sentezi böyle buyurduğu için böyle akmış ve bu sonuca varmıştır (bu da teleolojisi ağır basan bir açıklama yöntemi). Zaten, sonucun başlangıcı belirlemesi, yani ideal-

ist teleoloji de burada yatmaktadır.

Bu, Marx’ın Hegel’den yararlanmasına karşılık söylediği övücü sözlerin, bazı Marksistler’ce yerine oturtulmadan kabul edilmesiyle, Hegelci diyalektiğin eklektik bir biçimde uygulanmasının yarattıgı sonuçlardan biridir. Ne var ki, Hegelcilik, her zaman, Marksizm’in bilinen doğrultusu dışında bir takım hedeflerin haklı gösterilmesi gerektiği zamanlarda yöntemine başvurulan bir düşüncedir. Çünkü böyle bir bayağı-diyalektik uygulayan herkes, karmaşık olgular yığını içinden işine gelen üç tanesini alıp “tez-antitez – sentez” ilişkisi biçimine sokabilir. Kıvılcımlı’da buna çok raslanır. Maddeci diyalektikle yeterince alış verişi olmayan birçok iyi niyetli kişi de, onun bu tavrını, büyük bir “diyalektik ustalığı” sanabilmektedir.

Kıvılcımlı’da, tarihin üretim tarzlarıyla dönemleşmesi süreci, insanın içsel özüyle yürür. İnsanlar, “ilkel sosyalizm” in eşitlikçi düzenini nedense bir türlü unutamazlar. Ama hangi insanların bunu unuttuğu, hangi insanların hatırladığı da belirsizdir. Sanki insanlar, başlangıçtan, cennetlikler ve cehennemlikler gibi, barbarlar ve medenîler olarak ikiye ayrılmıştır. Medenîler ilkel sosyalizmi unutmuştur. Barbarlar ise hep bunu hatırlar ve oraya dönmeye çalışırlar. Bunun niçin böyle olduğu belli değildir. “Medenîlerin, maddi hayat koşullarından ötürü ilkel sosyalizmi unuttuklarını, Marksizmin bir genel ilkesini düşünerek varsayalım. Ama barbarlar, “barbarlık” diye kabul ettiğimiz toplum biçimi bütün konumlarıyla tarihe karıştıktan yüzlerce yıl sonra nasıl oluyor da aynı özlemle yaşayabiliyor. Herhalde barbarlar, toplum tarafindan belirlenme zorunluluguna karşı her nasılsa bağışıklık kazanmış olmalılar. “Medenî” ve “barbar” kategorileri, Marksizm’in sınıf kategorisinden tamamen ayrıdır. “Sınıf” üretimdeki rolüne ve içinde yer aldığı toplumsal bütüne göre belirlenir. Kıvılcımlı’nın barbarları ise üretimden, mülkiyetten, v.b. tamamen kopuk, “ilkel sosyalizm” anısıyla ve ahlâkî özellikleriyle (dogru sözlü, tok gözlü, adaletçi v. b.) belirleniyorlar. Bir dönemde barbarlar şirket kurup kapitalizmi yaratıyor, başka bir dönemde devrim yapıp sosyalizmi kuruyorlar – barbarlar kendileri degil belki, bundan daha da metafizik bir kategori olan barbarlik “özü” yapıyor bu işleri. Ve ayrım bugün bile devam ediyor: “Medeniyet bugün üstün düzendir. Alt barbar düzenini tümüyle yok edebilmiş midir? Hayır. Hemen her kapitalist ülkenin ŞEHIR’leri Medeni ise KÖY’leri Barbar durumundan kurtulamamıştır.”47

Görüldüğü gibi, iyice karman çorman bir yığın çıkıyor ortaya. Bir yanda bildiğimiz sınıflar, bir yanda medenîler ve barbarlar, üstüste ve içice. Bu barbarlık, bazan orduda beliriyor, bazan köylerde. Ya işçi sınıfı? Orası karanlık. Ama Kıvılcımlı, Tarih Tezi’nde bugün Avrupa ülkelerinde çalışan az gelişmiş ülke işçilerini de “barbar” diye niteler.

Türkiye’de sınıf yaklaşımı henüz belirli çizgiler kazanmadığı, zengin- fakir ayrimina dayanan popülist yaklaşımlar ya da hattâ bayağı “servet düşmanlığı” zamanında sosyalizm sanilabildigi için, “halk çocuğu/aydın” ayrımları, “Anadolulu/Istanbullu” ayrımları hâlâ geçerli olabildiği için, bu muğlak “barbar/medenî” kutuplaşması hazır ideolojik kalıplarda kolay nüfuz etme imkânları bulabilmiştir.

İşin felsefî yanına dönecek olursak, bütün farklı üretim tarzlarina ve bunların özgül belirleme-

lerine, özgül sınıfsal yapılarına karşı belli bir bağışıklığı olan herhangi bir “insanî öz” kavramının, Marksizm’e “evrimci” bir yorum getirdiğini görürüz. Çünkü böyle bir değişmez öz, ilkin “devrim” kavramıyla çelişir.

En genel anlamıyla devrim, bir karmaşık bütünün dışsal koşulların belirlemesiyle geçirdiği nitelik değişimidir. Insanin ellerini kullanması gibi bir olayı ele alalım. Bu olay upuzun, karmaşık bir tarihin ürünüdür. Hominoid denen insanın atası, iklim koşulları yüzünden ormanların tropiklere çekilmesiyle, ağaçtan yere inmiştir. Yerde hareket etmenin yüzyıllarda getirdiği koşullanmalarla giderek ayağa kalkmıştır. Bu sayede el serbest kalmıştır ki, bu olay türlü yeni gelişmelere yol açmıştır. El kullanılır hale gelince ağızda taşımaya gerek kalmamış, böylece ağız küçülüp konuşmak için daha elverişli olmuş, daha önemlisi, el alet kullanmaya yatkınlaşmıştır, v.b. Kıvılcımlı ise bu olayı şöyle açıklar “Bu yaratık doğayla ilişkisinde gittikçe taş, labut gibi bazı aletleri kullanmaya başlıyor. O zaman vücutta sırf alet kullanmaya özgü bir çift uzuv hasıl oluyor: Eller… Elleri iyice kullanmak için insan iki ayak üstünde yürümeye başlıyor.”48 Burada bir olgu yanlışı var, iki ayak aşamasına gelmeden alet kullanımını genelleştirmesi. Ama daha önemlisi, bir de yöntem yanlışı var: “Elleri iyice kullanmak için…” insan ayağa kalkmamıştır. Işte bu, teleolojidir; Kıvılcımlı’nın “sapıklık” dediği, olayları vardıkları yere göre açıklama yanılgısı. Insan başka nedenlerle iki ayak üstünde yürüme alışkanlığını kazandiktan sonra eller serbest kalmıştır. Ancak bundan sonra, eller alet kullanmaya alışmıştır.

Şimdi gelelim, devrim dediğimiz olayın sonrasına. Devrimin nitelik değişimi bir kere gerçekleşti mi, artik yeni bir bütünsellik söz konusudur. Bu yeni bütünün içsel ilişkileri de, dışsal ilişkileri de eskisinden farklıdır. Marx’ın yukarıdaki “açlık” benzetmesiyle anlattığı budur. Iki ayrı toplumsal aşamada, biyolojik bir kategori bile artık aynı olamaz.

Marx şöyle diyor Grundrisse’de

“Bütün toplum biçimlerinde belirli bir üretim ve onun ilişkileri, başka her üretimin ve onun ilişkilerinin derecesini ve etkisini belirler. Bu bir genel ışıktır ve öteki bütün renkler bunun içine atılır, özel tonlarını da gene o ışık değiştirir. Içinde doğan her varoluşun özgül ağırlığını tanımlayan özel bir eterdir.”49

Şu halde nitelik değişimiyle varılan her yeni aşamada, bütün, parçaları yeni bir biçimde belirler. Marx’ın burada koyduğu mantığa göre, örneğın, ilbler, yeniçeriler ve modern ordunun, içinde yer aldıkları toplumsal bütünlerde, aynı şekilde davranmaları mümkün değildir. Çünkü zaten, bütün bu ayrı kategorilerin aynı özü sürdürmeleri mümkün degildir.

Yukarıda, Kıvılcımlı’nın “feodal kabuklu yeniçeri gündelikçi işçi”nin modern proletaryaya dönüşmesini söylediğini görmüştük. Şu halde, işçi sınıfının, ancak serbest kalmış emekçinin pazarda sermayeyle karşılaşınca doğduğunu ve basit koşulda bütün bir dünya tarihinin yattığını söyleyen Marx hayal görüyor. Işçi sınıfı hep vardı, yalnız kabukluydu. Tarih, bu kabukların soyulmasıyla meydana geldi. Yani, her şey içeriden belirlendi. Her şey zaten kendisiydi. Tarih de, her şeyin kendiliğini daha iyi göstermek için aktı. Bunlar Aristoteles’den Hegel’e kadar idealizmin düşünce biçimleridir. Ama Marksizmle ilgisi yoktur.

Marksizm’de her varlık, ille bir “öz” bulacaksak, bir çeşit değişme potansiyeli taşır. Çünkü Marksizmde tek mutlak, “koşulsallık”tır. Maymun, maymunluk kabuğunu “atarak insan olmadı. Belirli koşullar, onun belirli yanlarını geliştirerek insanlığa itti. Başka koşullarda başka türlü de gelişirdi. Ağzımızla konuşuyoruz. Ama ağız konuşmak için yapılmamıştı. Başka nedenlerle, belli bir tarzda gelişti. Bir dönemde, toplumsal olarak yaşayan insanların iletişim ihtiyaçları, bir haberleşme sistemini zorunlu kılınca, o anda en yatkın organ ağız olduğu, ve sesin işarete karşı, karanlıkta da işlerliği gibi bir avantajı olduğu için, ağız konuşma aracı haline geldi. İnsanlar soyut bir diyalektik, sınıfsız toplumdan başlayıp sınıfsız toplumla bitmeyi gerektirdigi için sosyalist olmazlar. Çeşitli koşullar sonucu işçi sınıfı olduğu için, bireysel mülkiyet-kollektif emek çelişkisini, yani üretim güçleriyle üretim ilişkileri çelişkisini, bu dönemde en iyi işçi sınıfı nesnel olarak çözebildiği için sosyalist olurlar. İşçi sınıfı bu gücü tarihin bilmem neresindeki barbarlıktan almaz, kapitalizmin içinde bulduğu somut nesnel koşullardan alır. Bunlar, sosyalizme, işçi sınıfına yeterlidir.

SONUÇ

Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de sosyalizmin kendi toplumsal gerçeklerini el yordamıyla aradığı bir dönemde yetişmişti. Gerek iç yetersizlikler, gerekse dış zorlamalar, bu dönemin sosyalistlerini “millî” burjuvaziyi desteklemeye itiyordu. Bu, sonrası için de kökleşen bir “kuyrukçuluk” geleneği kurdu. Devrimi, Türkiye proletaryası için, bir başkasının yapması beklendi. Kıvılcımlı, bu çeşit bir stratejiyi olduğu gibi kabul edemediği için parti’nin zorunluluğu üstünde durdu. (Ne var ki, 12 Mart’ı bir parti olmadığı halde “Ordu Kılıcını Attı” diye karşılaması kendi teziyle de çelişiyordu).

Bütün kitaplarından anlaşıldığı gibi Kıvılcımlı teorisyen yapısı olan bir kişiydi. Belki çevresinde kendisi kadar okuyan ve anlaştığı az insan bulduğu için teorileri oldukça bireysel bir doğrultuda gelişti. Yaşadığı dönemde, ele aldığı kaynaklar için dünyada da zengin bir literatür bulmak zordu. Üstelik, inatçıydı da Kıvılcımlı.

Türkiye’de çeşitli vurucu güçleri salık veren başkalarının pragmatik gerekçelerinin aksine, Kıvılcımlı, “global” bir teoriden aşağısına razı olamazdı. Bövlece, temelde çelişen verilerini bir teori içinde bütünleştirmeye çalıştı. Verilerini eleştirmek aklına gelmediği için, bu çelişik ögeleri ancak kendisi çelişikleşen bir teoride birleştirebildi. Türkiye’yi Batı’nın ileri ülkeleri ile dünyanın geri ülkeleri arasında bir yerde düşündüğü için kendi kurduğu devrim modelinde, Batı için önerilen geniş parti modeliyle az gelişmiş ülkeler için önerilen vurucu güç modelini karıştırdı.Bu karışımı haklı gösterecek bir tarih tezi hazırladı.

Bu tarih tezi, Batı’nın “yabancılaşma” teorisinin bir başka türüydü (tabiî biraz daha fantastik). İlkel komünün eşitlik anlayışı, bunun özlemi, bütün tarihin anahtarı haline getirilmişti: “Bugü- nün bilimsel sosyalizmi; ilkel sosyalizmin tek güçlü mirasçısıdır”. Bu teleolojik yaklaşım idealizmin çeşitli biçimlerini içeri alıyordu. Kıvılcımlı bir burjuva tarihçisinden şöyle bir alıntı verir (Konu, Kapitalizmin kuruluşu):

“16. yüzyıldanberi, o siyasi bağımsızlık tiryakisi ruh, yeni bir güç kazandı; Cermen ırklarında

ortak bulunan fertçi direnç fikirlerine, dini ferdiyet fikirleri de gelip katıldığı vakit, siyasi bağımsızlık ruhu bir çeşit dinî kutsallaşma biçimini alarak, bilinç derinliklerine doğru kök saldı.”50

Bunları söyleyen tarihçiye, ırkçılık yaptığı için, o şiddetli üslubuyla çatar. Ama sonra “ferdiyetçilik” yerine “kolektivizm”, “Cermenlik” yerine “barbarlık” diyerek, kendisi de aynı akıl yürütmeyi tekrarlar. Oysa sorun denklemin sembollerini değil, denklemin kendisini değiştirmektir. Böyle yaptığiğa göre, belki de Marx’ın Hegel diyalektiğini “ruh” yerine “madde” diyerek ayakları üstüne koyduğunu düşünüyor olmalıdır. Tabiî, burada ve başka yerlerde (örneğin Toynbee’de uygarlıkla barbarlığa verilen değeri değiştirmesi gibi) hep böyle denklemin sem-

bolleriyle uğraştığı için, sistematiğin kendisi raydan çıkar.

Tarihe global bir tarzda bakan, üst düzeyde analizler getiren tarih teorisyeni tavrıyla, mantığına uymayan olguları da çarpıtmaktan çekinmez. Örneğin, Tarih Tezi”nde, toplum olaylarıyla Jeolojik olaylar arasında “denk gidişler” üstüne yazdığı bölüm idealizmin doruğundadır. Gene hiç kimsenin aklına gelemeyecek bu paralelliği kurarken “hücre” ile “kent”i birbirinin karşılığı şeklinde koyar. Tabiî bitki ve hayvanların bundan sonra üremesi gerekir. Ama, hücre öncesi Jeolojik oluşumlara, medeniyet ve barbarlardan “denk gidiş”ler gösterir. Tabiî bu, o kadar önemli değil. Sorun, bütündeki idealizmde. Bu iki şey arasında “denk gidiş” varsa, psikoloji ile meteoroloji arasında niçin olmasın? Ama Kıvılcımlı bütün bunları inançla, heyecanla savunur. Kötüsü de bu inancıdır zaten. Ve kendine uymayan herkese ateş püskürür; bilip de saklıyorlar kanısındadır. Oysa onun fantastik tarih teorisi başka kimsenin kolay kolay aklına gelmezdi. Her söylediğini büyük bir inançla, büyük bir iddiayla söyler. Karşı çıkana, inanmış azgın bağnazlığıyla, en aşırı suçlamayı yöneltebilir (örneğin, “C.I.A. ajanı” deyiverir). Kızgınlıklarını unutmaz. Bilmediğimiz nedenlerle öfkeli olduğu Nâzım Hikmet en ilgisiz kitaplarda, en ilgisiz bir zamanda ortaya çıkar. Ölümünden önce sıkıyönetime yazdığı son mektubunda bile vardı Nâzım’a bir sövgü. Bütün bu özellikleriyle, en çok da diliyle, bireycidir. Ama yalınkat değil, zengin bir birey.

Hikmet Kıvılcımlı’nın bundan sonraki sosyalist harekette yararlı olacak bir şeyi kalmamıştır. Tarih tezi ancak yanlış bilinçlenmelere sebep olabilir. Bu, tamamen bilim dışı ideolojik bir tez olarak, kendi içinde tutarlıdır. Bu iç-tutarlılık, çok kişiye, nesnel gerçekliğin tutarlılığı gibi görülebilir. Ama Marksizm’in daha iyi kavranılması tezin idealist temelini gittikçe daha çok kişiye gösterecektir. Çağdaş Türkiye için getirdiği sınıf analizi, ilk ortaya atıldığı zaman gerçekten son derece önemliydi. İçinde yanlIşlar olmasI önemli değildi, çünkü her teori belli yanlışlar taşıyabilir. Kapitalizm tesbiti önemliydi, geliştirilebilir, yanlışlardan arınabilirdi. Kıvılcımlı yalnız kaldığı için bu iş o zaman yapılamadı. Şimdi ise, yeni verilerle, bu analizi daha sağlam biçimde yapmak mümkündür ve zaten yapılmaktadır da. Dolayısıyla, ilk çıkışında yepyeni olan bu alandaki analizi de şimdiki ve gelecekteki kuşaklara fazla bir şey getirmeyecektir. Üstelik bu analiz, bütün geçerli yanlarına karşın, içinde barındırdığı “vurucu güç” stratejisi yüzünden sakattır.

Kıvılcımlı’yı olduğu gibi sürdürmek isteyenler, gitgide dengesizleşen bir çizgide, kimbilir daha ne kadar ilerler. Kıvılcımlı’ya bazı yanlarıyla sahip çıkmak istiyenler ise, o yanların çok daha gelişkin olanlarını başka yerde bulurlar örnegin Marx’da, Lenin’de.

O zaman Kıvılcımlı’dan bize kalanlar, inanılmaz mücadele azmidir; tezi değil, ama dogmatizme karşı cesur tavrıdır; teoriye verdiği özel biçim değil, ama papağanlığa karşı tavrıdır; Türkiye’nin “orijinalitesi” diye sunduğu şey değil, ama bir ülkenin özgül koşullarını değerlendirme gereğine uygun çabasıdır; nihayet, bu konuda son söz olarak ileri sürdügü Vatan Partisi programı değil, ama mücadelenin partili olması gereği konusundaki kesin inancıdır.

1 Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, İstanbul, 1974, s. 50.
2 rih, Devrim, Sosyalizm (Bu kıtabı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi ve Ikel Sosyalizmden Kapitalizme adlı eserlerını okurken notlar çıkarmıştım. Ancak, sonradan bu kitapları bulama-
dığım için not ettiğim alıntıların sayfa numaralarına her zaman kesinlikle güvenemiyorum.)
3 Ilkel Sosyalizmden Kapitalizme, s. 11.
4 Aynı yerde, s. 24.
5 Aynı yerde, s. 98,
6 Aynı yerde, s. 116.
7 Marx-Engels, Sanat ve Edebiyat, De Yayınevi, İstanbul, 1971, s. 20.
8 Karl Marx, Grundrisse, Çeviren Martin Nicolaus, Pelican Books, 1973, s. 92.
9 Tarih, Devrim, Sosyalizm, 166-8.
10 Aynı yerde, s. 170.
11 Toplum Biçimlerinin Gelişimi.
12 Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 186.
13 Ilkel Sosyalizmden Kapitalizme, s. 27.
14 Aynı yerde, s. 27.
15 Aynı yerde, s. 35-36.
16 Aynı yerde, s. 44.
17 Aynı yerde, s. 60.
18 Marx-Engels, Sanat ve Edebiyat, s. 59, 60-61.
19 Ilkel Sosyalizmden Kapitalizme, s. 63.
20 E. Engels, Anti-Dühring, Progress Publishers, Moskova, 1969, s. 125.
21 F. Engels, Anti-Dühring, Progress Publishers, Moskova, 1969, s. 125.
22 Aynı yerde, s. 219.
23 Toplum Biçimlerinin Gelişimi, s. 96-8.
24 Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 147.
25 Anti-Dühring s. 94.
26 Tarih, Devrim, Sosyalizm, 185.
27 Anti-Dühring, 211.
28 Grundrisse, 493.
29 Aynı yerde, 103.
30 Bkz. Emmanuel Terray, Le Marxisme Devant Les Societes “Primitives”, François Maspero,Paris, 1969.
31 Arnold Toynbee, A Study of History, Oxford University Press ve Thames and Hudson, Londra, 1972, s. 182.
32 Tarih Tezi, s. 50.
33 Ilkel Sosyalizmden Kapitalizme, s. 84.
34 Aynı yerde, s. 90.
35 Aynı yerde, s. 115.
36 Murat Belge, “Teorik (Bilimsel) Bir Tarih Açıklamasının Başlangıç Noktası,” Birikim, Mayıs, 1975, s. 5-10.
37 Osmanlı Toplumunun Maddesi, Tarihsel Maddecilik Yayınları, İstanbul, 1974, s. 169.
38 Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Tarih ve Devrim Yayınevi, istanbul, 1974, s. 20.
39 Aynı yerde, s. 139.
40 Aynı yerde, s. 192.
41 Aynı yerde, s. 218.
42 Halk Savaşının Planları, Tarihsel Maddecilik Yayınları, İstanbul (tarihi belli değil), s. 31.
43 Aynı yerde, s. 187.
44 Aynı yerde, s. 194.
45 Kısaca Marksizm Düşüncesi, Tarih ve Devrim Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 10.
46 Aynı yerde, s. 16.
47 Tarih Tezi, s. 85.
48 Diyalektik Materyalizm, Tarih ve Devrim Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 73.
49 Grundrisse, s. 27.
50 İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, s. 82-83

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz