Birkaç düşman bakışla karşılaştım. Aksine, diğer bazı mahpuslar da, paralı olduğumu tahmin ederek, etrafımda dolaşıyorlardı. Onlar bana yaltaklanarak, hemen hizmet etmeğe, yeni prangalarını nasıl kullanıldığını öğretmeğe başladılar. Bana kilitli küçük bir sandık buldular. Tabii para karşılığında… Bu sandıkta, verilen beylik eşya ile getirdiğim birkaç Parça çamaşırı saklayacaktım. Ertesi gün, bu dostlar Çamaşırımı çaldılar ve satıp parasıyla sarhoş oldular.
Sonraları, bunlardan biri, beni her fırsatta soymakla beraber, bana candan bağlı bir adam olmuştu. Hırsızlığı hiç çekinmeden, hemen hemen şuursuzca, sanki bir vazife yapıyormuş gibi, yapıyordu. Ona darılmak yersiz olurdu.
Boynuna Türk kılıcı insin inşallah!…
Mahpus, tuğla keser, toprak kazar, badana yapar, yapıda çalışır. Bu işde bir mana ve gaye vardır. Sürgün kendini bazen buna kaptırır, daha iyi, daha becerikli yapmak ister. Ama bir kovadan öbürüne su dökmek, kum dövmek, bir yığın toprağı bir yandan başka bir yana kaldırmak gibi işleri ona vazife olarak veriniz. Zannederim, mahpus birkaç gün sonra ya kendini asar, ya da bu küçülmeden, hicaptan ve azaptan kurtulmak için, “birden öleyim diye” binlerce cinayet işler. Böyle bir cezanın ancak işkence, intikam. âleti olacağına şüphe yoktur. Bu ceza, hiçbir mâkul gayeye varamadığı için manasızdır. Ama her zorlama işde. muhakkak biraz manasızlık, hakaret ve bir ayıp telâkkisi vardır. Cebre dayanan sürgün hizmeti de,, bu yüzden, serbest hayatta yapılan işlerden daha ağır ve azaplıdır.
Gerçi ben, hapishaneye kışın, aralık ayında, girmiştim. Beş misli ağır olan yaz işinin ne demek olduğunu henüz bilmiyordum. Zaten, kalemizde beylik işi kışın azdı. Mahpuslar, Irtış kıyısına eski. beylik sandalları yıkamaya giderler; kasırgaların resmî binalar önüne yığdığı karı temizlerlerdi. Kireci söndürüp döverlerdi v. s.
Kış günleri kısa olduğu için, iş çabuk biterdi. Güruhumuz hapishaneye erkence dönerdi. Kendi işleri olmasaydı, işsiz güçsüz oturacaklardı. Buna rağmen, kendi işleri ile uğraşanlar mahpusların ancak üçte biriydi. Geri kalanlar havyar kesiyor, hapishanenin bir kışlasından öbürüne geçiyor, kavga ediyor, aralarında birtakım entrika ve meseleler çıkarıyorlardı. Para buldukça içerlerdi; geceleri, sırtlarındaki gömleği kumara verirlerdi. Bunları can sıkıntısından, tembellik ve işsizlikten yaparlardı. Sürgün hayatında hürriyet yokluğundan, cebri çalışmadan başka belki diğerlerinden daha korkunç bir azabın olduğunu, zamanla öğrendim cebrî müşterek hayat… Müşterek hayat başka yerde de vardır tabii. Ama hapse gelenler arasında öyle insanlar var ki, onlarla bir arada yaşamak herkesin arzuladığı şey değildir Bunun için sürgünlerin çoğu. şuursuz olarak, bu azabı duymuştur elbette. Verilen gıdayı oldukça iyi buldum. Mahpuslar,. Avrupa Rusyasının hiçbir hapishanesinde böyle yemek verilmediğini iddia ederlerdi. Bu konuda hiç fikrim yok, çünkü oralara gitmedim. Bundan başka mahpuslardan çoğunun kendi ceplerinden yemeleri mümkündü. Etin bir funt’ul iki, (yazın ise iki buçuk) köpekti-Fakat ayrı yemek yiyenler, yalnız, her zaman para bulan kimselerdi. Sürgünlerin çoğu kazandan yerlerdi Bunun için mahpuslar, yemeklerini överken yalnız ekmeklerini överlerdi. Ekmeğimizin tartılarak değil de, müşterek olarak verildiğine bilhassa şükrederlerdi. Tayın usulü onları ürkütürdü. Çünkü ekmek tartıyla verilmiş olsaydı, adamların üçte biri aç kalırdı. Müşterek yedikleri için, herkese yetiyordu. Ekmeğimiz kendine mahsus bir nefasette idi. Hattâ bütün şehirde ün almıştı. Bu özelliği hapishane fırınlarının elverişli olarak yapılmasında bulurlardı. Çorbalara gelince, pek kötüydü. Kazanda kaynatılarak, içine atılan bulgur ve saire ile terbiye edilirdi. Haftanın altı gününde sulu ve yağsızdı da… İçindeki. hamam böceklerinin çokluğu beni dehşete düşürdü. ilk üç gün işe gitmemiştim. Her yeni gelene aynı usul uygulanır, yol yorgunluğunu çıkarma fırsatı verilirdi. Ama ertesi gün prangalarımı değiştirmek üzere hapishaneden çıkmak zorunda kaldım. Ayaklarımdaki pranga, hapishane nizamına uygun değil, halkalı, mahpusların “ince çıngırak” dedikleri zincirdendi. Dıştan takılırdı. Hapishanenin resmî, çalışmaya elverişli pırangaları, halkalardan değil, bir parmak kalınlığında, aç, halkayla biribirine bağlanmış demir çubuklardan yapılmıştı, pantolon altına takılırdı. Orta halkaya bir-kayış bağlanırdı. Bu kayış, gömlek üzerine takılan kemer kayışiyle birleştirilirdi.
Kışladaki ilk sabahımı hatırlıyorum. Karakolda,, hapishane kapısının önünde “kalk trampeti” çalındı. Ora dakika sonra nöbetçi subay kışlaları açmaya koyuldu Uyanmaya başladılar. Mahpuslar titreyerek kalkıyorlar, altılık içyağı mumunun donuk ışığı altında ranzalardan iniyorlardı. Çoğu uyku sersemliğiyle konuşamıyor, somurtuyordu. Esniyor, geriniyor, damgalar alınlarını buruşturuyorlardı. Bazıları istavroz çıkarıyordu; bazıları da hemen kavgaya başlıyordu. Boğucu bir havasızlık… Kapı açılır açılmaz, içeriye temiz kış havası girdi ve bir buhar bulutu gibi koğuşu doldurdu. Mahpuslar su kovaları önünde toplandılar. Sırayla maşrapayı alıyor, ağızlarına su dolduruyor, suyu; ağızlarından dökerek ellerini yüzlerini yıkıyorlardı. Suyu “paraşnik” daha akşamdan hazırlardı. Usule göre, her kışlada mahpusların kendi aralarından seçtikleri bir arkadaş, kışla hizmetini görürdü. Bunlara “paraşnik” denirdi, işe gitmezdi. Vazifesi, kışlanın temizliğine bakmak, ranzaları ve yerleri ovmak, gece ihtiyacı için kova getirip götürmek, temiz su tedarik etmekti. Biri sabahlan yıkanmak için biri de gündüzleri içmek için, iki kova su getirilirdi. Bir tanecik olan maşrapaları yüzünden hemen kavgalar başlardı. Yüzü gülmeyen uzun boylu, zayıf, esmer ve tıraşlı kafatasın-da birtakım garip şişkinlikler dolu bir mahpus, pembe, neşeli yüzlü, şişman, tıknaz olan bir mahpusu itti.
— Nereye be, mankafa?… Postoy!… (dur.)
— Ne bağırıyorsun be? Bizde bedava Postcyl olmaz.’ Sen yıkıl git. Şuna bakın: kazık gibi dikildi karşıma. Yani çocuklar, herifte şu kadarcık “akıl tohu-.mu” yok…
“Akıl tohumu” sözü oldukça tesir etti. Çoğu güldü. Neşeli şişkonun da zaten istediği buydu. O, galiba, kışlada bir nevi gönüllü soytarı idi.
Uzun boylu mahpus ona hakaret dolu bir bakışla baktı. Kendi kendine söyleniyormuş gibi:
— Agobun kazı!… dedi. Hapishanenin has somu-niyle bak nasıl da semirdi! Paskalya aşı için on iki domuz yavrusu doğuracağına seviniyor.
Öteki, birdenbire kızararak bağırdı:
— Ne ötüp duruyorsun… kuş gibi?
— Kuşum ya; ne olacak?
— Ne kuşusun?
— Kuş işte.
— Nasıl işte?
— Böyle işte… dedik ya!
— Ama nasıl böyle işte?
Biribirine gözlerini diktiler. Şişko hem cevap bekliyor, hem de dövüşe hazırlanmış gibi yumruklan sı-kılı duruyordu. Ben de gerçekten dövüşeceklerini sandım. Bunlar benim için yepyeni şeylerdi. Merakla seyrediyordum. Ama buna benzer sahnelerin çok masum şeyler olduğunu, komedilerde olduğu gibi, umumun zevk ve neşesi için oynandığını sonraları öğrendim, îşi, hemen hemen hiçbir zaman, dövüşe kadar vardırmıyorlardı. Bunlar oldukça tipik şeylerdi ve hapishane âdetlerini gösteriyordu.
Uzun boylu mahpus sessiz, azametli azametli duruyordu. Etraftakilerin ona baktıklarını, vereceği cevapla rezil olup olmayacağını beklediklerini hissediyordu. Bu duruma düşen, mahcup olmamalıydı; gerçekten bir kuş, hem de nasıl bir kuş olduğunu göstermeliydi. Tarif edilmez hakaretli bakışlarla hasmını süzdü. Bakışlarının daha hakaretli olması için ona omzunun arkasından, yukardan aşağı, bir böceğe bakıyormuş gibi, baktı. Sonra ağır ağır, tane tane:
— Kağan! (Gerçekte olamayan bir kuş) dedi.
Yani, kağan kuşu olduğunu söylemek istedi. Mahpus, bu buluşu kahkaha tufaniyle mükâfatlandırdı.
Her bakımdan mat olduğunu anlıyan şişko fena halde köpürdü.
— Kağan magan değil, alçak keratanın birisin sen!, diye kükredi.
Ama kavga ciddileşmeğe başlayınca, kabadayılarımızı hemen yatıştırdılar. Dışardakilerin hepsi birden bağırmaya başladılar:
— E, ne bağırıyorsunuz bakalım? Köşeden:
— Bağırmaktansa dövüşün yahu!., diye bir ses duyuldu. Birisi, cevap olsun diye:
— Çok beklersin dövüşmelerini! dedi.
— Biz yaman açık gözlerizdir yahu!… Ancak yedi kişi birleşir de, bir kişiden korkmayız…
— ikisi de malmış ha!… Biri, bir funt ekmek yüzünden hapse düştü. Öteki de adam değil ki… Bir karının yoğurdundan tattı… ama arkasından kırbacı da
yedi.
Kışlanın düzeniyle ilgili bulunduğu için, bir köşede hususi yatakta yatan bir malûl söze karıştı.
— Eee!… Yeter artık!
— Su getirin çocuklar! “Nevalid” Petroviç uyandı. Kan kardeşimiz Nevalid Petroviç’e su getirin!
Malûl, hem kaputunu sırtına geçiriyor, hem de söyleniyordu:
— Kardeş!… Neden kardeşin olacakmışım? içki için birlikte bir ruble olsun sulamadık ki, kardeş olalım…
Yoklamaya hazırlanıyorlardı. Ortalık ağarmaya başladı. Mutfak, tıklım tıklım dolmuştu. Gocuklu, iki renk şapkalı mahpuslar, ekmek kesen aşçının çevresinde toplanmışlardı. Her mutfak için iki ahçıyı mahpuslar topluluğu seçerdi. Etle ekmeğin kesilmesi için her mutfağa birer tane verilen bıçakları da alıcılar, saklarlardı.
işe çıkmak üzere hazırlanmış şapkalı, gocuklu, kuşaklı mahpuslar, köşelere ve masalar etrafına yer leştiler. Bazılarının önünde “Kvas”la1 dolu tahta çanaklar vardı, içine ekmek doğradıkları kvas’ı (ekmekten yapılan bir tür içki) içiyorlardı. Ortalık dayanılmaz gürültü patırdıyla uğulduyordu. Bazıları da, köşelerde yavaş sesle, konuşuyorlardı.
Genç bir mahpus, suratı asık, dişsiz bir mahpusun’ yanına oturarak:
—ihtiyar Antoniç’e afiyetler olsun! Merhaba,, dedi.
Beriki, gözlerini kaldırmadan, dişsiz ağziyle ekmeği çiğnemeğe çalışarak:
— Şaka değilse, merhaba! dedi.
— Vallahi, ben seni ölmüş biliyordum be Antoniç!
— Yok canım! Önce sen öl de sonra ben… Yanlarına oturdum. Sağımda iki ağırbaşlı mahppus konuşuyordu, ikisinin de biribirine karşı vakarlarını muhafaza etmeğe çalıştıkları belliydi. Biri:
Benden bir şey çalamazlar; ama ben bir şey Çalacağım diye korkuyorum, diyordu.
Eh… bana da destursuz pek yanaşma -yakarım!
— Nasıl yakacaksın?… Sen de herkes gibi hay-dutun birisin. Başka adımız yok. Karı seni soyar; üstelik teşekkür de etmez. Bizim paracıklarımız da bu yolda suyunu çekti. Geçen gün kendisi geldi… Nereye gideceksin onunla? Cellât – Fetka’ya yalvardım. Hani varoşlarda, uyuz Yahudi Salomonka’dan… canım! kendini asan Salomonka’dan… evi alan Fedka…
— Biliyorum yahu! Evelsi sene bize şarap satıyordu. Lâkabı da Grişka-Kara Meyhane idi
— Amma da bliyorsun ha! Kara Meyhane, başkasıydı.
— Hangi başkası yahu… Ta kendisiydi… Sana ben de istediğim kadar aracı getiririm.
— Sen mi?… Sen kim oluyorsun yahu! Alâsını »bizden sor.
— Ben mi kim oluyorum? Seni patakladığım günler oldu, ama övünmüyorum. Sen de, “kimsin” diye kabarıyorsun.
— Sen mi pataklıyordun beni?… Beni pataklayacak adam daha dünyaya gelmedi. Bir kere pataklıyan oldu; o da, kara toprağın altında yatıyor. Haberin var mı senin?
— Seni Bender vebası seni!…
— Vücudunda şirpençeler çıksın !…
— Boynuna Türk kılıcı insin inşallah!… Kavga kızıştı. Etraftan bağrışmaya başladılar.
— E, e, e!… Çok bağırmayın be!
— Dışarda yaşamasını bilmezdiniz. Has somunu bulunca kuduruyorsunuz. Derhal sustururlar. Kavga etmeğe, çene yarıştırmaya müsaade edilir. Hattâ bu, kısmen, başkaları için de bir eğlencedir. Ama çok kere dövüşe kadar gitmelerine meydan vermezler. Hasımlar, ancak binde bir dövüşürler. Dövüşü binbaşıya haber verirler. Soruşturmaya girişilir. Binbaşı gelir. Sözün kısası, ağızlarının tadı kaçar. Bunun içindir ki dövüşe izin vermezler. Zaten hasımlar da daha çok eğlence için ve küfür talimi yapmak maksadiyle ağız kavgasına girişirler. Çoğu zaman hırsla ateşle kavgaya başlayıp kendilerini aldatırlar. Nerede ise, biribirinin üstüne atılacaklar zannedilir. Halbuki hiç de öyle olmaz. Belli bir noktaya kadar gelir ve derhal dururlar. Bu haller beni ilk zamanda son derece hayrete düşürüyordu. Burada örnek olarak gösterdiğim konuşmalar, sürgün hayatının en basit konuşmalarındandır. Zevk için kavga edilebileceğini; bunun bir eğlence, hoş bir idman, keyifli bir meşgale olabileceğini önceleri aklım almıyordu. Bu arada gurur meselesini de hesaba katmalı. Usta bir küfürbazı herkes sayardı. Artistlerden farkları, bunların alkışlanmamaları idi.
Dün akşamdan beri, bana yan baktıklarının farkına vardım. Birkaç düşman bakışla karşılaştım. Aksine, diğer bazı mahpuslar da, paralı olduğumu tahmin ederek, etrafımda dolaşıyorlardı. Onlar bana yaltaklanarak, hemen hizmet etmeğe, yeni prangalarını nasıl kullanıldığını öğretmeğe başladılar. Bana kilitli küçük bir sandık buldular. Tabii para karşılığında… Bu sandıkta, verilen beylik eşya ile getirdiğim birkaç Parça çamaşırı saklayacaktım. Ertesi gün, bu dostlar Çamaşırımı çaldılar ve satıp parasıyla sarhoş oldular.
Sonraları, bunlardan biri, beni her fırsatta soymakla beraber, bana candan bağlı bir adam olmuştu. Hırsızlığı hiç çekinmeden, hemen hemen şuursuzca, sanki bir vazife yapıyormuş gibi, yapıyordu. Ona darılmak yersiz olurdu.
Bir çaydanlık sahibi olmam ve çay almam gerektiğini öğrettiler. Birisinden emanet bir çaydanlık buldular. Dışardan erzak alıp yemek isteyecek olursam, bu işi, ayda otuz köpeğe yapacak olan alıcılarından birini salık verdiler. Şüphesiz, benden ödünç para da aldılar. Daha ilk günü, hepsi ayrı ayrı, üçer defa ge-ilip para istemişlerdi.
Sürgünde eski asilzadelere husumetle, yan yan bakarlar. Her haktan yoksun, diğer mahpuslarla tamamıyla aynı mevki ve seviyede bulunmalarına rağmen, mahpuslar onları hiçbir zaman arkadaş saymazlar. Bunun, şuurlu bir kötü niyete değil, tam bir içtenlikle, aslını anlamadan yaparlar. Asaletimizi candan kabul etmekle beraber, düşmemizle alay etmeği de severlerdi.
— Yağma yok! Bitti artık. “Petr’in Moskova sokaklarında çalım sattığı günler oldu; şimdi de hapiste ip büküyor…” gibilerden, iltifatları esirgemiyorlardı.
Onlara göstermeğe çalıştığımız ıstıraplarımızı zevkle seyrediyorlardı. Hele ilk zamanlarda, işte onlar kadar kuvvetli ve iyi yardımcı olamadığımız için epey güçlük çekmiştik. Halkın, (hele bu türlü halkın), güvenini, sevgisini kazanmak kadar güç şey yoktur.
Dostoyevski
Ölü Bir Evden Hâtıralar
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy