“Burası bizim değil,bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi*” Yaşamın Ucuna Yolculuk – Tezer Özlü

Tezer ÖzlüYaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü. Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede.
Herkes bir başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması.

 

Yılın bu en güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi algıladığım bu belirsiz sürede “Acının Durgunluğu” nu okurken tüylerim ürperiyor. Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum; 9 Eylül. Ben geceyansından sonra. Ama Anadolu’da geceyarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo’da henüz belki de geceyansı olmamıştı. Aynı gün. Aynı yıl değilse de. Ben, onun intiharından yedi yıl Önce. Niçin burada hep Pavese okuyorum. Zamanı kaldıran olgu, hep benimle birlik kılıyor onu. İstanbul’da da onu okumadım mı. Yüreğimin atışlarını, gözümün algıladığı tüm görüntüleri yalnız onun çizdiği resimlerle, onun biçimlediği tümcelerle, onun bulduğu sözcüklerle birleştiriyorum. Nedir. Benliğimi bu denli onunla özdeştirmemin nedeni nedir.

“Her caddenin kendine özgü bir görüntüsü vardır. Her tepe başlı başına bir kişiliktir…” diyor.
Yaşamının herhangi bir mayıs gününde Nis kentine gelip, geniş bulvarlarda durmadan Akdeniz’e doğru yürüdüğün gün, bunu algılamamış miydin. Her evin, her malikanenin penceresini, açık, kapalı pencerelerini, içlerinde ne gibi insanların oturduklarını incelemeye çalıştığında. Adımlarınla birlikte onların öykülerini usunla kavranamayacak çabuklukla geliştirdiğinde, kendiliğinden oluşan, sana ait olmayan bu öykülerle, insanların yalnızlığını, yaşlılığını, ölümünü, mutluluk arıyışım, yoksulluğunu, adımlar buyu, bulvarlar boyu öykülediğinde. Her caddenin, her evin adını tek tek okuduğumda Cenova kenti ile ilgili ne gibi resimleri tutabildin belleğinde. Vurgunluktan Akdeniz’i bulamadığın, gri, kirli egzoz gazlarının kokuttuğu sokaklarda yürüdüğün, duvar yazılarını okuduğun ve İstanbul’u anımsadığın Cenova kenti nasıl yaşıyor şimdi içinde Caddelerinin, İstanbul’un Galatasını anımsattığı, karanlık ve yağmurlu sabahlarda, güney rüzgarı esen bir kış, sonbahar ya da ilkbahar günü rüzgarla esmek istediğin o günlerde, karanlık koridorlarına girdiğin okul sokağını düşündüren Cenova.

Kenti simdi nasıl anımsıyorsun Sokaklarda iyi bir otel aradığın, ama bulamadığın bu kenli nasıl anımsıyorsun şimdi Otellerin dışları görkemli, ama içlerine girilince hemen eskimiş-lik, bırakılmıştık kokuyor. Sonra o loş, o yaz günü bırakılmışlığı içinde bekleyen salonlardan bir ihtiyar otelci yanaşıyor Beliriyor. İhtiyar parfüm kokuyor Dışarısı sıcak. Otel salonları küf kokuyor. Nem kokuyor. Otelin derinliklerine adım atıldıkça büyüyor, büyüyor bu nem kokusu. İhtiyar pasaportunu istiyor Adını bir kağıda yazıyor. Sana imza ettiriyor. Artık arayamayacaksin. Akdeniz’i bulamadığın gibi, iyi bir otel de bulamayacaktın bu kentte. Seni merdivenlerden yukanya çıkaracak Belki de bir asansöre bindirecek Merdiven altında küçük bir odada kendinle bırakacak. Böyle bir otelde uyumuştun Yüzlerini hiç görmediğin insanların ayak seslerini, öksürüklerini ve belki birkaç sözcüğü mırıldanışlarım işiterek. Uykuyu aradığın odanda, bu Akdeniz kentinin nemli yalnızlığında, denizi bulmadığın kentte.

Sen tüm kentten daha yalnızdın. Okyanus gibi bir yalnızlık. Otele yeniden dönmeden ömce, dörtyol ağzında bir kahvede oturmuştun. Ne içtiğini anımsıyor musun. Bira. Campari. Sokak lambalarının aydınlattığı caddede, tam karşında bir otobüs durmuş, içinden bir futbol takımının oyuncuları inmişti Onlara bakmıştın. Sonra genç işçilerin ve çırakların cumartesi gecelerini geçirdikleri bir lokale girmiştin. Kimi belki masa futbolu oynuyordu. Kentin sokak duvarlarındaki yazılan bi’mediğin dilde okuyor, ama arılıyordun. Eskimiş, kirlenmiş duvarlar üzerindeki büyük yazıları. Pazar sabahı uyandın. Sıcaklık henüz odana erişmemişti. Belki de güneş ve yaz sıcağı bu odaya yıllardır hiç erişmemişti, erişemeyecekti. Sonra bir kahveye uğramış ve biraz ötedeki istasyona varmıştın. Sevdiğin tren istasyonlarından birine- Bavullarını alıp, pazar sabahının terk edilmişliğinde peronu bulmuştun. Sonra tekerlekli araba içinde bebekler satan bir İtalyan geldi yanına. Yaşamı boyunca hep senin gibi bir kadını özlediğini söyledi. Benimle kal, dedi. Cenova tren istasyonunda.

Şimdi Berlin’de, yılın bu en güzel ilkbahar gününde neden yıllar sonra ilk kez bu bebek satıcısını anımsıyorum. Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yermiyor. Sözcükler, diller yetmiyor. Bir an balkona çıkıyorum. Güneşin Berlin yapılan gerisinde nasıl batmaya uğraştığını görüyorum. İnsanlar arabalarını park ediyor. Renkli, yeni arabalarını. Park ediyorlar ya da hareket ediyorlar. Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki, dükkanlardaki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum. Eşyalarla da öyle. Bazı günler elime bir et parçası alamıyorum. Ya da o bütün bir cesedi andıran tavuklar. Kızartabiliyorum, ama yiyemiyorum.

Yolculuklara dönüyorum. Kentlerden sakladığım resimlere.
Duramam.
Dün Berlin’de geçirdiğim Nisan ayının ilk pazar gününde artık bundan böyle acılan mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim. Yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı. Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi. Kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi. Sinir hastanelerinin kantinlerinde, teneke çayı, kendi odamda içmek istiyordum. Kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme.
Dün uzun süre balkonda oturdum. Storkıvinkel’deki evin balkonu yansına kadar örülmüş bir hücreyi anımsatıyor. Gökyüzüne açık bir hücreyi. Ağaçların tepeleri görünüyor. Bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıynlmaya çalışan ağaçların. Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı anda çıplaklıldanndan sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben’in, ben’i bıraktığı anlarda Ya da ikisi bütünleştiğinde ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni buluyor.

Bırakılmışlığın Tadı
Böylesi bir duyguyu şimdiye dek hiç aIğılamamıştım Ne benim, ne de çevremin yaradılışıyla bağdaşmazdı. Ama gökyüzüne açık bir hücreyi anımsatan bu balkonda otururken. Storkwinkel’de çıplaklıklarından sıyrılmaya çalınan ağaçların (epelerine baktığımda, Berlin sokaklarının, pazar günlerinin bırakılmışlığında esen rüzgarı tenime değdiğinde, birden yeni bir duygu oluştu.

Kalkıyorum Diğer evlere, diğer balkonlara bakıyorum, tüm balkonlar, insanların birbirini göremeyeceği biçimde örülü Yeniden beyaz koltuğa oturuyorum, bu yeni duyguyu içime sindiriyorum Uzun bir gece. Uzun bir gün var ardımda İki saat uyuduktan sonra, Luftbrucke Alanına gidiyorum Aynı otobüsle döneceğim. Otobüsün alanda beklediği sureyi, ben de biletçisi ile birlikte inip, boş, cansız, yeşil alanın kenarında durarak geçiriyorum Sabah henüz serin ve erken Otobüs biletçisi Alman köylüsünü anımsatan bir adam Ama kulağına pırıl pırıl bir küpe taktırıp, guniin erkek modasına ayak uydurmuş Otobüs duraklarının adlarını çok erotik bir sesle söylüyor Sevimli bir İnsan Halensee’ye vardığımızda, ben otobüsün önünden karşıdan karşıya geçmek isterken, birbirimizi insancıl bir duygu, sanki anlık bir anlayışla selamlıyoruz Onun Berlin bulvarlarında otobüs sürdüğü daha sonraki saatlerde, artık bundan böyle acılan mutluluk olarak nitelendirmeye karar veriyorum. Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü Ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, Ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi var oluşum. Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.

Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İasan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı Özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan birbaşınalığın çaresizliğini. Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken.

Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken Hiçbir şey aramazken Herhangi bir kahvede oturan insani an görmezken, başka olgular düşünürken . Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiçbirini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz.

Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü. Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede.
Herkes bir başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması.

Karşısındakine birşey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden üzerinde.
Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılamayacaksın. Hiç yaşanmamış gibi. Doymak mümkün mü.
Daha sanki hiçbir şey, yaşamın hiçbir olgusu, algılanan, duygularla tutulan güçle kavranmamış, yaşanmamış.

Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü beklemekten başka birşey olmadığım, her gün gibi, bir kez daha anıyorsun. Yaşam, zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşlılık, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey İç içe. Akı], delilik, varlık, boşluk iç içe. Kuzey Avrupa’nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi.
Yazarken, öykü anlatacak değilsin. Çevre öykü dolu. Her insanın her günü öykülerle dolu. Çevreyi tanımlamak da istemiyorum.

Boş, taş örgüsü, gri beton bir duvar bile tanımlamalarla dolu. İnsan beyninin küçük bir kıpırdanışı yeter. O duvar üzerinde her şeyi görmek için. Çocukların ağaçlı bahçelerini, çocukların yaşam bekleyişlerini, hastaların sabırsızlıklarını, yaz güneşinin sıcaklığını, gökyüzünün doyumsuz bütünlüğünü, bulutların biçimlerini görmek için. Gözlerini yumuyorsun.
Görüyorsun. Açıyorsun. Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, anın, gelecek zamanın zamansızlığında yitiyor.

Böylesi bir kişiyi ne kadar süre taşıyabileceksin. Hiç doyumsuz. Seni yoruyor. Karşılıklı yoruyorsunuz birbirinizi. Ben onu tüm kentlerde dolaştırdım. Gölcük’ün Bozdağlarından, mavi küçük gölünden, dağlar gerisinde kendisini kaybetmek isteyen sinirli ninesinin yanından aldım, yaşamın en derin gecelerine, en uzak kentlerine, en genç insanların sevgilerine, en erken sabahlarına getirdim. Gene de doyumsuz.

Yaşamın Ucuna Yolculuk**


*Bu cümleyi Tezer Özlü, arkadaşı Leylâ Erbil’e 1 Mayıs 1977’den sonra yazmıştır.

**Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü’nün yayınlanan ikinci romanı olmasına rağmen, en çok tanınan ve bilinen kitabıdır. 1983’te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla yayımlanan bu kitap 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü kazanmıştır. 1984’te yazar tarafından Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla Türkçe çevrilip yayınlanmıştır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz