Gün çekilirken her şey daha gerçek hale geliyor. Sıradan sözcüklerden gerçek sözcüklere, aklın saydamlığından belirsizliklere, unutkanlıktan huzursuzluğa, uyuşukluktan aşırılığa geçiyorum. Başına buyruk gölgeme, geride bıraktığım ayak izlerine, geçmiş bütün kederlerime yavaşça değerek geçiyorum, çünkü akşamı geceden ayıran çizginin iki ucu arasında uzun, dar bir yol var.
Orada dakikalar ağır ilerliyor. Bu ağır ve tatlı akışın içinde zaman bir yöne eğiliyor, ben öteki yöne. Alacakaranlıkta sessizce oturuyor, henüz bilmediğim bir şeyi bekliyorum. Dilimin yorgunluğunu duyuyorum. Bir kez konuşmaya başlarsam sonunu getiremeyeceğimden korkuyorum ve yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anımsıyorum. Geleceği düşünüyorum, göremediğimi görmeye çalışarak. Ama yalnızca olasılıkları biliyorum, tanıyorum. Kendimi olacaklara hazır, tetikte tutmaktan başka yapacak şeyim yok.
Gölgeler yer değiştiriyor. Biçimler soluyor ve eşyalar arasındaki geçitler kayboluyor. Bir adı sevgilimin adı yapan benzersizliği özlüyorum boyun eğişle isyan arasında bocalayarak. Soluğum hızlanıyor. Kanım öfkeli, deli akıyor damarlarımda. Tutkumun kusursuz, beyaz, uzun parmaklarına dolanıyorum.
Düşlerimin mevsimsiz bahçelerinde akşamsefaları tam vaktinde açıyor. Bütün parmaklarını tek tek öpüyorum. Zaman, nisan, mayıs ve gitgide ağustos öğlesi. Ağzı yadsınamaz bir varoluş. Arzu katıksız bir cinnete dönüşüyor tenimde, saçlarımı tutuşturuyor. Onu aşıyorum, içime çekiyorum. Giderilmez bir açlıkla gençliğine kapanıyorum ve ölümün buhur kokan karanlığına dalıyorum.
Gece geliyor. Gidip bir pencerenin önünde duruyorum. Usulca uçuşuyor perdeler, saçlarım ve eteklerim uçuşuyor. Bildik görüntüler içinde yüzünü arıyorum, yok.
Çıkıyorum. Bir yerlere doğru.
Yollardan geçiyorum ters yönden yürüyerek. Işıklar yanımdan geçiyor. İhanete uğramış yanık kanatlı kadınlar, çok bilmiş sırıtmalı sokak çocukları, çalıların arasında çabucak serserilerle yatmış travestiler ve kaybettiklerini bulamıyormuş gibi bakan yorgun erkekler arasından geçiyorum. Gece polislerinin zorunlu ve anlayışlı yüzlerinden vazgeçiyorum. Kuşkulu bir güvenle içkiye yürüyüp içeri giriyorum.
Sözcüklerin genç kuyumcuları, bir masanın başında toplanmışlar, sigaralarının ateşini söndürmemeye uğraşarak, birbirlerini ama asıl kendilerini unutmak için en gürültülü yalnızlığı tüketiyorlar, içlerinde, bir zamanlar boğularak öldürülen bir inancın gölgesini görmekten korkarak geriye bakmıyorlar. Can çekişen ve arada bir, son bir soluk gibi yükselip düşen sözcüklerle karanlığı yarmaya çalışıyorlar. İmgelerin titrek, kimi zaman şimşek ışıltısıyla parlayıp sönen ışığında intihar taslakları, sabırla tüketilen acılar bir görünüp bir yitiyor. Mevsimler ve yaz günleri gelip geçiyor. Bir çırpıda öfkenin dibine, sevdaların boşunalığına, odaların boğuntusuna varılıyor. Bir sıçrayışta estetiğin aşıldığı yere atlanıyor. Gözyaşları ve gülümsemeler arasında ölümsüzlük umutları yeşertiliyor. İçkiler kolay bir boşalımla akıp gidiyor ama zaman hep kısa kalıyor.
Birinin ötekine ve bir şeyin başka bir şeye doğru yol alması için sözcüklerin sınırlılığından söz etmenin yararı yok artık. Bağlantı hatları kopmuş, her şey soğuk. gizli. Işıklar sarıya ayarlanmış. Bekliyorum. Tutkumun ölçüsüz imgesi ve ağır metal bir kabuğun içinde tek başına şair kadınlığımı bekliyorum. Susuzluktan çatlamış dudaklarım ve hafifçe kanlanmış gözlerimle onlara bakıyorum ve hazırlıksız yakalanmış yalnızlığım el çabukluğuyla yüze çıkıyor. Değilmemiş kederlere ve dalgınlıklara kaçmayı kuruyorum. Duvarsız ve sınırsız bir yerlere.
Coğrafya atlasları karıştırıyorum, gezi katalogları, gezegenin en bilinmedik, en gizli köşelerini anlatan ve gösteren kitaplar. Doğu batı, kuzey güney bir uçtan ötekine gidip geliyorum. Dönencelerde oyalanıyorum. Öyle bir yer yok. Sınır çizgilerinin, savaşın, dehşetin ve çirkinliğin giremediği yer yok. Korkunun, çılgınlığın, acımasızlığın uğramadığı hiçbir yer yok.
Ne kadar az konuşursam o kadar çok şey anlatıyorum. Bunun için susuyorum. Sözcüklerden kuşku duyuyorum, her şeyden kuşku duyuyorum ve ancak o zaman kendim oluyorum. Kuşku sözcüğüyle olan ilişkim beni aşındıran ve tüketen her şeyi olağanüstü güzel ve anlamlı kılıyor. Koynumda kuşkular besleyerek günahlarımdan arınıyorum. Koynumda, tutulduğum güzel çocuğu istiyorum ölümcül, yırtıcı bir hırçınlıkla. Günah gibi istiyorum. En çok sevdiğim an bu. Kendimi dolaysız ona vermeyi özlediğim ve yokluğunun çoğalttığı aşkın dolaylı olarak şiirime sızdığı an.
Dolaylı. Oysa aramızdaki her şeyin apaçık, su gibi duru olmasından yanayım. Öncekilerden daha büyük bir ayrılıktan çok ama çok korkarak buna uğraşıyorum. Bardağıma uzanıyorum. Geriye kalan, ben olan ne varsa yerine oturmayan sözcüklerden ibaret. Gece, hasta bir yürek gibi atıyor. Bezginlik yüksek, çok yüksek.
Yüksek gerilim hattında duruyorum. Burada hiçbir zaman yeterince konuşulamaz. Çünkü gece ünlemlerle, sorularla doludur. Ağızlardan çıkan her sözcük çabucak saçmalığa dönüşür ve bütün sorular ölü yapraklar gibi yerlere dökülür.
Ama gene de soruyorum, bu dilsizler, hayaletler ve ölü seviciler toplumunda daha soylu daha haklı ve dayanıklı bir şeylere nasıl alışılır? Bu hırsızlık, özenmecilik ve dilencilik çağına, bu yalıtmalar, saptırmalar, yabanıllık günlerine nasıl, nereye kadar dayanacağız?
Duman bulutları içinde parçalanıp dağılıyor geç ve geri kalmış sorular. Hava bayat. Yakalar gibi olup da bir sözle, kıpırtıyla ya da başka bir görüntüyle bakışımı saptıran, duyuşumu ayartan, sesimi suda bir esinti gibi yüzeyde sürükleyip geçen bütün soruları belleğime gömüyorum. Kimse ulaşamıyor onlara. Başka şeylerden söz ediliyor. Eski güller, eski yıldızlar, rüzgarların ve suların en yeni halleri kesilip biçilerek parlatılıyor ve hem bıçak hem yıldız hem de su imiş gibi duruluyor. Sırtımın sol yanında, kalbimin tam arkasında, kavga günlerinden kalan bir polis kurşunu sızlıyor. Hala duruyor orada, sızlıyor ve hat kopuyor.
O noktada, genelde kendime izin vermediğim biçimde, oturduğumuz masayı devirip bütün başıboş yanıtları ve hazır yalanları bozuyorum. Gündelik, ucuz sevişmeleri, kundaklanmış umutları, kaybolmuş düşleri bir vuruşta darmadağın ediyorum. Başa dönüyorum. Işıklı vitrinlerin önünden dağılmış, yalpalayarak ama kararlı adımlarla geçip şiir odama dönüyorum
Kaybettiklerimi kazanmak ve yeniden başlamak için. Sakınmadan konuşabilmek ve dünyayı en asi, en parıltılı, en dişi ve evcil sözcüklerle kuşatabilmek için. Uçucu, hazır, oğul veren arılar gibi doğru sıralanmış ve uğultulu, ağır ve büyülü sözcüklere oturuyorum. Onlara bağlanıyorum.
Düşlerimin dilini çalışıyorum. Sözcükler kıpırdıyor, bilinmedik tatlar yükseliyor sesimden, imgeler ve biçimler, uysallık ve yadsıma birbirine karışıyor. Saatler kırılganlığımın parlak çiçeğini hoyratça örseliyor. Sevdiğimle aramızdaki uzaklık açılıyor.
Hiçbir şey anımsamak ve açıklamak istemiyorum, onunla aramızda duran yirmi yılın önemsizliğine ilişkin hiçbir şey. Karalanmış ve yeniden yazılmış sözcüklerle geniş ve cömert dizeler yaratıyorum. Uygunsuzluk belirten her türlü sözcüğü bir hamlede ezip geçiyorum. Arzunun yankısını yazıyorum, tenin çağrısını, özlemin anakarasını. Buğday tarlalarının, yoncaların yumuşak, duyulur duyulmaz fısıltısını. Ormanların gümbürtüsünü. Kentten kente, ülkeden ülkeye gidip gelen tren raylarındaki tekerlek seslerini. Biliyorum, kapanmıyor iki ülke arasındaki yıl, ay, gün ve saat farkları ama olsun. Rastlantısal bir ayrılık bu ve ne zaman birbirimize değsek o an sona eriyor.
İçimde, yeryüzü çekirdeğindeki ateşleri yandıran bu işte. Yanardağlarımı patlatan bu. Bu yüzden korkuyorum zamandan, soğuyup yörüngeden çıkma olasılığından Ürküyorum beni ele geçirecek ağdan. Bütün zaman dizinlerinin dışında durmak, yavaş bir çocukluğa tutunup kalmak istiyorum. Saklamak istiyorum tutkumu bugünkü güzelliğiyle.
Tabancayı düşünüyorum, düşünmemeye çalışarak.
Dedemin Bolşeviklerden kaçıp, düşe kalka Kafkas Dağları’ndan geçerken, işlemeli keçe kuşağının ve heybetli duruşunun içinde sakladığı el yapımı tabancayı. O yolun selametini sağlayan, böylece beni olduran ve sonra onun oğlunun. Anadolu’nun ıssız, ışıksız, kurt ulumalı. eşkıya yatağı dağ köylerinde öğretmenlik yaparken yastık altında tuttuğu yadigarı. Durmadan, gümüş ve fildişi kabzalı o inceliği düşünüyorum. Ölüm bu kadar güzel olabilir mi? diye düşünüyorum, düşünmemeye çalışıp daha çok düşünerek. Çünkü o tabanca, o kadar yakışıyor ki bir aşkı sonsuza taşımaya, o kadar olur!
Annemin döl yatağına düştüğüm gece, öyle karanlık öyle güzel ve görkemli o gece, annemle babam birleştiklerinde tabanca yastıklarının altında, uzansam değeceğim yerdeydi. Ben onlara benim henüz olmadığım bir zamandan bakıyordum. Pencerenin dışında birikmiş karların beyaz aydınlığında yüzlerini seçiyor, nasıl birbirlerine değdiklerini, nasıl iç içe geçip güzelleştiklerini izliyordum. Sevdalarının yoğunluğu havada billurlaşmış, beni hızlı bir gel gitle itiyordu. Hedefe varmak için koştum, beni oluşturan öteki yarıyla birleşip döllendim ve sıcak yatağıma sığındım. Bu bir zorunluluktu.
Daha o an duydum karanlığın içinden gelen şiirin sesini. Durdum ve dinledim rüzgarın vaatlerle dolu ninnisini. Mevsimleri, dünyanın bütün seçilmiş sözcüklerini yaratan aşkı duydum. Babam gözlerini, ağzını, kumrallığını ve sevecenliğini kattı bana, annem gül beyazı tenini, keskin inadını ve gururla dolu suskunluğunu.
Tabancayı düşünüyorum.
Babamın en sevdiği kızına bıraktığı ve ipek bir çevreye sarıp sakladığım tabancayı. Onun fildişi kabzasını oyan ustanın ellerini, özünü… Gümüşü dökerken neler düşündüğünü. Ellerinin ne tür bir ölüm, ne renk gözyaşları yaratmakta olduğunu bilip bilmediğini? Ama kim bilebilir bunu, kim?
Bir kurguya ayak basıyorum. Bir çekmeceyi açıyorum, emanetin bohçasını çözüyorum, ağırlığını elimde tutup tartıyorum ve gümüşünü öpüyorum. Sonra şarjörü dikkatle yerine koyuyorum… Tam burada, araya bir şeyler giriyor. Bir telefon, bir ses, birçok anlama çekilebilecek ve nedense hep kaygıdan yana basan bir yığın sözcük. Yeni biçilmiş bir hüzün, apansız yeşeren yepyeni bir kuşku…
O zaman duramıyorum. Kıtaları aşmak için ayağa kalkıyorum. Yolları hızla tüketiyorum. Gece yarısından sonra bir kente iniyorum. Düşlerin, umutsuzluğun, yanılgı ve sevinçlerin bütün tonlarını yaşadığım o genç adamın sokağına giriyorum. Kar serpiyor hava. Kaldırımlara yapışan beneklere bakıyorum. Dünyanın alacakaranlıkta şafağı bekleyen ilk insanıyım. Korkumun dışında hiçbir şeyin ayırtında değilim. Ruhum buz tutmuş, bana yol gösterecek bir el arıyor.
Her yol yalnızca bir olasılıktır, diyorum. Bunu seviyorum, buna vurgunum. Kapıyı çalmakla çalmamak arasında bekliyorum. Çalmıyorum. Durup penceresine bakıyorum içim titreyerek. Işığı yanıyor. Öne eğilmiş yalnız gövdesi lambanın aydınlığında perdeye vuruyor.
Kaç kez, kaç kez ışığını ve orda, masasında tek başına oturduğunu görebilmek. evet yalnızca bunu bilebilmek için iki kent arasındaki uzun yolu sabırla gidip geldim. Yalnızlığını sevip okşamaktan yorgun, üşümüş geri döndüm. Bilmedi. Bildiği, aramıza koyduğum yasak bölgeyi kaldırdığım, kesin olmayan sınırlarla yeni haritalar çizdiğim zamanlar yalnızca. Kapıyı çaldığım geceler.
Kapıyı açıyor. Kocaman siyah gözlerine karışıyorum. Gerçeklik yumuşak, seçilebilir bir şey oluyor birden. Yalnızca güzelliği, dinginliği kalıyor, gerisi ve bütün sırça sözcükler unutuluyor ki hiçbir unutkanlık bu kadar tatlı olamaz. Sonra usulca üzerimize dökülen ışığın içinde dizleri dizlerime karışıyor, ayağı ayağımı okşuyor. içimdeki şeytan uyanıyor, elimi uzatıp onu yeniden yaratıyorum. Hızlanmış gitar tınılarıyla bir uçurumun kıyısına varıyoruz. Orada tehlikeli ve olanaksız görünen her şey olura dönüşüyor. Doğama uygun iklimde ipekli, ılık, yumuşak ve dingin yatarken dünyayla barışıyorum, her zaman kolayca dağılabilirim ama o an büsbütün oluyorum.
Derken aramıza masa giriyor. Dalgın oturuyor masa başında. Karşısında, gömleğinin düğmesini dikiyorum anaç bir doygunlukla, ipliği kesip makası sehpaya bırakıyorum. Son ekonomik gelişmeler, para politikaları, yaban hayatları anlaşılır kılma projeleri, raporlar, numara ve sıralar yeniden aramıza giriyor. Elim bir an makasa gidiyor, geri çekiyorum. Ben onun sayılarından korkuyorum, o benim düşlerimden. Bu bizi ayırıyor biraz. Sen küçüğüm, diye düşünüyorum, ne kadar dışındayım ben bunların biliyorsun. Yontma taş devri kadar uzak bana sayılar, biliyorsun. Ben sözcüklerin delisiyim. Düşlerin çılgını… Ama düş gücün dokunduğun her şeyi saptırıyor, diye düşünüyor sevgilim dalgınlığında, ikimize ilişkin her duygu hemen genişleyip boyut değiştiriyor kafanda ve vahşi bir iştahla yutuyor seni… Böyle düşünüyor biliyorum ve yeniden makasa bakıyorum.
Duruşu, içimdeki saldırgandan haberdar. Zorla gözlerine ulaşmaya çalışıyorum. Beni kendisine bakarken yakaladığında hafif bir alayla gevşiyor yüzü, gülüyor ve hemen her şey huzura kavuşuyor. Gece, vazodaki güller, kapılar, tabaklar. Ne özlem, ne onun dokunulmazlığı öksüz bırakabilir beni artık. Gerek yok. ne makas ne kurşun. O böyle gülümsüyorken gerek yok
Ama söylüyorum, araya hep bir şeyler giriyor. Yollar, telefonlar, dizgi yanlışları. Yine sözcükler, en çok sözcükler. Onları bir yerden bir yere taşıyorum durmadan. Eğirip büküyorum, binlerce imgeyle, anlamla sarmalıyorum. Dudaklarımdan kağıtlarıma dökülen dizeler tenimdeki karanlıktan çıkıp kimse bozmasın diye onun, en derin oyuklara korkuyla gizlenmiş ruhunun üzerine yağıyor döne döne. Zaman damla damla akıp gidiyor, ağır ağır buluşma anına kulaç atıyorum. Rüzgar sert, akıntı ters, hiçbir şey yolunda gitmiyor. Bir ayaktan ötekine veriyorum ağırlığımı. Bir dizeden öbürüne. Çantamı, anahtarlarımı orda burada unutuyorum ve açıkçası, bu kadar kötü sevmekle baş edemiyorum.
Tabancayı düşünüyorum.
Aşkla cinayet arasındaki ince çizgiye geçiyorum. Zamanın bana her açıdan ölümü anımsatan solgun yüzünü görüyorum. Kısacık sabahlardan, uzun ikindilerden, konuşmalarımızın denize doğru aktığı korunaksız akşamlardan geçiyorum. Uykusuzluğumun soru imleriyle dolu duruluğunu bulandırmak için düşlerime sığınıyorum.
Rüyalarımın doğduğu yere yürüyorum çırılçıplak. Yeşil, sütliman bir alana. Oraya vardığımı görüyorum, hoşnutlukla. Su, güneş ve toprak. Suyun içinde gümüşsü yosun kökleri, mavi taşlar. Dut ağaçlarının yaprakları, kayınların parlak özsuyu, böğürtlenlerin moru, mantarlar, turnalar ve çardak kuşları… Kırk beş yıl önceki rastlantısal oluşumumun buğusu tütüyor havada. Gün ışığı ahşap direklere, kerpiç duvarlara tırmanmış sakınmasız sarmaşıklara vuruyor. Günler, baş dönmesi ve şiir hala oralarda bekliyor. Papatyalar boy atıyor, mutlak, sağlıklı. Güçlü bir esinti yalıyor yüzümü, kendini biriktiren yazın gizli çılgınlığını koşuyor al yeleli atlar… Koşuyor, koşuyorlar…
Bedenimle aklım arasındaki aykırılığı yokluyorum. Delilikle aşk arasındaki her çeşit taşkınlığı, aşırılığı, bağışlanma, gözdağı ve olabilirliği, yeniden, yeniden ve yeniden deniyorum. Güzellik ve uyum yüreğimi bereliyor. şiirim mutsuzluk ve acı istiyor. Tenime eşdeğer o teni, birlikte ağladığımız, yok yere ağladığımız akşamları istiyorum kayıtsız koşulsuz. Yeni kıyametler tasarlıyorum.
Bohçayı açıyorum, tabancayı alıp çantama koyuyorum.
Sokak lambasının altında durup penceredeki gölgesine bakıyorum. Yaslı bir gitar bilmediğim bir ezgiyi çalıyor. Çok uzaklardaki gökyüzünde süt beyazı acıklı bir yarım ay asılı. Onsuz her şey yarım, yaşamım hep biraz eksik kalıyor. Kaygılı bir esriklik içinde merdivenleri çıkıyorum. Kapısını çalıyorum. Adımı söylüyor şaşırarak. Yüzlerimiz birbirine yakın duruyor, adını söylüyorum bağışlanmayı ve kutsanmayı umarak. Tutkumun sesi onun biçimini aldığında yalnızca bir an sürüyor kararsızlığım. Ölümü içeren sessizliği duyuyorum. Tabancayı çıkarıyorum, göğsüne yöneltiyorum ve tetiği çekiyorum…
Yüzü kolumun üstüne iri, taze bir yaprak gibi düşüyor. Gözlerindeki yansımı ve kendimi daha çok seviyorum. Bedeni diri, ılık ve çıplak, dizinin içinde yolunu şaşırmış bir karınca. Bir türlü öğrenemediğim elleri, hafifçe titreyerek bedenimin kıvrımlarında geziniyor. Nazlı bir çiçeği okşar gibi önce ve sonra hoyratça, düşümün son noktasına erişiyor. Devinen ve sırtına kenetlenen ellerim, benim ellerim ve artık bir katilin bilekleri bileklerim. Ezilen çiçeklerin kokusu genzime doluyor, dünya daha hızlı dönüyor, tohumlar çatlıyor, filizler büyüyor, bir ırmak yakınmaları alıp götürerek akıyor ve ardından çoğul, dingin sessizlik geliyor… Zamanı geride bırakıyoruz.
Geceler uzun. Geceleri batık denizlere yelken açıyorum. Tutkumun dar boğazlarında geziniyorum. Dilim fildişi sözcükler oyuyor durmadan. Kalemim gümüş döküyor. Soruyorum: Bu iğdiş edilmiş umutların, sonu gelmiş başlangıçların, gaflar ve yenilgilerin faili meçhulleri kimdir? Bu asılsız zamanlarda başka nasıl yaşanır? Doğu ne yanda? Ya kuzey? Öyle mi? Peki, kim bu son model saçmalık ve şaşkınlıkların yapımcısı? Sorularımı üst üste yığıyorum, verilmemiş yanıtlar bekliyorum.
Geceler çok sessiz, tuhaf, karmakarışık. Geceleri aklımın en uzak sınırlarına varıyorum. Geniş, ışıklı kapılardan geçip belleğimin loş odalarına dalıyorum. Önümde açılan sokakları bir solukta aşıyor, demiryollarında yalın ayak yürüyorum. Gece trenleri tepelerin lacivert çizgilerini sürükleyerek akıp gidiyor yanı başımdan. Tren düdükleri çığlık çığlığa…
Sirenler. Aralıksız siren sesleri.
Karanlık bir denizin kıyısında duruyor, tabancayı suya atıyorum.
İnci Aral
Sırça Sözcükler