Benzerlerine pek yakında rastlanacağına göre, demek daha virüsüne antibiyotikler tesir etmiyor. O halde bu korkunç hastalık insan nesillerinden binde birine çaresiz yapışacak. Korkunç sıfatıyla sıfatladığıma bakmayın! Bu hastalık yalnız tutulmayanlar için öyledir. Tutulanlar için tadına varılamaz, korkunç surette zevkli bir hastalıktır. Evet, pek zevklidir. O kadar zevklidir ki, bir dakika bu hastalığa tutulduğunuzu düşünseniz artık tramvaylara, otobüslere, trenlere bedava binersiniz. Söylev üstüne söylev verirsiniz, gündem müzakere edersiniz, encümenlere girip çıkarsınız, bakanlarla merhabalaşır, kartvizitler gönderir, kartvizitler alırsınız. Hülasa bir dakika bir milletvekilinin yerine kendinizi koyar, rahat edersiniz. Artık bu hastalığın ismi anlaşıldı: Milletvekili hastalığı.
Ruhi bir hastalıktır. Bütün ruhi hastalıkların günümüzde son tedavisi “choc” tedavisidir. Ama yirminci seçilemeyişten sonra seçilememek “choc”una dayanıklık gösterenler olmuştur. Benim bugün otuz, kırk sene ötesine ait bir milletvekilliği hastasını dostlukla hatırlamam yeni tutulacak hastaların durumu ile bir değildir. Şimdi her vatandaş milletvekilliğine namzetliğini koyabilir, broşür çıkarır, propaganda yapabilir. Milletvekilliği hastası olduğunu hiç belli etmeyebilir. Hele okumuş yazmış, şurada burada yapıcı fikirler ortaya atmış, bir zihin açıklığı göstermiş biri ise seçilsin seçilmesin milletvekilliği hastası sayılmaz. Dört sene dişini sıkabilir de halini belli etmezse, krizi dört senede bir tutan hastalığa da hastalık denmez. Ama kriz geçtikten sonra rahatlamak şart. Benim size anlatacağım bir köylüdür. Krizi her gün tazelenen, tazelendirilen zavallı bir köylü.
Doğduğum şehrin bazı köyleri kasabaya pek yakındır. Hemen bir tarla aşıldıktan sonra kocaman köye, yani bizim kasabaya girilir. Bu yakın köylerin insanları kasabalı ile temas etmeyi büyük bir şeref sayarlar. Hele mesela tahrirat kâtibi, nüfus memuru, belediye reisi, telgraf müdürü ile tanışmışlarsa iş tamamdır. Artık köylülükten kurtulmuşlardır. Hiç köyde oturmazlar. Vakitleri halleri biraz da iyice ise kasaba kahvelerine, bazı akşamlan memurların kerahet vakti çöktükleri lokantalara düşerler. Buralarda bir de ortaokul Fransızca öğretmeni ile iki bardak bira içmişlerse köye döndükleri zaman Paris’ten bile söz açabilirler.
Rahmet Hoca bu köylerin birindendi. Okur yazardı. Şiir söylerdi. Saz çalardı. Namaz kıldırır, aşır okurdu. Zeki, sevimli, canlı bir gençti bundan otuz yedi, otuz sekiz sene önce. Okumuş yazmış bir köylü gencinin harmanlardan sonra kasaba bu kadar yakınken köyde pineklemesini kimse doğru bulmaz. İnsanın babası bile. O da kasaba kahvelerine, kasaba çarşılarına gün ağarırken düşer, öğleüstü pideli kebap yer. Öğle namazını “Orta Cami”de kılar, ikindiüstü eşraftan Hacı Hasan Bey’in yazıhanesinde lafa karışır, hararetlenir, kudretten pembe yüzünde fırıl fırıl dönen yuvarlak kahverengi gözleriyle ateş gibi bir köylü delikanlısı olurdu. Saf saf konuşurdu ama doğru konuşurdu.
Onun hastalığının başlangıcına ben rastlamadım. Pek küçükmüşüm. Benim yetiştiğim zamanlar Birinci Dünya Harbi patlamıştı. Harbin içinde idik. Onu belediye gazinosunda bir memurlar topluluğunun ortasında, ayağında poturu, sırtında “İstanbulin”i, yakasında, sırtında olup olmadığı meçhul kaskatı kolalı gömleği, lastikli siyah boyunbağı ile boynunun damarları şişmiş, kahverengi gözleri kan içinde, ayağa kalkmış vaziyette görür gibiyim. Neler söylerdi? Hayal meyal hatırlarım. Biz, mektep çocukları, belediye otelinin bahçesinin parmaklıklarına dizilirdik. Düyunu Umumiye müdürü onu havuz başından çağırırdı.
— Buyurun Rahmet Bey, şöyle buyurun.
Yerinden öyle kalkar. El pençe divan bir sandalyeye otururdu.
— Kahveci! Mebus beye bir kahve; okkalı olsun. Tahrirat kâtibi:
— Olur mu beyefendi? Bir mebus namzedine kahve ısmarlamak ne haddimize? O bize ısmarlayacak.
— Mebus olduktan sonra bol bol telafi ederiz, efendim, derdi. Halihazırda bendenizin sekiz dönüm tarlasından başka bir ineği ile iki öküzü âşar yüzünden haciz altındadır. Binaena-lâzalik sizlere kahve ısmarlayacak vaz’ü halde değilim.
Yalandı. Rahmet Hoca hasisti. Köyünün zengini sayılırdı. Öteden nüfus müdürü kaymakama seslenirdi:
— Dersiâm Rahmet Hoca hazretlerinden muhtasar müfit bir hitabe rica etsek delâlet buyurmaz mısınız?
Rahmet Hoca en çok nüfus müdürüne içerlerdi.
— Mebus olup intihap dairemin köylülerinin derd ü âlâmını, müzayaka ve iptidailiğini gidermek için bir dersiâm olmaya sanırım hiç lüzum yoktur. Rüşdiye mezunu olmak kâfi ve vafidir.
Rahmet Hoca “Süpürgeci Mektebi” namıyla maruf rüşdiye mektebini birincilikle bitirmişti. Kaymakam
* Bu hikâyenin daha kısa olan ilk biçimi Edebiyat Dünyası, (51), 15 Mayıs 1948’de “Mikropsuz Hastalıklardan” adıyla yayımlanmıştır. (Yay. N.)
Bey:
— Gördünüz mü? derdi, yine kızdırdınız Rahmet beyefendiyi. Oldu mu ya? Siz hiç kederlenmeyin Rahmet Bey! Bu kerre bütün kuvvetimle sizi destekleyeceğim. Artık siz de Meclis’te himmetinizi bizden diriğ etmezsiniz.
Rahmet Hoca:
— Elemrü fevkaledeb3, der, kendi elini öperdi. Kaymakam Bey:
— Estağfurullah, estağfurullah! der ayağa kalkar, yine otururdu. Şimdi bir hitabecik bizlere. Bakın bendeniz rica ediyorum.
— Başüstüne efendim.
Rahmet Hoca sandalyenin üstüne çıkardı:
— Muhterem vatandaşlar! Bu güzel vatanımızın her köyünü bir cennet haline ifrağ için büyük büyük işlere lüzum yoktur. Onun köylülerinden birkaçını mebus olarak intihap buyurursanız mesele kendiliğinden halledilir. Fakat köylerimizin hali malum: Fena vaziyetteyiz. Bunu hepiniz bilirsiniz. Köylünün derdini köylüden başka kim anlayabilir? Beni mebus olarak seçtiğiniz gün bütün kuvvetimle şunları yapmaya çalışacağım. İlk iş olarak aşarı kaldıracağım.
— Yaşa, var ol!.. sesleri…
Rahmet Hoca boyun kırar, devam ederdi:
— Ormanları beyhude yere kesilmekten, tahripten kurtaracağım.
— Bravo! Yaşa!…
— Kel tepeleri ağaçlarla süsleyeceğim.
— Yaşasın mebusumuz!
— Sakarya taşarsa tarlalarımızı basmasın diye setler yaptıracağım.
— Eyvallah!
— Boş araziyi köylüye taksim edeceğim.
— Ambarlar yaptıracağım. Alkış olmasa bile eğilirdi.
— Dutluklar, böceklikler, müzeler, hafriyatlar, yaptıracağım.
— Yaşa Rahmet Hoca!
Kaymakam Bey işi ileriye vardırdığını, mektep talebelerinin yanına bakkal çıraklarının, berberlerin, kasapların da dizildiğini ve alkışlara iştirak ettiğini görünce hemen bir jandarma koşturur, bizleri dağıtırdı.
Uzaktan bizim gördüğümüz köpükler saçan, kıpkırmızı, sandalye üstünde bir adamdı. İşittiklerimiz de:
— Hürriyet, müsavat, adalet… Setler, bentler, çorak tarlalar, âşar, öküz, övendire, tarhana çorbası, cennet, muhabbet, ezcümle, bu suretle, sırası gelmişken, çiftlik sahipleri falan gibi cümle parçalan idi. Rahmet Hoca ile beraber memurlar şehrin biricik lokantasına giderler, Rahmet Hocanın ziyafetinde yerler içerler. Lokantada da nutuklar çekilir. Saat de gece yarısını bulurdu. Rahmet Hoca atına atlar, nutuktan sarhoş bir halde köy yolunu tutardı.
Nutuk verdiğinin ertesi sabahı benzi uçmuş şehir kahvesine döndüğü zaman onu tekrar nutuk vermeye zorlamak istemezdi bile. Önüne gelen:
— Vay mebus beyefendi!
Diye selamladıkça utancından kızarırdı. Normalleşirdi. Bir korkudur alırdı kendisini.
— Bir halttır ettik dün akşam. Acaba çok mu uluorta konuştum? Dilin kemiği yok ki birader. Hem biz kim, mebusluk kim? Bir şaka yapalım dedik…
Bir ufak memur tavla başından:
— Ne şakası, birader? Kaymakam Bey vilayete bu sabah gözümün önünde yazdı. Bu devre seni mebus çıkarmazlarsa hocam, istifayı basacak. Kıymetlidir bizim kaymakam, ha! Ayıptır, rezalettir, diyor, bu kıbalde, bu düşünüşte bir adamın kaç devredir mebus olmamasının günahını boynumda taşıyamayacağım, diyor da başka bir şey demiyor.
— Sahi mi Abdullah Bey Allah aşkınıza?
— Nimet çarpsın ki!…
Küçük, muhtasar bir nutuk! Hadi lokanta! Hadi ziyafet!
Rahmet Hoca babasından kalma bir altın tenekesini böylece bitirdikten sonra bir zaman şehre inmedi. Birinci Dünya Harbi bitti. İstiklal Harbi’nde sırtında fişeklerle bir ara gözüktü. Gözükmesiyle kaybolması da bir oldu. Cumhuriyet ilan edilince galiba üçüncü devrede tekrar kasabada gözüktü. Sakalı bıyığı kesmişti. Nereden bulmuşsa bulmuş bir smokin pantolonunu ayağına, bir frak ceketini sırtına geçirmişti. Elinde silindir bir şapka taşıyordu. Ustura ile tıraşlı kafasına pek bol geldiği için bu şapkayı hiç giymezdi. Bir eteği topuklarına sarkan frakının yakasına bir gül takardı.
Günün birinde bir belediye reisinin kendisini merasimle mebus seçtiğini belediye çavuşlarından biri lokantada müjdelediği zaman ziyafet bedelini cebindeki kuruşlarla zor bela ödeyebildi. Şakadan onu
Ankara trenine kadar götürdüler. Trene atlarken tuttular. Hususi tren hazırlanmış, şimdi gelecek, onunla gideceksin, dediler ve sıvıştılar. Rahmet Hoca istasyonda yirmi dört saat bekledi. Nihayet gelebilen bir trene atladı. Mebus kompartımanına kuruldu. Epey bir yol gittiğini biliyorum. Hangi istasyonda işin farkına varıldığı, hangi istasyonda indirildiği malum değil.
Onun uzun zaman o istasyondan bu istasyona, bu istasyondan o istasyona mebus kompartımanlarına kurularak dolaştığını söylediler. Bir türlü Ankara’ya varamadı. Nihayet frakının eteklerinden uzunu koparılmış, boyunbağı kesilmiş, bembeyaz kolalı gömleği simsiyah halde, ayağının birinde rugan ayakkabı, ötekinde bir yemeni ile şehre dönmüş gördük. Köyüne götürdüler. Ama ilk fırsatta köyden şehre iner, istasyona koşar, Ankara trenini beklerdi. Mebus kompartımanında kimse yoksa, istasyon müdürünün de keyfi yerinde ise, üç beş dakika kompartımanda oturmasına müsaade edilirdi. Sonra Ankara’ya varılmış gibi kemali hürmet ve azametle trenden indirilir, bir jandarma refakatinde köyüne gönderilirdi.
Sait Faik Abasıyanık
Milletvekilliği Hastası, Varlık, 1 Nisan 1954