Bir Örümcek Yavrusu; Louise Bourgeois – Selma Aydemir

Louis Josephine Bourgeois, 1911`lerin Paris`inde soyadı gibi burjuva bir ailede dünyaya gelir. 1938`de ölümüne dek yaşayacağı Newyork’a taşınır. Ailesinin tarihi kumaş galerisinin işletmeciliğini yaptığı Paris yakınlarındaki Choisyle Roi‘da büyür. Aile orada aynı zamanda eski kumaşların restore edildiği bir atölyeye sahiptir. Daha küçük bir çocukken yetişkinler atölyesinde, eksik kısımların tamamlamayan desenlerin çizimine katkıda bulunur. 1936-38 arasında Ecole nationale supérieure des beaux-arts de Paris(tr:Paris Güzel Sanatlar Devlet Yüksekokulu) gerekli Temel Bilgiler ve Tamamlamalar alanında heykeltıraşlık eğitimi alır.

Babasıyla ilişkisi çok gergindir. Babası, anne Josephine Bourgeois’yı aynı evde on yıl boyunca İngilizce eğitimi için tutulan Sadie Gordon Richmond adlı çocuk bakıcısı ile aldatmıştır. Louise’a daha az saygı gösterir,onunla dalga geçer, akşamları yemek masasında rezil eder. Bu olayı daha sonra şöyle ifade eder: Babam aralıksız konuşurdu. Bana bir şey söylemek için asla fırsat olmazdı. İşte o zaman ekmeklerle küçük şeyler yapmaya başladım. Eğer biri sürekli konuşuyor ve söylediği şeyler acıtıyorsa, insan böylelikle kendini oyalayabilir. O zaman insan elleri ile bir şeyler yapmaya odaklıyor kendini. Bu figürler benim ilk heykellerimdi; duymak istemediğim bir şeyden kaçışın temsiliydiler. ’The Destruction of Father’ (tr:Babanın İmhası) teması ile ilgili sayısız iş yaptım. Affetmiyorum da unutmuyorum da… Bu benim işlerimi besleyen şiarımdır.[1]

“Eğer bir erkek çocuğuysa doğan, aile mutludur; eğer bir kız çocuğuysa doğan,kabul edilir ve gerçek tolere edilir.”[2] diyen Bourgeis, kız olmasından dolayı ailede daha az önem ve ilgi gösterilmesinin içsel yaralarını deşifre eder.

Okulunu, ev ortamından izole eden içinde mutlu olduğu bir sığınak olarak tanımlar. Çocukluğumdaki en iyi arkadaşım dediği annesi de aynı şekilde, ona sığınacağı bir alan sunar. İşlerindeki örümcek zaten bir dokumacı olan annesini temsil eder. Bu işinde nefret yoktur, aksine örümceği koruyucu olarak görür. Annesinin ölüm yatağında ona Bourgeois bakar ve ölümünden sonra intihara kalkışır. Bu anılar ve travmatik deneyimler hayatını olduğu kadar işlerini de çok etkiler, sanat çalışmalarında ve enstalasyonlarında sıkça yer alır.[3]

‘Bir heykel çözülmesi gereken sorundur. Ve sorun çözmek, eğlencelidir. Heykelin amacı kendini bilmektir.(The purpose of the sculpture is selfknowledge.) Kendini tanı ki mutlu olasın der ? Bu nedenle yıllarca çalışabildim, sanat piyasasını görmezlikten gelişini görmezden geldim. Ben piyasayı değil, piyasa beni hep görmezlikten geldi. Zaten böylesi daha iyi… Bu beni asla yıldırmadı. Çalışmak için ihtiyacım olan ilk şey biçimin niteliğidir. Eğer biçimde karar vermişsem başlayabilirim kendimi konsantre etmeye. Benim modelim senin yüzün değil. Kendi içselliğime bakıyorum. Esasında benim modelim kendimim. Şurayı ölçerim.(Alnını ölçer.)Çene için yeterince yer bırakıp bırakmadığıma bakarım yada fark ederim ki burnun ağız burnun dibinde ve planı sağlayamıyorum, yeterince yer yok! Orantıyı anlamaya çalışırım. Kulağımın arkasında burna ne kadar mesafe olduğunu elimle ölçerim…Cimri olmamalı, bol alan bırakmalıyım.Sonra yukarıyı ölçerim, kendime sorarım,kafatası için yer bırakmış mıyım!Bu bir savaş…Algınla savaşın…Neye ihtiyacın olduğunun algısı…Neye ihtiyacın olduğu, ne aldığın değildir.Bir şey istiyorum ama burada başka bir şey duruyor.Mesele ne istediğim ve ne gibi bir imkanla birleştireceğimdir.Biri şöyle böyle diye konuşuyorsa yanımda yada komşular merdivende çalışamam.”[4]

Heykeli kendini tanıma sanatı olarak gördüğü için ve yine en iyi terapinin de kendini tanımak olduğunu da bildiğinden onun heykelleri, özel yaşamından fazlasıyla referans alır ve yaşadığı sorunlu aile ilişkilerinin etkisi de rahatça okunur işlerinde. Bu “psiko-dinamik” yan, yeni bir dil, yepyeni boyuttur sanatta.

Bourgoise aslında bir çember dışı (Outsider) sanatçıdır. İşlerindeki bu özgün dilin oluşmasında bu özerk duruşun kuşkusuz çok büyük bir etkisi vardır. Bu kırılmanın miladı 1953 yıllarıdır.Öncesinde Modern Sanatlar Müzesi’nde (MOMA) koleksiyon heyetinde bulunmaktadır.O dönem katıldığı ve yegane katılımcı kadın sanatçı olduğu Soyut Dışavurumcu (Abstract Expressionism)sergilerde büyük bir başarı gösterir.Fakat 1953 yılından sonra ortalıklardan ve sergi salonlarından çekilir.O dönem zorlu bir dönemdir ve zamanının çoğunu yatakta geçirdiği söylenir.[5]

Amerika sanat piyasasında 80’li yıllarında geçikmeli gelen iade-i itibarın sebebinin o dönemin ünlü ve çok ses getiren feminist sanatçı grubu olan Guerilla Girls’ün yaptığı protestolar ve müzelere ve genel olarak erkek egemen sanat anlayışına karşı yapılan eylemlere denk gelmesinin de büyük etkisi olduğu, direk olmasa da varolan eleştirel ortamın, sanat camiasını Louise Bourgeois’yı ‘keşfetmeye zorladığı’ söylenceler arasındadır.

‘Ben enerjiyi transfer ediyorum. Malzeme malzemedir. Sanatçının meselesi malzeme değildir.’[6] der ve bronzdan latexe, alçıdan tekstil kumaşlarına kadar çok farklı malzemeler kullanır.
Aslında sadece bireyin değil, toplumlarında kendini tanıması ve bilmesi anlamında da önemlidir heykel. Resmi temsilin dışına çıktıkça heykel daha da toplumsallaşır. Toplumsallaştıkça daha fazla hayata karışır, daha açık okunur ve daha cesurca konuşur.
Düşüncenin özgür olmadığı, eleştirinin değer görmediği yada kabul edilmediği toplumlarda, heykelde özgür değildir ve bakan izleyicisiyle konuşmaz, dilsizdir. Herhangi bir meydanda politik bir zaferin gururunu hatırlatan temsili heykeller, belli bir dönemi temsil ettiklerinden, insanı anlatmazlar.

İnsanın “sterilize edilmeye” ve gösterilmeye çalışıldığı zamanımızda, yalnızca onun cesaretini, başarılarını ve ‘gelişmişliğini’ değil; korkularını, zayıflıklarını, ilkel /primitif yanlarını ve elbetteki onun doğanın üstünde tutan değil bir parçası sayan ve kusursuzluk sendromuna sarmalamayarak yansıtan bir dile ihtiyaç var.

Sanatta yüzyıllardır sadece bir seyir nesnesi olarak kadını ve bedenini görmeyi yadırgamıyorsak, onun sıksık kullandığı erkek bedenine ait formları görmekte ‘yadırganmamalıdır’. Kadının sanatsal ve entelektüel üretimde birçok öznenin şu ana kadar çok fazla değinmediği, işte tam bu noktada da muhafazakar kaldığı pek çok konuda cesurca ürün vermesindeki temel sebep, görünmeyen, halı altına süpürülen ‘sömürge’ konusunun cinsel, ekonomik, toplumsal ve siyasal yönüyle en çok onu ilgilendirdiği, ilgilendirdiği kadarda dışarıda bırakıldığı gerçeğinin bilincinde olması ve bunun karşısındaki haklı ‘tarihsel’ tepkisi olduğu unutulmamalıdır.
Milyarca yıllık insanlık tarihimizin yalnızca son 2000 yılında hüküm süren ataerkil dinlerin kurgusu olan toplumsal yapımızda kadınlar, Avrupa’da 19. yüzyılın sonlarında, Türkiye’de ise Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra sanat eğitimi haklarını elde ettiler. Günümüzün muhafazakarlaşan toplumlarında adeta öcü gibi görülüp marjinal kabul ettirilmeye çalışılan feminizm, hayatına tek gözle bakmaya devam edenlere diğer gözünü de kullanmayı öğreterek algıya daha fazla ‘ışık’ girmesini sağladığından sadece dişilin değil erilinde de teması olmalıdır. Goethe’nın dediği gibi: ‘Daha fazla ışık!’

Selma Aydemir


1. Video (http://www.youtube.com/watch?v=hcqsXIy_xAc)
2. Kulturzeit (http://www.3sat.de/page/?source=/kulturzeit/specials/86946/index.html)
3. 3sat.de (http://www.3sat.de/page/?source=/kulturzeit/specials/86947/index.html)
4. Video (http://www.youtube.com/watch?v=hcqsXIy_xAc)
5. Video, Robert Storr’un demeci (http://www.youtube.com/watch?v=WxQGsmS1iZc)
6. Video (http://www.youtube.com/watch?v=hcqsXIy_xAc)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz