Ressam Mesut Eren’in gravür sergisi Düş Yolcusu Sanat Durağı’nda 16 Nisan cumartesi günü açıldı. 5 Mayıs’a kadar ziyaret edilebilecek olan sergi vesilesiyle yapılan söyleşide; “Bizim gibi devrimci dönüşümlere gebe toplumlarda sanatçının yeri bu mücadelenin içidir. İstediğiniz kadar politikadan uzak durmaya çalışın, kapitalizmin yobazları, günün birinde karşınıza galeri önünde niye içki içiliyor diye dikiliverir. Bu da yetmiyormuş gibi hayatında bir kez olsun estetik üzerine bir kitap bile okumamış mahalle kabadayısı bir başbakan yaptığınız bir heykele hakaret edip, yıktırabilir” diyor.
Gravürün sergilerinin çok sık açılmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Sizin de uzun yıllardan sonra ilk gravür serginiz. Türkiye’de gravür eğitiminin başlangıcı ve yaygınlaşması hangi yıllar arasında denk düşüyor?
Mimar Sinan Üniversitesi’nde eğitim gördüğüm gravür atölyesinin tarihi Cumhuriyet öncesine dayanıyor. 1883’te Sanayii Nefise’de açılan dört bölümden birisiydi. İlk adı Hak(Gravür, kakma, oyma, kazıma işlemi vs. ) atölyesiydi. Daha sonra toparlanması Leopold Levy dönemine denk düşer. Bedri Rahmi’nin de asistanlık yaptığı Levy, Sabri Berkel hocayı da yetiştirmiştir. Daha sonraları Fethi Kayaalp ve Asım İşler atölye hocalıklarını yürütmüştür. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar okulunun bünyesinde ise kuruluşundan beri faaliyetini sürdürmektedir. İstanbul dışında Gazi Eğitim Fakültesi’nde önemli gravürcüler yetişmiştir. 1950’lerde üniversite dışında özel gravür atölyesi olan sanatçımız ise Aliye Berger’dir. Günümüzde güzel sanatlar bünyesinde ilk defa bölüm olarak Eskişehir Anadolu Üniversitesinde açılmıştır.
Yaygınlaşmaya başlaması yirmi otuz yıllık bir döneme denk düşüyor. Aslında bu dönem resim piyasasının da canlanmaya başladığı yıllar. Daha çok turistlik otellere yönelik bir pazar. Doğal olarak özgün baskı resimde albenisi olan dekoratif bir tarz hakim o yıllarda. Hepimizin bildiği Goya’nın savaş gravürleri tarzında toplumsal içerikli gravürlerin o otellerde alıcı bulması çok zor bir durum. Zaten dönem apolitik ve liberal söylemlerin ayyuka çıktığı bir dönem. O nedenle özgün baskı resim Türkiye’de topluma yaygın olarak sanatı taşımanın ve kitlelerle sanatı kucaklaştırmanın bir aracı olmamıştır hiçbir zaman. Evet bir dönem yaygınlaşmıştır ama halkın içinde değil turistlik mekanlarda.
Özgün baskı resmin çoğaltım mantığı üzerine neler söyleyeceksiniz bizlere?
Özgün baskı resmin üç ana daldan oluşuyor. Gravür(ahşap ve metal baskı), taş baskı(litografi), ipek baskı(serigrafi).
Hepsinin ortak noktası çoğaltım yapmadan önce kalıplarının hazırlanması olarak da genelleyebiliriz. Özgün baskının sanatsal bir resim olduğu, biz de daha yeni kabul gören bir durum. Benim okul yıllarıma denk düşüyor. Özgünlük vasfını kazanabilmesi için sanatçının sanatsal kaygılarla kalıplarını oluşturulması veya denetlemesi gerekiyor. En çok hataya bu aşamada düşülüyor. Çoğu tanınmış sanatçılar aralarında akademik ünvana sahip olanlarda dahil; yaptıkları resmin fotoğrafını çekip onu kalıba aktarmaya özgün baskı olarak nitelendiriyor. Oysa bu bir tür matbaa çoğaltımıdır. Bir başka sıkıntı, baskı resimlerin numaralandırılması sırasında yaşanıyor. Hiçbir kriteri olmayınca isteyen istediği gibi çoğaltıp numaralandırıyor. Doğrusu kalıp baskıya hazır hale geldikten sonra belli sayıda basıp, numaralandırıp imzalandıktan sonra kalıbın iptal edilmesi. Bazı sanatçılar güvenilirlik açısından kalıbın bir köşesine iptal notu düşüp bunun da baskısını alıyorlar.
Özgün baskı resmin sanatçıya sunduğu teknik olanaklar nelerdir?
Siyah-beyaz dengesi fotoğraf sanatında olduğu gibi resimde de çok önemli bir yer teşkil ediyor. Okul yıllarında gravür çalışmalarıma eş zamanlı olarak yağlı boya kompozisyonlara da başlamıştım. Bu benim için büyük bir şans oldu. Baskı resmi düşünürken resmin temel öğelerini ayrıştırmak zorundasınız. Örneğin asitle tonlama yaparken, kalıp üzerinde bütün ton değerlerinin grafiğini çıkarmanız gerekir. Çünkü etkili ve kompozisyonu güçlü resimler yapabilmem için açık- koyu dengesini çözümü çok önemli. Fotoğraf sanatçılarının başlangıçta siyah-beyaza ağırlık vermelerinin nedeni de bundan kaynaklanıyor. Herkesin sandığının tersine ressam, resim yaparken ciddi bir matematiksel problematikle uğraşır. Tıpkı bir bestecinin bir yandan matematiksel kurallara dikkat ederek duyguyu en etkili verebilmeye çalışması gibi bir şeydir bu. Tabi bunun dışında gravür doku, çizgi, ışık ve ritim gibi desenin diğer problematiklerini de içerir. Dönem dönem malzeme zorlar sizi. Boyada elde edemediğiniz tadları elde edersiniz. Sürprizler yapar, denemeye cesaret edemediğiniz şeylere zorlar sizi.
Özgün baskı resmin, sanatının toplumsallaşmasındaki yeri ne olabilir sizce?
Bu sergiyi diğer sergilerimden ayıran en önemli özelliği sergiye gelen arkadaşlarımın büyük bir keyifle gravür satın almaları oldu. Hep arzuladığım bir şeydi böyle bir paylaşım. Maddi getirisinden çok bir duyguya ortak olmanın manevi doyumuydu bu. Alıcıların çoğu hayatlarında ilk defa resim almanın keyfini yaşıyorlardı. Daha önceki sergilerimde ağırlıklı olarak kolleksiyonerler yatırım amaçlı resim satın alıyorlardı. Tüketim toplumunun yabancılaştırıcı ve dayatmacı alış-veriş çılgınlığının önüne alternatif bir şey çıkarmış olduk dostlarımla. Poster veya tuval baskı resimlerin yerine orijinal baskı resim girmiş oldu evlere.
Özgün baskı resmi toplumsallaştırmak adına şahit olduğum ilk deneyim 1987 yılında Maltepe Ressamları döneminde yaşandı. Ressam Kasım Koçak öncülüğünde Türkiye’nin ilk mahalli galerisinde karma bir gravür sergisi açılmıştı. Fiyatların emekçi halkımızın alabileceği uygunlukta belirlendiği sergide bin beş yüze yakın gravür satılmıştı. Benim de katıldığım bu sergide Gülsuyu’nda gecekonduda oturan bir ortaokul öğrencisi harçlıklarından artırdığı parayla gravür almıştı. Basit gibi görünen önemli detaylar bunlar aslında. Halkımız sanattan anlamaz önyargısını da kıran yaşanmışlıklar. Önümüzdeki dönemde resmin daha da yaygınlaşması konusunda bizlere ışık tutacak deneyimler.
Sanat eğitiminin dibe vurduğu, sanata devlet yatırımının olmadığı gerici ve faşizan bir dönemde sanat izleyicimizi de kendimiz yaratmamız gerekiyor kanısındayım.
Sergilenen gravürler çoğunun ana teması insan, post modern sergilerde nedense hiç rastlamıyoruz bu tarza. Geleneksel bir tarzdan besleniyor resimleriniz …
İnsan, sanatın yüzyıllardır ana konusu aslında. İnsanı, sanat yapan hayvan olarak tanımlayabiliriz. Hem sanatın malzemesi hem sanatın mucidi kendisi. Yani doğanın en karmaşık hayvanı. O nedenle gelecek tasarımı olan ve yaşamın kendisini de estetsize etmeye çalışan gerçekçi sanatçılar için insan her zaman sanatın temel konularından biri olagelmiştir. Üniversite yıllarında yaptığım çalışmaların çoğu, insan gerçeğini arayışımın görsel yansımasından oluşur. Doğa etütleri de bu arayışın başka bir yanını yansıtır. İnsanı çevresel koşullar bütünü içinde algılama ihtiyacından. Geleneğin kalıpları arasına sıkışmadan geleneğin zenginliğinden beslenmek gerekir. Ben sanatta mucitlik peşinde koşan sanatçılardan değilim. Sanatta gelişmenin değil, genişlemenin olduğuna inanıyorum. Sanatçı erdemli duygulardan beslenir. Bu ülkenin sanatında ki en canlı damar hem Kurtuluş Savaşı hem de Sovyet Devriminin yarattığı coşkulu dönemin kesişmesinin yarattığı yıllardır. Nazım böyle bir dönemin dehasıdır. Bizim gibi devrimci dönüşümlere gebe toplumlarda sanatçının yeri bu mücadelenin içidir. İstediğiniz kadar politikadan uzak durmaya çalışın, kapitalizmin yobazları, günün birinde karşınıza galeri önünde niye içki içiliyor diye dikiliverir. Bu da yetmiyormuş gibi hayatında bir kez olsun estetik üzerine bir kitap bile okumamış mahalle kabadayısı bir başbakan yaptığınız bir heykele hakaret edip, yıktırabilir.
Resmin köklü bir geleneğinin olmadığı bir ülkede daha çok Türk edebiyatı ve sinemasından beslendiğimi söyleyebilirim. Sergimin açılışı sırasında Rusya doğumlu ve uzun yıllar Türkiye’de yaşayan sağır ve dilsiz arkadaşım Krista Gallagher ilk defa resimlerimi toplu halde görüyordu. Şöyle bir yorum yaptı: “Resimlerindeki figürler gerçek Türk insanları.” Bu sözü uzun yıllar Türk toplumunu gözlemleyerek algılamaya çalışan ve sosyalist bir toplumda yetişmiş birinden duymak beni inanılmaz mutlu etti. Çünkü yıllardır izini sürdüğüm şey tam da buydu. Bu nedenle de Yılmaz Güney’e, Nazım’a, Ahmet Arif’e, Sait Faik’e ve Sabahattin Ali’ye hayranımdır. Sanırım özgün Türk resmi bu gelenekten beslenerek kendini var bulacak. Yıllardır sanatta gelişmenin olduğu yanılsamasına kapılıp post-modern söylemlerin peşine takılan Türk ressamlarının hatası da bunu görememelerinden kaynaklanıyor.
Resmin hikayesi mi,hikayenin resmi mi?
Resimlerimin çoğunda bir hikaye varmış gibi gözükse de yaratım aşamasında hiç böyle kaygılarım olmadı. İnsanı konu alan resim zaten hikayesini kendi içinde barındırıyor. Yani Elias Canetti’nin söylemiyle dersek “Ayakta duran ve oturan insan, portrelerini görmesek de bizlere birden çok şeyler anlatır.” Görüntünün kendisinin bir dili ve ideolojisi vardır. O nedenle her sanatçı bir ideologdur aynı zamanda. Sanatından önce ideolojisini nasıl yapılandırdığı tartışılmalıdır.
Mesut EREN
1990 Mimar Sinan Üniversitesi Neşe ERDOK atölyesinden mezun olan sanatçının 5. kişisel sergisi. Özgün baskı resimlerden oluşan sergi figür ve doğa etütlerini içeriyor. Sanat anlayışını gerçeklik eksenine oturtan sanatçı, eserlerinde geniş bir yelpazeyle insan ilişkileri, toplumsal çelişkiler ve psikoloji temalarına yoğunlaşıyor.
* 1990 Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü Neşe ERDOK Atölyesinden mezun oldu.
* 1993 Taksim Sanat Galerisi Kişisel Sergi
* 1998 Çatı Sanat Galerisi Kişisel Sergi
* 1999 Maltepe Sanat Galerisi Kişisel Sergi
* 2004 Maltepe Sanat Galerisi Kişisel Sergi
* 2006 Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Kişisel Sergi
* 2011 Düş Yolcusu Sanat Durağı Kişisel Sergi