ILYA EHRENBURG’UN HAYATINDA VE HATIRALARINDA: NAZIM HİKMET RAN

1949 yılında yazdığım makalelerimden birini şu satırlarla bitirmiştim:  “Yüzyılımızın alın yazısını düşünürken, Türkiye şairi Nazım Hikmet’in “20. Yüzyıl ” başlığını taşıyan şiirini hatırladım:  -Hayır, kendi yüzyılım beni korkutmuyor,/ Benim zavallı,/ Benim büyük yüzyılım./ Hayır, / Ben kaçak değilim./ Bu dünyaya böyle erken geldim diye acımıyorum/ Kendi yüzyılımdan da/ Şikayet etmiyorum/ Ve korkmuyorum./ Ben – onun oğluyum/ Ve bununla övünüyorum.
Bunu, on iki yıl hapishanede yattıktan sonra bir inkılapçı yazıyordu, hem de, yirmi sekiz yıla mahkûm olduğunu, kalbinden de hasta bulunduğunu bilerek yazıyordu. Bu satırları okuyunca, boğazımızda bir şeyler düğümlenir. Onun uzak elini sıkmak ve şunları söylemek isteğine kapılırız: “Bizim böylesine çok, böylesine temiz, dürüst cesur dostlarımız olduktan sonra, ötekiler hayatı hiçbir zaman yenemezler!’’

Nazım Hikmet o zamanlar henüz daha hapishanede bulunuyordu. İki yıl sonra elini sıktım. Bir sonbahar akşamı Lüba’yı ve beni evine çağırdı. “Pravda’’ gazetesinin karşısında , misafirhane olarak kendisine ayrılan bir evde oturuyordu. Birbirimizi pek az tanıdığımız halde, Nazım, adeta hemen, onu heyecanlandıran konulardan söz açtı. (Nazım Hikmet, sık sık düşündüklerini söylerdi. Bu durum bazılarını kızdırırdı, ama, eninde sonunda silahlarını ellerinden alırdı. Bir gün arkadaşlarımdan biri: “Ama bunu Nazım Hikmet söyledi, o dalkavukluk etmez ‘’demişti.) Birlikte geçirdiğimiz o ilk akşam, Nazım, birçok şeyleri anlamadığını , itiraf etti. Büst’ten (1) söze başladı: “Biliyor musunuz, ona bakamıyorum, dedi. Bir çirkinlik örneği, düpedüz küçük burjuvalık! Ama, elden ne gelir.. Ev beylik; ben de burada misafirim.. ”Emrine otomobil verdiklerini anlattı. Sabahleyin sokağa çıkınca, şoför: “Şef, nereye gidiyoruz? ‘’diye soruyor. Ona: “Ne şefi canım?‘’ diyorum. Ben şairim, inkılapçıyım.. Türkiye’de hapishanede yattım..’’ Şoför: “Şef değilsin, anladık, o halde patronsun! ‘’diye tutturuyor… “Mayakovski-dahi” dergilerdeki (1) Nazım’ın misafir kaldığı evde de Stalin’in bir büstü olduğu anlaşılıyor.
Şairlere bakıyorum, Mayakovski’nin bunlarla ne ilişkisi var? Beni tiyatroya götürdüler. Sanki ne Meyerhold, ne Tairav, ne de Vahtangov varmış…”

Bu, eski bir trajedidir: on yıl hayatın dışında kalan bir kişi, yeniden hayata dönünce, birçok şeyleri anlayamaz olur. Asker, ya da denizci üzerine düzülmüş çok eski Fransız şarkıları vardır: uzun süren bir savaştan sonra evine dönen asker, karısını tanıyamaz, karısı da onu bir yabancı sanır. Yürek de çilekler gibi dondurulabilir, bu bir zaman meselesidir. Nazım’ı 1937 yılında tutukladılar, ama Moskova’da değil, Türkiye’de… Adeta taptığı Meyerhold’un ölümünü bilmiyordu; şimdi, “ ne çar, ne Tanrı, ne yiğit” türküsü yerine “Bizi Stalin yetiştirdi” Türküsünün söylendiğini bilmiyordu. O daha birçok şeyler bilmiyordu.
Hapishanede iken, eski bir yoldaş olarak Stalin üzerine şiirler yazmıştı. 1951 yılında da şunları söylemişti : “Stalin yoldaşa büyük saygım var. Ama, onu güneşe benzetmelerini, okumağa katlanamıyorum. Bunlar yalnız kötü şiirler olmakla kalmıyor, aynı zamanda kötü duygular da …

1962 de Nazım Hikmet şu şiiri yazmıştı :

Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kağıttandı
İki santimetreden birkaç metreye kadar
Taştan, tunçtan, alçıdan ve kağıttan
Çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında.

Onu her yerde büyük bir hayranlıkla karşılıyorlardı. Büyük şair, on üç yıl hapishanede yatmış kahraman… konuşuyor, soruları cevaplandırıyor, doğruluğu ile, içtenliği ile gençleri hayran bırakıyordu. Kimi zaman saflığı, bilge olmasına yardım ediyordu. İlk defa 1921 yılında Moskova’ya gelmişti. O zamanlar henüz daha yirmisinde bile değildi, Sovyetler Birliği ise dört yaşında idi. O çağ, Tatli’nin “Üçüncü Enternasyonale Anıt” çağı idi. Fütüristlerle imajinistler arasındaki çekişme, Meyerhold’un “Yüce kalpli boynuzlu” çağı idi. Nazım yurdumuzda sekiz yıl kalmıştı. Doğulu inkılapçılar Üniversitesi’nde okuyor, şiirler ve piyesler yazıyor, inancını biliyor, anlıyor, pişiyordu. Eşine az rastlanır tam bir insandı. Kendi şair “otobiyografisi”nde şunları söylemişti: 

Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların.
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin.

(Bir zamanlar Osip Mandelştam da bu konuya değinmişti: “İnceledim, ayrılıkların bilimini…”) Nazım’ın yaşamı fırtınalı ve ağır geçmişti; ayrılıkların her çeşidini, bütün adlarını bildiği halde, bir defa olsun kopmanın acısını çekmemişti: ömrünün sonuna kadar gençlik yıllarının ülküsünü, tatlarını, bağlılıklarını korumasını bildi. Hiç şüphe yok ki o büyüdü (“ihtiyarladı” sözü ona uymuyordu ). Birçok şeyleri anladı. Ölümünden bir yıl önce: “inanmağı unuttum, anlamağı öğreniyorum…” diye yazmıştı. Ama, anlamağı öğrenirken, eskiden inandığı şeylerin doğruluğunu anladı. Daha Stalin’in sağlığında, bir akşam Prag otelinde oturuyorduk. Nazım şunu anlattı : “Romanya’da bulunduğum sırada, Meyerhold’un sağ olup olmadığını sormuştum. Arkadaşlardan biri, galiba öldü, dedi. Bir başkası, iklimin daha iyi olduğu güneyde, galiba Kırım’da, ya da Soçi yakınlarında bir yerde bulunduğunu söyledi. İnkilapçılığımdan hiçbir zaman ayrılmayacağım, çünkü bu benim için bir gerçektir. Ama, arkadaşları aldatmanın ne anlamı var?

Nazım, 1956, belki de 1957 yılında bana şu olayı anlatmıştı : “kişilere tapma” devrinde, Stalin’in ölümünden az önce, eski Türk inkılapçılarından, yetmiş yaşlarında bir veterineri tutuklamışlar.. Adamcağız Rusya’da toplama kampında ölmüş. Ölümünden sonra da, suçsuzluğu meydana çıkmış..” Nazım : “Sık sık N…nin alın yazısını düşünüyorum, dedi. Ben yine talihli imişim. Gerçi ben hapishanede yattım ama, beni oraya koyan siyasi düşmanlarımdı. Kötü durumda olduğumu biliyordum. Meğer başkaları benden çok daha kötü durumda imiş…

Nazım, bir sefer, Mayakovski ile birlikte şiir okuduğu için büyük bir gurur duyuyordu. “Bu, Politeknik müzesinde olmuştu. Çok korkmuştum. Mayakovski: “Korkma kardeş, dedi. Sen şiirlerini Türkçe oku, kimse anlamayacak, ama herkes seni alkışlayacak! ”Sergileri, tiyatroları hatırlıyor ve hep şaşıyordu. “Vorovski caddesinde iki genç şairle konuştum, diye anlattı, onlara, Eluard’ın olağanüstü bir şair olduğunu söylüyorum, onlar ise gülümsüyorlar. Pablo Neruda’nın şiirleri için ne düşündüklerini soruyorum, bence bu büyük bir olaydır. Onlar yine gülümsüyorlar. Sonra da onlardan biri, kendilerinin dalkavukluğa karşı olduklarını söylüyor. Buna çok öfkelendim. “Eluard , dedim, bir inkılapçıdır. Neruda’da bir inkilapçı” bu sözlerim onlara vız geldi, bence bu gençler hiç de inkılapçı değildi”.

Nazım’ın dedesi paşa ve vali idi. Torunu gençliğinde inkılapçı oldu ve inkılapçı olarak öldü. Kimisinin akıl erdiremediği, kimisinin de kuşkuya kapıldığı 20. Kongreden sonra Nazım: “Herkesin yüreği üzerinde yatan ağır taşı kaldırdılar” dedi. Paris gezisinden sonra şunu söylemişti: “Şaşılacak insanlar var. Dillerini kestikleri zaman inanıyorlardı. Gerçeği söyledikleri zaman kuşkulandılar. İnkılapçılık bir tutku, bir yaşamdır. Ama, bu gibi kişiler için ise, bir dakikalık heves, alışılmış bir görevdir.

Nazım’ın inanmış bir inkılapçı, büyük bir şair olduğunu herkes bilir. Ama onunla görüşenler, Nazım’ın, eşine az rastlanan, iyi yürekli, iyi bir insan olduğunu da bilirler. Bir gün Nazım’a, Oradour, (1)un başına gelenleri öğrenen Eluard’ın, Hitlercilerin çocukları okula doldurup diri diri yaktıklarının bir gerçek olduğuna ilk anlarda inanmak istemediğini anlatmıştım. Nazım: “Ben Eluard’ı çok iyi anlıyorum, dedi. Bizde de pek çok geri kalmış insanlar var. Bizde de birçok kırımlar olmuştur. Biri, çocukların bile öldürüldüğünü anlatmıştı. Ben de (inanmak istemediğim için) her zaman bütün bunların uydurma, yani büyütülmüş şeyler olabileceği kanısına kapılmışımdır…

Roma’da, Nazım’ın eserlerinden iki cildini gözden geçiriyordum: Birini Guttuzo , ötekini de Nazım’ın dostu ve Paris’te oturmakta olan Türk resim sanatçısı Abidin Dino resimlemişti. Nazım’a Abidin’le görüştüğümü söyledim. Yüzü aydınlandı: Kendi şiirlerinden söz etmek istemedi, Abidin’den söz açtı. Onun çeşitli ülkelerde pek çok dostu vardı: “Pablo Neruda, Aragon, Nezval, Brenevski, Karlo Levi, Amadu…saymakla bitmez. Bir gün Eluard için bana şunları söylemişti : “Şaşılacak şey, onun bazı şiirlerini okuduğum zaman, benim de özellikle bu konu üzerine, özellikle böyle yazmak istediğim kanısına kapıldım.”

Nedense herkes Mayakovski’yi, Nazım Hikmet’in öğretmeni sayar. Nazım da birçok seferler, Mayakovski’nin, kendisi için bir cesaret ve insanca yiğitlik örneği olduğunu söylemişti. Ama Nazım şiirde bir başka yoldan yürüdü. Kafiyeyi bıraktı. Kendisi şiirin müzikten farklı olduğunu – ona akraba olmakla birlikte – sesten çok ahenk istediğini söylerdi. Halk türkülerini sürdürmek çabasından, kendi biçimini yaratmağa, sadeliğe, saydamlığa geçmişti. Şiirlerini Türkçe nasıl okuduğunu duymuştum. Şiirlerinin Fransızca ve Rusça çevirilerini de okumuştum. Bir şair üzerine yargıda bulunmak için elbet bu kadarı yetmez. Ama yine de, Nazım gibi ben de, hepsinden çok Eluard’ın ona yakın olduğunu sanıyorum.

Yirmi yılları (2) sanatına olan sevgisi, yaratılışıyle, güzellik anlayışıyle bağlı idi. Şiirde bütün edebiyat okullarından kurtulmuştu. Piyeslerinde ise, eskimiş bir şeyler, artık kaybolan tiyatro metodları vardı. Resmi çok severdi. Resmin, anlaşılması en zor bir sanat kolu olduğunu, “Cézanne’in elmalarının tadına” varmanın kolay olmadığını, bunun için büyük bir resim kültürü gerektiğini söylerdi. Elli yaşlarındaki bu yirmi yılları isyancısı, Akademik resim sanatından ayrılmak istediğini sezdiği Sovyet resim sanatçısını şiddetle savunmağa hazırdı.
Onunla Roma’da buluştuk. Şiirlerini okuduğu bir şiir gecesine gittim. Roma’da bana sanattan, kolay anlaşılma isteğinde bulunulamayacağını uzun uzun anlatmağa çalıştı. Kimi şiirlerini herkes anlıyordu. Birini ötekilerden üstün tuttukları zaman şiddetle protesto ediyordu: “Gülyağı üreten bir fabrikanın direktörüne bütün güllerin bakımı emanet edilemez.
Çünkü her yıl yeni gül çeşitleri yetiştirilmektedir. İş yalnız gülyağında değil ki.. Güllerin renkleri, kokuları da var. Kimi kişiler –güzellik aşıkları – gülün buğdaydan, ya da mısırdan üstün tutulmasını isterler. Başkaları için ise, gül, büyük bir bütçede minnacık sayıdır…” Birdenbire bir çiçekçi dükkanının vitrini önünde durdu : “Rica ederim, şuradaki güllere bakın!” dedi.
Bir tutuklunun nasıl kolayca umutsuzluğa kapıldığını bilirim. Nazım Hikmet ise on üç yıl, taş bir kafeste, umutla baş başa yaşadı. Türk halkının destanı olan “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı hapishanede yazdı. Nazım iki sefer açlık grevi yaptı. Bağlı olduğu halde insanlık erdemleri için savaştı.

Dış görünüşüyle kuzeyli bir kişiyi andırıyordu: Çok uzun boylu, mavi gözlü, açık sarı saçlı idi. Kendisini her yerde: Moskova’da, Roma’da Varşova’da, Paris’te özgür hissediyordu. Ama Türkiye’nin özlemini çekiyordu. Divanını Türk kumaşıyla örtmüştü. Beni “Bakü restoranına götürdü: “Burada yemekler biraz bizimkilerini andırıyor” dedi. Uluslararası barış konseyi toplantısında bir Türk ile karşılaştığı zaman ondan bir türlü ayrılamazdı. Bir gün bana: “İzlanda diline çevrilmiş bir şiir kitabımı gönderdiler, diye anlattı. Şaşılacak şey!… Oysa Türkiye’de şiirlerimi basmıyorlar… Hoş, bassalarda, kendileri için şiirlerimi yazdıklarım nasıl olsa bunları okuyamazlar… Çünkü okuma – yazma bilmiyorlar..

1952 yılında hepimiz büyük bir üzüntü ile: “Nazım Nasıl-..”diye sormuştuk. Sonraları kendisi şunu yazmıştı: “52 de, çatlak bir yürekle dört ay sırt üstü bekledim ölümü”.
Şiddetli bir enfarktüs geçirmişti. Onu kurtarmışlardı, ama, o zamandan beri sürekli olarak ölümle hep kucak kucağa yaşamıştı. Yazlık evimde neşeli neşeli konuşurken – çok güzel anlatmasını bilirdi- biden bire yüzünü boncuk boncuk iri ter taneleri kapladı. Şiirlerinde sık sık ölüm düşüncesine değinmişti :

Yağmurun altında yürüyordu bahar, incecik yeşil
ayaklarıyla Moskova asfaltında
Lastiği motora, kumaşa, derime, taşa sıkışıktı
Kardiyogramım çok bozuk çıktı bu sabah
Ya da :
Bizim avludan mı çıkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenlerse daracık
Yahut da :
Bir yandan şiir döktür birbirinden aydınlık
Bir yandan yanındaki ölümle sohbet eyle.

Doğumunun altmışıncı yıl dönümünü kutladıkları zaman, biri, edebiyatçılar evinde yazarlar için, ötekisi de Politeknik müzesinde okurlar için olmak üzere, iki şiir gecesi düzenlenmişti. Bu ikincisinde başkanlığı ben yapmıştım. Salon tıklım tıklım dolu idi: Ayakta duranlar, yerlerde oturanlar, koridorları dolduranlar da vardı. Bütün gözler sevgi ile Nazım’a çevrilmişti. Ona yavaşça sordum: “Yoruldunuz mu?” Suçlu suçlu: “Biraz …”Diye cevap verdi… “Ama çok mutluyum…”
Hayatı, çocukları, şiiri, kuşları delice severdi. Ölümünden az önce şunu yazmıştı:

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne,
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar.

Sevinmekte, sevmekte devam etti. Uzak Tanganikalara uçtu. Oradan Kara Afrika, yıldızlar, savaş ve kendi sevgisi üzerine, şiir biçiminde mektuplar yazdı. 1962 de çok sevdiği şiirini yazdı:

Ölüm düşüncesinden soyundum
Giyindim Haziran yapraklarını bulvarların.
Tam bir yıl sonra, bir yaz başlangıcının erken bir sabahında öldü. Uyandı. Gazeteleri almak için antreye çıktı, geri dönmedi, oturdu ve öldü.
Tabutunda iyi ve çok güzeldi. İhtiyar bir kadın, hıçkıra hıçkıra, küçük bir kıza: “Kalp durmasından”(3) diyordu. Gençliğimde enfaktüse böyle derlerdi. Biz ise tabutun başında duruyorduk. “Artık Nazım yok!” düşüncesinin verdiği dehşetten, galiba hepimizin kalbi durmağa hazırdı.

Kaynak: İlya Erenburg Hatıraları (Nazım Hikmet Başlıklı bölüm)
Altın Kitaplar Yayınevi 1968 Hasan Ali Ediz


Notlar.
(1) 1450 nüfuslu küçük bir Fransız kasabası. Hitler ordusu, 10 Haziran 1944 tarihinde bütün kasaba halkını kurşuna dizmiş ya da diri diri yakmıştı.
(2)1920 yılları.
(3) Bizde de aynı deyim kullanılırdı. Sekte-i Kalp, Kalp durması.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz