“pişman değilim
benden konuş ey sevgilim bir başka benle
gecenin soğuk caddelerinde
gene aşk dolu gözlerini gördüğün
benden
ve hatırla beni kederle öperken o
gözlerinin altındaki çizgileri..”
…
“uzaklardan geldin sen
ve kokular ve ışıklar ülkesinden
şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
götür şiirlerin ve coşkuların kentine “
“pişman değilim
benden konuş ey sevgilim bir başka benle
gecenin soğuk caddelerinde
gene aşk dolu gözlerini gördüğün
benden
ve hatırla beni kederle öperken o
gözlerinin altındaki çizgileri..”
…
“uzaklardan geldin sen
ve kokular ve ışıklar ülkesinden
şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
götür şiirlerin ve coşkuların kentine “
20. yy Fars şiirinin en önemli şairidir Furuğ Ferruhzad. Tahran’da bir albayın kızı olarak 5 Ocak 1935 de doğdu. On altı yaşında İran’ın ünlü simalarından Pevez Şapur ile evlendi. Oğlu Kamiyar, 1953’te doğdu. 1954 de eşinden boşanmasının ardından bir daha oğlunu göremedi.
Şiirin yanı sıra sinema ve tiyatro ile de ilgilendi. Çeşitli gazetelerde editörlük yaptı.
On altı yaşında iken yayınladığı Esir adlı ilk şiir kitabının ardından 1956 da Duvar isimli ikinci şiir kitabını yayınladı.
Yirmi iki yaşında yazar ve yönetmen İbrahim Gülüstan’la tanıştı ve sinemaya başladı. Sinemada oyunculuk, senaristlik, kameramanlık,yönetmen yardımcılığı, dublaj, montaj ve yaratıcı film editörlüğü yaptı. 1962 yılında yaptığı bir belgesel filmi o yıl İtalya’da Belgesel Filimler Festivalinde birinciliği elde etti. 1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi, Almanya’da düzenlenen Ober Havzen Film Festivalinde en iyi film ödülünü aldı. Bu filmin çekimleri için gittiği Tebriz Cüzamlılar Evi’nde tanıdığı küçük Hüseyin’i evlat edindi.
1962 yılında Unesco Ferruhzad hakkında bir belgesel film yayınladı. Aynı yıl Beernardo Bertolicci de İran’a gelerek Ferruhzad’la ilgili bir belgesel yaptı.
1964 yılında şiirinde dönüm noktası sayılan “Yeniden Doğuş” isimli kitabınu yayınladı
Henüz 33 yaşında iken bir trafik kazasında hayata veda etti. Ölümü ile yarım kalan “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” isimli şiir kitabı 1974’te yayınlandı.
Yeryüzü Ayetleri
O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar
Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.
Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerin orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi
Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.
Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.
Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.
Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.
Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.
Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki…
Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk…
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu…
Ah tutsağın sesi…
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi…
Çeviri: Onat Kutlar – Celal Hosrovşahi
Yeniden Doğuş
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek
ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım
yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi
şapkasını kaldırarak
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen
yaşam belki de o tıkalı andır
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini
ah…
budur benim payıma düşen
budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir
ve “ellerini
seviyorum” diyen
sesin hüznünde ölmektir
ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar
küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim
bir sokak var orada
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.
bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir simgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen
ve böylecedir
birisi ölür
ve birisi yaşar
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan
Çeviren: Celal Hosrovşahi, Onat Kutlar
Tutsak
seni istiyorum ve biliyorum
asla koynuma almayacağım
sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün
ben bu kafeste bir tutsağım
kara ve soğuk parmaklıklar ardından
gözlerim hasretle bakıyor yüzüne doğru
bir elin uzanışını düşlüyorum,
ansızın ben de uçayım sana doğru
boş bir anda düşlüyorum
bu sessiz hapishaneden uçmayı
gülerek gardiyan adamın gözüne
yanında yaşama yeniden başlamayı
düşlüyorum ancak bilirim asla
bu kafesten kurtulmaya gücüm kalmamış
gardiyan adam istese bile
kanatlanıp uçmaya soluğum kalmamış
parmaklıklar ardında her sabah
bir çocuğun bakışı güler bana doğru
sevinç şarkılarına başladığımda
dudağında öpücükle gelir bana doğru
şayet bir gün, ey gökyüzü
kanatlanırsam bu sessiz evden
ağlayan çocuğa nasıl söylerim
tutsak bir kuşum vazgeç benden
bir mumum, canımın alazıyla
harabeleri aydınlatırım
sönüklüğü seçersem eğer
bir yuvayı yıkıp dağıtırım
Yeniden Merhaba Diyeceğim Güneşe
Yeniden merhaba diyeceğim güneşe
Gövdemde akan nehirlere
Bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
Benimle birlikte kuru mevsimlerden gecen
Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
Gecenin kokusunu hediye eden kargalara
Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
Tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
Yeniden merhaba diyeceğim
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı
Gözlerimle: Karanlık tecrübesiyle
Duvarların ötesinden kopardım dallarımla,
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
Yeniden merhaba diyeceğim.
Furuğ Ferruhzad
Ayın Yalnızlığı
Karanlık boyunca
Cırcırböcekleri bağırdı:
“ay, ah büyük ay…”
Karanlık boyunca
Şehvetli bir ahın yükseldiği
Dallar, o uzun elleriyle
Ve teslim olmuş esinti
Gizli ve bilinmeyen tanrıların emirlerine
Ve saklı bin bir nefes, toprağın gizli yaşamında
Ve o ışığın gezgin çemberinde, ateşböceği
Tahta tavanda tıkırtı
Perdede gece
Gölde kurbağalar
Hep beraber
Hep beraber, bir avaz
Tan ağarıncaya kadar bağırdı:
“Ay, ah büyük ay…”
Karanlık boyunca
Ay ay ışığında ışıdı
Ay
Kendi gecesinin yalnız kalbiydi
Altın renkli öfkesinde patlıyordu
Çeviren: Hatice Gülcan Topkaya
Yeniden Doğuş’tan
Cuma
Cuma suskun
Cuma terk edilmiş
Cuma hüzün veren eski sokaklar gibi
Cuma tembel ve hasta düşüncelerin
Cuma eziyet verici esnemelerin
Cuma beklentisiz
Cuma teslim olmuş
Ev boş
Ev incinmiş
Ev gençliğin hamlelerine kapalı
Ev karanlık, ev güneşin tasavvuru
Ev şüphe edilen, fal açılan, yalnızlık çekilen
Ev perde, kitap, dolap ve resimlerle dolu
Ah ne suskunluk ve gururla geçti
Benim hayatım garip bir ırmak gibi
Bu suskun ve terk edilmiş cumalarda
Bu boş ve incinmiş evlerde
Ah! ne suskunluk ve gururla geçti
Çeviren: Hatice Gülcan Topkaya
Yeniden Doğuş’tan
Onu Bağışlayın
Onu bağışlayın
O bazen
Vücudunun kederli bağlantısını
Durgun sularda
Boş mezarlarla, unutuyor
Ve aptalca zannediyor ki
Yaşama hakkı var,
Onu bağışlayın
Bir resmin sıradan öfkesini
Kışkırtmanın uzak arzusu
Kağıdının gözlerinde eriyor
Onu bağışlayın
Baştan başa tabutunda
Ayın kırmızı halesi geziniyor
Ve gecenin değişken kokuları
Vücudunu bin yıllık uykusundan
Uyandırıyor
Onu bağışlayın
O içten yıkık
Ama hala gözlerinin içi ışık zerrelerinin hayaliyle parlıyor
Ve anlamsız saçları
Ümitsizce aşkının soluklarının etkisi ile titriyor
Ey mutluluğun sade ülkesinin sakinleri
Ey yağmurda açılan pencerelerinin komşuları
Onu bağışlayın
Onu bağışlayın
Çünkü büyülenmiş
Çünkü sizin ağır gelen varlığınızın kökleri
Onun gurbet topraklarında derinlere kök salıyor
Ve onun kolay inan kalbi
Hasretin acı darbeleriyle
Göğsünün içinde kabardıkça kabarıyor
Çeviren: Hatice Gülcan Topkaya
Yeniden Doğuş’tan
Soru
Selam balıklar…selam,balıklar
Selam, kırmızılar , yeşiller, sarılar
Bana söyleyin ölülerin gözbebekleri gibi donuk ve şehrin
gecelerinin sonu gibi kapalı ve daimi
Dudaklarımın kaval sesini işitmiş miydiniz?
Yalnızlık ve korku perilerinin diyarından
Yatak odalarının tuğlalarının güvenine
Saatlerin tıkırtısının ninnilerine
Ve ışık camlarının çekirdeklerine rastlamış mıydınız?
Ve her zaman olduğu gibi
Taçlı yıldızlar gökyüzünden toprağa düşer
Afacan küçük kalpler
Ağlama duygusu ile ıslanır
Çeviren : Haşim Hüsrevşahi
Yeniden Doğuş’tan
Hediye
ben gecenin sonundan söz ediyorum
ben karanlığın sonundan
ve gecenin sonundan söz ediyorum
evime gelirsen eğer sevgili bana bir ışık getir
ve küçücük bir pencere oradan
mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim.
Çeviren : Haşim Hüsrevşahi
Yeniden Doğuş’tan
Ben Senden Ölürdüm
ben senden ölürdüm
oysa sen benim yaşamımdın
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
ben caddeleri
başıboş dolaşırken
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
sen ulu çınarlar ortasında, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışığına çağırırdın
gece yinelendiğinde
gece bitmediğinde sen
ulu çınarlar ortasında, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışığına çağırırdın.
sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza
sen ışıklarınla gelirdin
çocuklar gidince
ve akasya başakları uyuyunca
ve ben aynada yalnız kalınca
sen ışıklarınla gelirdin…
sen ellerini bağışlardın
sen gözlerini bağışlardın
sen sevecenliğini bağışlardın
ben açken sen
hayatını bağışlardın
ışık misali bonkördün
sen laleleri toplardın
ve örterdin saçlarımı
saçlarım kendi çıplaklığında titrediğinde
sen laleleri toplardın
sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve ben
söylemeye başka bir şey bulamadığımda
sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve dinlerdin
ağlayarak akan kanımı
ve ağlayarak ölen aşkımı
sen dinlerdin
görmezdin beni ancak.
Kuş Sadece Bir Kuştu
kuş dedi: “oooh! nasıl da mis koku, nasıl da güneş!
bahar gelmiştir
ve ben kendi çiftimi bulmaya çıkacağım”
kuş taraçanın kıyısından uçtu
bir ileti gibi uçtu
kuş küçüktü
kuş düşünmüyordu
kuş gazete okumuyordu
kuşun borcu yoktu
insanları tanımıyordu kuş
kuş havada
ve kırmızı tehlike ışıkları üstünde
ve habersizlik yükseklerde uçuşuyordu
ve mavi anları
delice deniyordu
kuş, ah sadece bir kuştu.
Gazel
benim sesimi taşlarca dinliyorsun
taşsın hemen dinlediklerini unutuyorsun
ilkbahar sağanağısın ve pencerenin uykusunu
dürtü darbeleriyle kaçırıyorsun
okşayışın yeşil dalı olan elimi
ölü yapraklarla seviştiriyorsun
şaraptan daha sapkınsın ve gözü
yalazlara oturtuyor döndürüyorsun
ey kanımın bataklığının altın balığı
hoş olsun sarhoşluğun beni içiyorsun
sen gün batımının mor derelerisin ve gündüzü
göğsüne bastırıyor söndürüyorsun
gölgelerde, oturdu senin Furuğ’un ve uçuklaştı
gölgelerle onu neden karaya bürüyorsun?
Öpücük
her iki gözünde onun günah gülüyordu
yüzüne ay ışığı gülüyordu
o suskun dudakların geçişinde
sığınmasız bir yalaz gülüyordu
utangaç ve silik bir istekle dolu
bakışları sarhoşluk renginde olmalı
gözlerine baktım ve söyledi:
aşktan bir ürün almalı
bir gölge eğildi diğer gölge üstüne
gecenin gizlisine saklandı
bir soluk kaydı bir yüze
iki dudak ortasından öpüş alazlandı
Güneş Doğuyor
Bak nasıl içimde gözlerimin
Eriyor damla damla keder
Karanlık ve isyancı gölgem nasıl
Tutsağı oluyor güneşin
Bak
Yok oluyor tüm varlığım ve beni
İçine alıyor bir kıvılcım
Fırlatıyor taa doruklara
Bak nasıl
Sayısız yıldızla
Doluyor gökyüzüm benim
Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan
Ve kokular ve ışıklar ülkesinden
Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
Fildişi, bulut ve kristal
Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
Götür şiirlerin ve coşkuların kentine
Yıldızlarla dolu bir yol beni götürdüğün
Çıkardığın yer yıldızlardan daha yüksek
Bak
Nasıl yandım ben bu yıldızlarla
Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar
Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi
Yıldızlar topladım
Eskiden ne kadar uzaktı toprak
Gökyüzünün mor köşelerine
Yeniden duyuyorum şimdi
Senin sesini
Karlı kanatlı sesini meleklerin
Bak nerelere ulaştım sonunda ben
Samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa
Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi
Yıka beni dalgaların şarabıyla
İpeğine sar beni öpüşlerinin
İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde
Bırakma artık beni
Beni yıldızlardan ayırma
*Bak tam karşımızda gecenin mumu
Damla damla nasıl eriyor
Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
Gözlerimin simsiyah kadehi
Senin ninnilerini dinlerken
Ve bak nasıl
Şiirlerimin beşiğine
Sen doğuyorsun, güneş doğuyor
*nıgah kum ki mum-ı şeb berahı ma
çegune katre katre ab-mişeved
sürahiye siyahı dideganı men
be lay lay germ tu
lebaleb ez şerab mişeved
be ruyi kahvare haye şiir men
nıgah kun
tu midemi ve aftab mişeved
Kurulmuş Bebek
Bunlardan önce, ah, evet
Bunlardan önce sessiz kalınabilirdi
Saatler boyunca
Ölülerin bakışı gibi sabit bir bakışla
Dalınıp kalınabilirdi bir sigaranın dumanında
Dalınıp kalınabilirdi bir fincanın şeklinde
Halıdaki renksiz bir çiçekte
Duvardaki belli belirsiz bir çizgide
Kuru el ayalarıyla
Perde bir tarafa çekilebilirdi ve görülebilirdi
Sokaktaki yağmurun hızla yağdığı
Renkli, küçük uçurtmasıyla bir çocuğun
Ayakta durduğu, bir kemerin altında
Eski bir at arabasının boş meydanı
Aceleyle, hayhuylar arasında terk ettiği
Devamlı aynı yerde kalınabilirdi
Perdenin yanında, ama kör, ama sağır
Bağırılabilirdi
Gayet yabancı bir sesle, gayet yabancı bir sesle
“Seni seviyorum”
Güçlü bir adamın kollarında
Güzel ve sağlam bir nesne olunabilirdi
Deriden yapılmış sofra gibi bir vücutla
Sert ve iri göğüslerle
Bir sarhoşun, bir delinin, bir berduşun yatağında
Bir aşkın temizliği kirletilebilirdi
Zekayla aşağılanabilirdi
Hayret verici tüm bulmacalar
Sadece bulmaca çözülebilirdi
Sadece saçma bir cevap bulunarak hoşnut olunabilirdi
Saçma bir cevap, evet, beş veya altı harflik
Bir ömür oturulabilirdi
Öne düşmüş bir başla
Soğuk bir mezarın ayakucunda
Meçhul bir Tanrı görülebilirdi
Zayıf bir inanç birkaç kuruşla bulunabilirdi
Mescidin odaları çürütülebilirdi
“Ziyaretname” okuyan yaşlı adamın yaptığı gibi
Sıfır misali; toplamadaki, çarpmadaki, çıkarmadaki
Sonuç daima aynı olunabilirdi
Gözlerim kahrının kozasında
Yıpranmış bir ayakkabının renksiz tokası sanılabilirdi
Su gibi kendinin derinliklerinde kurutulabilirdi
Bir anın güzelliği, utançla
Şipşak çekilmiş gülünç bir siyah beyaz bir fotoğraf gibi
Sandığın diplerinde saklanabilirdi
Bir günün boş kalmış çerçevesinde
Bir mahkum veya bir mağlubun ya da bir idamlığın resmi asılabilirdi
Posterlerle duvardaki çatlaklar kapatılabilirdi
Daha uyduruk resimler katılabilirdi
Böylece kurulmuş bebekler olunabilirdi
Kendi dünyalarının camdan gözleriyle görebilirlerdi
Bezden bir kutuda
Saman doldurulmuş bir bedenle
Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi
Her bir elin anlamsız sıkışıyla
Sebepsiz bağırılabilir ve denebilirdi
“Ah, çok memnun oldum.”
Sadece Ses Kalıcıdır
Ne için durmalıyım ? Ne için ?
Kuşlar çoğul maviliği aramaya gitmişler
Ufuk dikeydir,
Ufuk dikeydir ve hareket fıskiye gibi
Görünümde ışıklı yıldızlar oynuyor
yeryüzü, yükseklikte kendini tekrarlıyor
Ve gökyüzü kuyuları ilişki bağlantılarına dönüşüyor
Ve gündüz öyle geniştir ki
gazetenin küçük beynine sığmıyor.
Ne için durmalıyım?
Yol hayatin kılcal damarları arasından geçiyor.
Çevrenin niteliği tüm kokuşmuş hücreleri öldürecek,
Ve şafağın kimyasal atmosferinde
Sadece ses kalacak,
Zaman zerreciklerine bağlanan ses.
Ne için durmalıyım?
bataklık; kokuşmuş böceklerin çoğaldığı yerden
başka ne olabilir?
Morgun benliği ölülerin şişmiş cesetlerinden ibarettir.
Ve ateş böceği…AH
Ateş böceğinin konuştuğu an
Karanlıktaki alçak adam koflanan
erkekliğini gizliyor
Ne için durmalıyım?
Kurşunlu harflerin işbirliği boşunadır
ve kurşunlu harflerin işbirliği
bu değersiz düşünceyi kurtarmaz.
Ben ağaçların soyundanım
Ve bu “bayat” havayı solumak kederlendiriyor beni,
Ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana
Tüm güçlerin sonu güneşin gerçeği
ve ışığın bilinciyle birleşmekten ibarettir,
birleşmek.
Yel değirmenlerinin çürümesi doğaldır,
ne için durmalıyım?
Ben yeşil buğday salkımlarını
göğsüme alarak, sütle besliyorum,
Ses,ses, sadece ses,
su akışının sesi
ve dişi toprak kabuğu üzerine
yıldız ışığının düşüş sesi ve aşkın yayılma sesi
Ses, ses, sadece ses kalıcıdır.
Cücelerin ülkesinde
Sıfır üzerine dolaşıyor ölçü mihenkleri
Ne için durmalıyım?
Ben dört unsura itaat ediyorum
Ve yüreğimin yasalarını
körlerin yerel hükümeti düzenlemiyor.
Böceğin etle sarılı boşlukta, yararsız dolaşımı ve
vahşice ulumalar
beni ilgilendirmiyor.
Beni çiçeklerin kanlı soyu yaşamaya sorumlu kılmış
biliyor musun ? Çiçeklerin kanlı soyu.
Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım
ve bu benim
yani bir yalnız kadın
ve soğuk bir mevsimin eşiğinde
belirsizliğini anlamanın başlangıcında, tüm yeryüzü varlığının
yalın ve kederli umutsuzluğunu, gökyüzünün
güçsüzlüğünü, bu betona kesmiş ellerin
akıp gitti zaman
gitti zaman ve saat tam dört kez çaldı
dört kez çaldı
aralık ayının yirmisi bugün
ve artık mevsimlerin gizini biliyorum
dakikaların söylediklerini
uzanmış yatıyor mezarında kurtarıcı
ve dinginliğe bir işaret gibi
toprak, barındıran toprak
gitti zaman ve saat tam dört kez çaldı
sokakta rüzgar
sokakta rüzgar
ve ben çiçeklerin sevişmesini düşünüyorum
ince sapları, kansız goncaları
ve bu veremli, yorgun zamanı
bir adam geçiyor ıslak ağaçlar altından
mavi damarları boynunun
kayıyor ölü yılanlar gibi iki yandan
yukarılara doğru
gelince tam karmakarışık şakaklarına
bir kez daha fısıldıyorlar o kanlı sözcüğü
“selam!”
“selam!”
ve ben çiçeklerin sevişmesini düşünüyorum.
soğuk mevsimin eşiğinde
ve yaslı buluşmasında aynaların
toplantısında kederli ve soluk yaşam deneylerinin
suskunluğun bilgisiyle döllenmiş günbatımında
nasıl dur emri verilebilir
sabırlı,
ağır,
avare
yürüyen bu adama?
hiç yaşamadığı nasıl söylenebilir, hiçbir zaman
yaşamadığı?
rüzgar esiyor sokakta
yalnız ve içlerine çekilmiş kargalar
uçuşuyorlar yaşlı, kasvetli bahçelerde
ve tanrım ne kadar kısa
merdivenin boyu!
onlar bir yüreğin bütün saflığını
alıp götürdüler kendileriyle birlikte masallar sarayına
şimdi artık
artık nasıl fırlayıp dans edebilir insan?
nasıl dökebilir akan sulara
çocukluğunun saçlarını
ve koparıp kokladığı elmanı
nasıl ezebilir ayaklarıyla?
ey sevgilim! ey tek sevgilim!
ne çok kara bulut var güneşin şölenini kollayan!
sanırım uçuşu düşlediğin yolda göründü o kuş
ve sanırım hayalgücünün yeşil çizgilerinde
oluşan o taptaze yapraklar
sabah esintisinin isteğiyle nefes alıyorlar
sanırım
pencerenin lekesiz belleğinde yanar gördüğün o menekşe
renkli alev
çocuksu bir lamba tasarımından başka bir şey değildi
sokakta rüzgar esiyor
yıkımın başlangıcıdır bu
ellerinin yıkıldığı günde esiyordu rüzgar
sevgili yıldızlar!
kağıttan yapılma sevgili yıldızlar!
esmeye başlayınca yalan gökyüzünde
nasıl sığınabiliriz yenik peygamberlerin surelerine?
o zaman binlerce yıldır ölüymüşüz gibi karşılaşacağız ve
güneş
yargılayacak gövdelerimizin çürümesini
üşüyorum
üşüyorum ve sanırım artık hiç ısınamıyacağım
ey sevgilim! ey tek sevgilim “kaç yıllıktı acaba o şarap?”
bak burada
ne kadar ağır zaman
ve nasıl kemiriyor balıklar benim tenimi!
niçin hep denizin altında tutuyorsun beni?
üşüyorum ben ve sedef küpelerden nefret ediyorum
üşüyorum ve biliyorum
bir yaban lalesinin kırmızı düşlerinden
bir kaç damla kandan başka
hiç bir şey kalmayak yerde.
bırakacağım artık çizgileri bir yana
sayıları saymayı da
çıkacağım sınırlı geometrilerin odalarından
sezgi alanlarının genişliğine sığınacağım
çıplağım ben, çıplağım, çırılçıplağım
sevgi sözcüklerinin arasındaki sessizlikler kadar çıplak
ve aşktan benim tüm yaralarım
aşktan aşktan aşktan!
ben bu avare adayı
başkaldıran okyanustan geçirdim
patlayan yanardağlardan
ve parçalanmak: giziydi tüm gövdenin
güneşler doğdu parçalarından
selam ey masum gece!
selam çöl kurtlarının gözlerini bile inanç ve güven oyuklarına döndüren gece!
derelerinin kıyılarında söğüt ruhları
kokluyor baltaların sevecen gölgesini
düşüncelerin, sözcüklerin ve seslerin ilgisiz oldukları bir dünyadan geliyorum ben
ve ne kadar yılan yuvasına benziyor bu yeryüzü
seni öperken bile
düşlerinde darağacına senin için ipler ören
adamların ayak sesleriyle dolu
selam ey masum gece!
her zaman bir aralık var
pencere ile görmek arasında
niçin bakmadım niçin
bir adam yağmurlu ağaçların altından geçerken baktığım
gibi?
niçin bakmadım
annem ağlıyor sandığım o gece?
bir acı duyduğum ve dölün biçimlendiği
akasya salkımlarının gelini olduğum
mavi çini sesleriyle dolduğu tüm isfahan’ın
öbür yarım olan insanın içime geri döndüğü o gece?
aynada görüyordum onu
aynanın kendisi gibiydi temiz ve ışıklı
seslendi birden
ve ben akasya salkımlarının gelini oldum…
o gece, annemin ağladığını sandığım
nasıl anlamsız bir ışık belirdi küçük pencereden
niçin bakmadım?
biliyordu tüm mutluluk anlarını
yıkılacak senin ellerin
ve ben bakmadım
açılan penceresinden saatin
yaslı kanarya dört kez ötünceye kadar
ötünceye kadar dört kez
sonra o küçük kadınla karşılaştım
gözleri simurg’un yuvası kadar boş
salınan kalçalarıyla yürüyüp götürdü
kızıllığını göz kamaştıran düşlerimin
kendisiyle birlikte gecenin yatağına…
yeniden tarayabilecek miyim
saçlarımı rüzgarla?
menekşeler dikebilecek miyim yeniden bahçelere?
ve pencerenin ardında duran
gökyüzüne sardunyalar dizebilecek miyim?
acaba yeniden dansedebilecek miyim kadehler üstünde?
kapı zili çağıracak mı beni yeniden bir bekleyişe?
“artık bitti” dedim anneme
“düşünmeye fırsat bile kalmadan olur olanlar…
gazeteye bir başsağlığı ilanı versek?”
boş
boş ama güvenle dolu
bak dişleri nasıl bir marş söylüyor
çiğnerken lokmaları
ve nasıl yırtıyor
dikip gözlerini bakarken
ıslanan ağaçların altından geçerken nasıl
sabırlı
ağır
avare!
saat dörtte
tam o anda mavi damarları boynunun
kayıyor ölü yılanlar gibi iki yandan
yukarılara doğru
gelince tam karmakarışık şakaklarına
bir kez daha fısıldıyorlar o kanlı sözcüğü
“selam!”
“selam!”
sen hiç
dört mavi lale
kokladın mı?
zaman geçti
zaman geçti ve akasyanın çıplak dallarına düştü gece
kaydı pencerenin camları ardından
ve soğuk diliyle
topladı tüketilmiş gündüzün artıklarını
nereden geliyorum ben?
ben nereden geliyorum?
kokusuna bulanmış olarak gecenin
henüz çok taze mezar toprağı
o iki taze elin mezar toprağı
nasıl sevecendin ey sevgilim, ey tek sevgilim
nasıl da sevecendin yalan söylerken bana
kapatırken göz kapaklarını aynaların
ve avizelerin
incecik saplarını koparırken
götürürken beni karanlıkta aşkın ovalarına
bir susuzluk yangınından çıkan o baş döndürücü buğu
uzanır uykunun çimenlerine!
o kağıttan yapma yıldızlar
dönüp duruyor sonsuzluğun çevresinde
niçin sözü sesle söylediler?
niçin görme’nin evine konuk ettiler bakışı?
niçin götürdüler okşamayı
kızlık saçlarının utangaçlığına?
burada bak,
sözle konuşan
bakışla okşayan
ve okşayarak dinginlik bulan o insanın canı
nasıl gerildi
kuşkuların çarmıhına
ve nasıl gerçeğin beş harfi olan
dallarının izleri beş parmağının
kaldı onun yüzünde!
nedir sessizlik, nedir, nedir ey sevgilim?
nedir sessizlik söylenmeyen sözlerden başka?
susuyorum ben ama dili serçelerin
doğa şenliğinde akan cümlelerin yaşam dilidir
serçelerin dili, yani : bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili : meltem. koku. meltem.
fabrikalarda ölüyor şimdi serçelerin dili
kimdir bu insan, caddesinde sonsuzluğun
yürüyen bir birlik anına doğru
ve yıllardır taşıdığı saati
kim bu, horozlar ötmeye başlayınca
doğan günün yüreği yerine
kahvaltının hazır olduğunu düşünen
kimdir bu insan, hem başında bir aşk çelengi
hem de çürüyen düğün giysileri içinde ?
demek vurmadı sonunda güneş
aynı anda
ikisine birden kutupların
ve çıkıp gitti
gövdeni dolduran çınlayışı mavi çinilerin
öylesine doluyum ki, tapınıyorlar sesimin üstünde…
mutlu cesetler
kederli cesetler
cesetler suskun ve düşünceli
inceliksever, giyimsever, yemeksever
belirli zamanların dudaklarında
ve kuşkulu zemininde gelip geçen ışıkların
istekle dolu boşunalığın çürümüş meyvalarını toplarken
ah,
ne kadar insan var kavşaklarda merakla olay bekleyen
tam da dur işareti verilirken ezilmiş olmalı
olmalı olmalı zamanın tekerleri altında
yağmurlu ağaçların yanından geçen adam.
Kitapları:
1955-“Tutsak”
1956-“Duvar”
1957-“İsyan”
1963-Yeniden Doğuş
1967 -son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” yı tamamlayamadan öldü
o günler geçip gitti
o günler, kirpiklerimin arasından
Benim için en önemli şey şiirdir. Ve şiir, kendime ve kişiliğime karşı duyduğum en büyük sorumluluktur. Hayatıma vermek zorunda olduğum yanıtların en önemlisidir aynı zamanda.
Furuğ
Furuğ?un konuları genellikle hayat, ölüm, mutluluk, keder, doğanın güzelliği, toplumsal baskı ve çirkinlikler, umut, umutsuzluk gibi evrensel temaların yanı sıra kadın ve sevişmenin mistik güzelliğini de kapsar.
Ayten Mutlu
İçerik açısından Furuğ, İran ve dünyadaki ererkilliğe karşıtlığın doğrudan anlatımıdır. İran?da tamamen biriciktir, dünyada ise kadın biriciklerin arasında.
Rıza Berahani
Ferruhzad hakkında diğer başlıklar
Fars kadın şiirini başlatan Furuğ Ferruhzad için bir önsöz
Furuğ Ferruhzad’ın yaşamı, aile hayatı ve yaşadığı toplum
Furuğ Ferruhzad’ın yaşamındaki erkekler
Furuğ Ferruhzad: tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
Sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün/ ben bu kafeste bir tutsağım
Güzel bir zamandı – Onat Kutlar
Yeryüzünün ayetleri Furuğ Ferruhzad şiirleri
“Benim için en önemli şey şiirdir…”
yeryüzünü aşkla kana bulayacak bu kadın,,
payımıza düşen çok acı be füruğ.
tek kelimeyle şiir kadını ve tek kelimeyle harika şiirler