“BEKLEMEK, DEĞİŞMESİ MUTLAKA GEREKEN BİR DURUMDA BEKLEMEK” ESKİCİ – SEVGİ SOYSAL

Beklemek, değişmesi mutlaka gereken bir durumda beklemek bir çözüm olamaz ki. Aslında hep değişen, ağır, çıldırtıcı ağırlıkta değişen şeyleri görememenin adı beklemek olabilir. Ama mutlaka değişmesi gereken, bir anda değişmesi gereken bir durum, durmakla, hiç bir şey yapmamakla sağlamlaşır ancak. Bunun adı beklemek olamaz, bunun adı miskinlik, korkaklık olabilir.

İçeri girdi. Ne yapabilirim bu eşyaları, yakabilir miyim? Ya da şu caddeye gizlice yığıp kaçabilir miyim? Ama bunun için geceyi beklemem gerekiyor. Gece, uyuyan insanların gözünden en güzel değişimleri gizleyen gece, onu beklemeye zamanım yok, sokağın başından duyuldu kurtarıcının sesi:…

Eskici

Ne kadar çok şey birikmişti evde Oda oda temizlemek, ayıklamak gerekiyordu fazlalıkları. Mutfakta, dolabın üstünde birikmiş eski gazetelerden başladı. Önce, şöyle üstünkörü ayıkladı. Gazetelerin bazılarını ayırdı; kalanları attı. Sonra az sonra, «saklanmaları gerekir» diye ayırdıklarını da; arka sayfalarında eş dostun evlilik, nişan, ölüm ilânı olanları; aile ya da dost çevresinden sözedenleri; ve sonunda kendisinden sözedenleri de attı. Birikmiş kibrit kutuları ile boş şişelere, kese kâğıtlarına geldi sıra. Dolu çöp tenekesini kapının önüne çıkardı. Mutfakta buzdolabının yanında bir yığın boş şişe vardı hâlâ. Onları da kucaklayıp kapının önüne koydu; bazıları para eder Bunların, durakladı bir an, kapıcıyla bakkala gönderirse para alabilirdi karşılığında, ama vazgeçti, kapadı kapıyı.

Mutfak dolabını açtı, baktı : niçin bunca şey ediniyoruz, nasıl birikiyor bunca şey; niçin iki cezvemiz olabiliyor; şu kapağı kırılmış demlik bile niçin atılmadan kalmış burda; şu sapı sallanan tavayı niçin bunca zaman saklamışım, ya boş kavanoslar? Sonunda o cezvenin birini, kapağı kırılmış demliği, temizlenmesi için çılgınca ovulması gereken çaydanlığı, sapı sallanan tavayı, yamru yumru olmuş iki alüminyum tencereyi de bıraktı kapının dışına.

Bu değersiz kayıplar neyi değiştirebilir, fazlalıklar değerli sanılan nice şeyi da kapsarlar, biliyordu bunu. İşte gene de çok kapkacak vardı dolapta. Daha ufak bir yere taşınacağını, daha dar bir yerde yaşacağını, daha ufak, daha dar yerlerde yaşayabilir olması gerektiğini, özgür olmanın önce sığmayı, ufalmayı, sığışmayı becerebilmekle başlayacağını düşündükçe bu tencere tava kalabalığı deli ediyordu onu. İnsan bir ömür boyu kaç tava kullanır, kaç tencere gereklidir bir yaşam için? Bu kapkacağın yarısından fazlası gereksizdi aslında.

Kapının önünde bir tıkırtı duydu; kapıcı şişeleri, yığılmış öte beriyi topluyordu kapının önünden. Hiçbir açıklama yapmadan kapıcının eline iki tencere, bir tepsi, iki mutfak bıçağı, bir tas, bir tava tutuşturdu, kapıyı kapattı. Merdivenden inen kapıcının ayak sesleri büyük bir korku saldı içine sanki kapıcı bir daha hiç gelmeyecekmiş, bu yüzden kapıcıya hiçbir şey veremeyecekmiş gibisine telâşlandı; kovalardan birini, uzun saplı süpürgeyi, faraşı kaparak merdivenlerden aşağı koştu, en tatlı gülümseyişiyle, kandırmaya çalışan bir sesle, bunları da alması için nerdeyse yalvardı kapıcıya. Ev içinde kurtulması gereken daha nice şeyi düşündükçe ağırlaşan, yorulan bir vücutla çıktı merdivenleri, kapıyı kapattı, girişte duran vazodaki «immortelle»leri görünce üşüdü, kapıya dayandı. «Ölmez bu çiçekler,» demişti çiçekçi; duruyorlar işte, bu ölmediler mi demektir? İnsan nasıl bir çiçekte bile durallık, dayanıklılık arayabilir? Nasıl olsa yıkılası olan bir evin içinde bir ölümsüzlük olabilirmiş gibi! Çiçekleri ne yapmalı şimdi? Durmadan kapının önüne bir şeyler yığarsam, kapıcı haklı olarak isyan etmez mi? Merdivenlerin temizliğinden sorumlu o. Onu, merdivenleri yeniden ve yeniden temizlemeye zorlayamam ki. Çiçekler sonraya kalsın. Koridorda, ayakkabıların durduğu rafın perdesini açtı. Öyle sert bir hareketle yapmıştı ki bunu örtünün bütün tozları havalandı. Bütün bu örtüler, perdeler nice tozu biriktirebiliyor, belki de sadece toz biriktiriyor bunlar.
Asla başedemeyeceği, üstesinden gelemeyeceği kadar tozlanabilen bu eşyalara karşı gitgide çoğalıyordu nefreti. Ancak tozlanmalarına sürekli olarak engel olabileceğimiz kadar şeyimiz olmalı, ancak eskimeleriyle başedebileceğimiz, sürekli olarak yenileyebileceğiniz onarabileceğimiz kadar eşyamız olmalı. Rafta duran papuçlarının burunlarını, topuklarını inceledi, çoğu aşınmış, belki giyerim, belki yenisini alamam, diye birikmiş bir yığın pabuç. Alamamsa alamam, o zaman bir yığın beceriksizliğe bir de pabuçsuzluk katılır. Pabuçları kapıcıya versem mi? Kapıcı kuşkulanabilirdi bu durumdan. Şimdi durup dururken, gözle görülür hiç bir nedeni yokken, birinin size bir şey vermeye kalkışması, hele, siz istememişken size bir şey verilmesi kuşkulandırmaz mi sizi? Birinin durup dururken boş bir kâğıt verişi bile kuşku verici olabilir. Niçin verdi bu kâğıdı bana? Benden kalem istemek için mi? Yoksa bu kâğıtlara onun çıkarına bir şeyler yazmam için mi? Ya da bu kâğıtlara olmadık kişilere aşk mektupları yazarak suç işlememi mi bekliyor? Ben bu kâğıtlara anlamsız şeyler yazmakla oyalanırken o bana önemli bir kazık atacak belki. Kapıcı da, şimdi ona, bu tencere tavanın ardından bu pabuçları da verirsem kuşkulanacaktır. Bu kadın bu pabuçları niçin verdi durup dururken? Aylığımı vermemek için mi? Belki de ev sahibesine beni çekiştirdi, şimdi gönlümü almak ist’yor.
Pabuçları koridora bıraktı, yarın veririm. Ama pabuçlar evin girişinde bir tekerleğin dönmesini engelleyen biçimsiz taş yığınları gibi duruyorlardı. Onları hemen vermezse, onlardan hemen kurtulmazsa, eviçini dolduran tuğla, kireç, toprak yığınlarını nasıl aşıp da düzlüğe, genişliğe, özgür bozkıra kavuşacaktı tekerlek? Pabuçları yüklenip merdivenlerden aşağı indi, sokaktan gelip geçen olmadığına emin olduktan sonra pabuçları sokak kapısının yanındaki çöp variline atıverdi. Çok zaman alıyordu bütün bunlar, düzlüğe, genişliğe varan bu yol dolambaçlıydı çok. Bunca sıkıntının ardından sadece birkaç pabuç, tencere tava, gazete, şişeden kurtulmuş olmak umut kırıcıydı. Dağın öbür yamacındaki bitimsiz ovaya varmak için geçilmesi gereken tünele sığışmasını engelleyecek ne çok yükü vardı daha. Salona girdi. Çok eşya vardı; tünelin girişi kocaman kocaman kaya parçalarıyla kapanmıştı iyice. Bir eviçinde aynı anda kaç kişi oturur ki; bütün bu koltuk divan kalabalığını nasıl edinebilir insan? Sayısız insan oturabilir burda, bir eviçinde diyelim on kişi bir arada olsa, on kişinin aynı anda oturmasını sağlamak için bunca eşya edinmek ne budalalık! Tünelin gîrişi açılmalı, bu koca koca kayalar son bir güçle kaldırılıp atılmalı uçurumdan aşağıya. Koltuklardan birineoturdu. Kapadı gözlerini.

Camekânlar geçti gözünün önünden. Yaldızlı ferfprje takımlar, maun, ceviz, ağır tahtadan yemek takımları, kristal camlı, İçi şıkırtı dolu vitrinler, mor, eflâtun şanjanlılâke boyalı yatak odası takımları, kristal avizeler, köşeleri pirinç kakmalarla süslü servis masaları, akıl almaz çirkinlikte, bayağılıkta ve pahalılıkta eşyalarla tıkış tıkış camekânlar. Bu biçimsiz, anlamsız kaya parçalarını edinmek, satınalmak için harcanan çabaları, sabah işe giderken ve akşam işten dönerken saatlerce beklenen dolmuş kuyruklarını, «evet efendim» leri, ovuşturulan elleri, beyinlere sinen hesapları, pirinç ayaklı bir salon abajuru alabilmek adına yapılan hasislikleri, acıların, açlıkların, ölümlerin yanıbaşından eşya taksitlerinin yüklediği dalgınlıkla geçip gidivermeleri, değişmesi gereken koltuk yüzleri uğruna söylenen bayağı sözleri, hep daha çok şişen boyun damarlarını, bel ağrılarını, sahte sırıtışların arasından sızan tükürükleri, katılaşan, zalimleşen, tahtalara, madenlere, pirinçlere bakmaktan camlaşan, bir eşya yüzeyi gibi sadece öteki eşyaları yansıtan gözleri düşündü. Gitti bir çarşaf aldı eline, en gerekli, bir tüneli geçebilmek için gerekli şeylerini bu çarşafın altına tıkıştırdı, sığıştırdı, bu çarşafın dışında kalan her şeyi satmalı. Kime? Kim kimin sıkıntısını, ahmaklığını, tutsaklığını satın alır?

Balkona çıkıp eskici beklemeye başladı. Bekledikçe kırılıyordu umudu. Beklemek, değişmesi mutlaka gereken bir durumda beklemek bir çözüm olamaz ki. Aslında hep değişen, ağır, çıldırtıcı ağırlıkta değişen şeyleri görememenin adı beklemek olabilir. Ama mutlaka değişmesi gereken, bir anda değişmesi gereken bir durum, durmakla, hiç bir şey yapmamakla sağlamlaşır ancak. Bunun adı beklemek olamaz, bunun adı miskinlik, korkaklık olabilir. İçeri girdi. Ne yapabilirim bu eşyaları, yakabilir miyim? Ya da şu caddeye gizlice yığıp kaçabilir miyim? Ama bunun için geceyi beklemem gerekiyor. Gece, uyuyan insanların gözünden en güzel değişimleri gizleyen gece, onu beklemeye zamanım yok, sokağın başından duyuldu kurtarıcının sesi : Eskiciiiiii! Eskiler alayım… Eskiyle… parayla… eskicini! Bu eskicilik denen şeyi kim başlatmışsa, kimse bu ilk kurtarıcı, ilk peygamber, kutsayabilirim onu. Yükleri, fazlalıkları, birikmiş can sıkıntılarını, toz bezlerini yüklenip giden, üstüne bir de para veren biri olmayı seçen eskici geliyor. Ayak bileklerinden eşyalar zinciriyle bağlanmış forsaların gözünde umut belirdi. Ya gelmezse eskici, ya kapının önünden geçer de durmazsa. Balkona çıkıp bağırdı : Eskicüii!
Eskici yaklaştı, yaklaştı, tünelin girişindeki kayalar irileşiyordu gözünde, tünele girip özgürlüğe, ovaya varmak umudu azalıyordu, Durdu Eskici.
— Ne var abla?
— İçeri gelir misin biraz?
— Elbet… Giriş yandan mı?
Koştu kapıyı açtı. Eskiciyi içeri aldı. Eskici hemen koridorda asılı paltoyu incelemeye başladı Evirdi, çevirdi eyvah sadece bunu alacak, başka satılık bir şey yok sanıyor. Şimdi buna bunca zaman harcarsa… yok yok hemen göstermeli eşyaları, tünelin girişini açmak için dinamiti patlatıvermeli.
— Bu paltoya kaç para istiyorsun abla?
— Dur acele etme.
— Bir şey demedik abla, ne istiyorsan söyle sen hele.
— Yok, yani…
— Satmayacaksan söyle abla… işimiz çok.

— Yok elbette satıyorum, satmaz olur muyum hiç, yani, yalnız onu satmıyorum.
— Başka ne satıyorsun abla? Önce şu paltoda anlaşalım da…
— Önce sana satacağım şeylerin hepsini göstereyim de toptan…
— Getir bakalım abla?
— Getirmekle olmaz, içeri gelsene sen. O önde, eskici arkada gezdiler odaları.
— Bu buz dolabını, bu fırını… bu mutfak dolabını, bu… iki koltuğu, bu divanı, bu koltukları da… bu kütüphaneyi… bu dolabı… çalışma masasını, masayı, iskemleleri, ütü tahtasını, ütüyü… bu yatağı… yok yok yatağı satmıyorum… şifonyeri, halıyı… yoruldu, oturdu, sustu.
— Ne istiyorsun abla?
— 1000 TL. (En azından bu ayın kirasını çıkaracak kadar bir şey istemeliyim Kirayı ödemeliyim ki bu evden ardımda iıiç bir şey bırakmadan çekip gidebileyim, kıra çıkıp gelincik toplayabileyim saatlerce. Yoksa o kıskanç hasis gardiyan bu kez bu boş eve kapatır beni, kirası ödenmediği için üstüme kalan duvarları, pencereleri bekletir bana. Niçin karyolayı satmıyorum dedim? Niçin düştüm anlamsız bir duygululuğun çelmesiyle.)
(1000 lira. iyi be, yahu yalnız şu otomatik çamaşır makinası temiz iki bin eder. Siftah iyi bugün, hemen almalı eşyayı, yanımda bin beş yüz var neyseki… kaçırmamalı, hemen almalı…)
— Aldım peki… Siftahımız seninle olsun abla… (Yahu aklım yatmadı bu işe ya!) Abla… kızma ama, bir şey soracağım sana… yani güceniklik olmasın…
— Parayı sonra vermek istiyorsan… yani ben de kirayı verecektim de…
— Yok öyle değil abla. Bak abla doğru söylüyorsun, benimle eğlenmiyorsun ya, yani bu eşyalar senin, değil mi? Sonra başkası çıkmasın da. Ben gidip arabayı getireceğim… gücenme yani, bazen oluyor, biri satıyor da sonra başka biri burda satılacak mal yok, deyiveriyor… Geçende cadı karının biri bana bir yığın şey sattı, sonra araba getirdim, adamın biri üstüme yürüdü, meğer damadıymış, karısından boşanmış, kaynanası inat olsun diye eşyaları satmış.
— Yok, yok sen git al arabayı, gel hemen.
— Peki, burdasın dii m» abla? Hemen gelirim. Pey bırakayım mı abla? Hemen gelirim. Başkasına satmaca yok abla.
Gitti. Ya gelmezse… Ya yol üstünde benim gibi ayak bileğindeki zincirden, hasis çabalardan, kıskanç başeğmelerden. sapmış faydadan, gösterişçiliğe dönüşmüş güzellikten kurtulmak isteyen başka biri çağırırsa onu? Daha ucuza satan biri. Daha ucuza satamazdım ki! Bana inanmazdı bir kez. Yine de inanmadı. Kira hikâyesine falan. Bedava veremem ki! Kim bir insanın ansızın eşyalarından bedava kurtulacak kadar akıllanabileceğine inanır. Almaz eşyaları… Almazdı. Belki de polise şikâyet ederdi beni. Beklemeli. Niçin bu karyolayı da satıyorum demedim? Bu karyolayı ne yapacağım ben şimdi? Onun için başka eskici mi arayacağım? Ya bugün başka eskici gelmezse? Hazır araba da getirecek… Şimdi ona. bu karyolayı da satıyorum, desem garip olacak, iyice kuşkulanacak benden, inandırıcı olmak için bazı şeyleri satmamak gerek. Nasıl para isteyebilirim bu karyola için. Güzelim dokunuşlar, hızlanan yürek atışları, bahar kokusuyla yüklü tad için para istenemez ki. Ama bir karyolanın, alt tarafı anlamsız bir düzlemin bir şeyleri, hele birini düşündürebilmesi ne ahmaklık. Bir insanla bir karyola arasında bağlantı kurulur mu hiç? Birlikte yenilen bir yemekten sonra, sıyrılmış tavuk kemiklerine bağlanmak, onları çöp tenekesine atamamak neyse bu da o. Satmıyorum demeseydim keşke. Niçin bir işi tam yapamıyorum, niçin kekeleyiveriyorum bir çığlığın orta yerinde?
Kapı çalındı… Nasıl da çabuk geldi. Ne iyi, ne mert bir eskici bu.
Kapıyı açtı.
— Çabuk geldin.
— Köşeden araba buldum abla.
Karyolaya oturdum. Eskicinin eşyaları anlaşılmaz bir tutku, acelecilikle, beraberinde getirdiği bir yardımcıyla yüklenip götürmesini seyrettim. Şu karyolayı niçin satmamıştım sanki. Ne saçma bir duyarlılık. Sanki bana ait olmayan bir şeyi satıyormuşum gibi, sanki o tek başına gerçekleşmesi mümkün olmayan alışverişi, dostluk sevinç yüklü solukları, yeşilliği ve ölümü hatırlatan, yakınlığa uzaklığa, uykuya uyanıklığa gebe tadı satıyormuşum gibi.
— Ne düşünüyorsun abla? Üzme be canını… Geçer bunlar… İstemiyorsan satma be abla?
Döndü .eskicinin her zaman bezirgan sanılan gözlerinde bir yakınlık, yumuşaklık, sıcaklık sezdi. Bu gözlerin böyle bakabilmeleri için bile olsa eşyalardan kurtulmaya değer. Ah… sadece bu karyolayı da satmadığıma üzüldüğümü nasıl söylemeli ona?
— Yok yok işine bak sen… Hangi arabaya yüklüyorsun eşyaları?
— Oduncunun arabası boşalmış, ona rasladım da… anlaştım onunla.
— Söyle ona, seninle işi bittikten sonra gene buraya gelsin.
— Başka satılacak bir şey mi var abla?
— Yok yok, öyle işte. atlı arabaya binmek istedi canım.
Acıma şaşkınlığa dönüştü. Belki deliydi bu kadın. Şaşkınlık korkuya dönüştü. Sağı solu belli olmaz böylelerinin. Eşyaları alıp bir an önce gitmeli. Sonra satmayacağım diye tutturuverir. Çabuk çabuk taşıdılar eşyaları, ev çabuk çabuk boşaldı, genişledi, büyüdü, bir ev ne kadar derinlik, boyut kazanabilirse öyle boyudandı. Kapandı kapı. Sessizlik. Yatağın üstünden kalktı. Evin içini adımlamaya başladı. Adımladıkça artıyordu ferahlığı. Evin içinde koşmaya başladı. Bir ev içinde koşmanın aslında ne kadar zor olduğunu bilenler bu rahat koşuşa nasıl imrenmesinler. Ancak çocuklar, iskemlelere takılmayı göze alarak yemek masasının çevresinde koşuşurlar. Bu koşuşlar da devrilen iskemleler, vazo kırıkları önünde tokat yemiş yanağını ovuşturarak ağlayan bir çocuğun hüzünlü anısında kalır. Unutulur, bütün hüzünlü anlar gibi. Koştu, koştu, sonra pabuçlarını çıkarıp muşamba üstünde kaymaya başladı. Koştukça hızlanıyor, kayıyordu. Kahkahalar atıyordu. Ayağına takılması gerekip de takılamayan halıları, koltuk bacaklarını düşünüp şaşıyordu. Ayak bağlarından, engellerden böyle ansızın ve çabucak kurtulunabilirmiş demek. Kaydı, kaydı, ufak bir kız çocuğu buz tutmuş caddede hızlandı, hızlandı, hızın sıcağa dönüştürdüğü soğuk alev alev yandı yanaklarında, ardından bağırıyordu anası, eve. sobanın üstünde kaynayan çaydanlığa, is tutup ovulması gereken çaydanlığa, kirli ellerle kurulanınca kararan havlulara, durmadan kırılan çorba kâselerine çağırıyordu. Çocukluktan en çok bir oyuncak ayı, uyurken düşülen bir yatak ve sevilmeyen yemekleri çoğaltan tabaklar kalır akılda, gene de hep eşyalar kalır, biraz da insanlar, özgürlük anlarının orta yerinde çorba kâselerini hatırlatan. Kaydı, kaydı, bir şangırtıyla geldi kendine. Hızla balkon camını delip geçtiğini anladı. Durdu cam kırıklarının orta yerinde. Kanıyordu elleri. Ev cam sınırını aşmaya kalkanın akıtırdı kanını. Zil çaldı. Arabacı gelmişti işte.
— Beni çağırtmışsın abla? Arabacı, eskiciden İşitmiş olacağı cümlelerle biraz şaşkın, biraz meraklı…
— Şu yatağı taşır mısın arabana… Götüreceğiz bunu.
— Nereye?
Duymamış göründü soruyu. Yatağın büyük bir özen, titizlikle, hiçbir zarara uğramadan arabaya bindirilmesine çok önem veriyormuş gibi yaptı.
Bir saattir arabayla dolaşıyorlardı kenti. At arabasının ortasında, sanki gittikçe daha güçlenen bir düşman gibi duruyordu yatak. Tünelin girişinde, tek, büyük, dinamit tanımaz bir kaya parçası dikilip duruyordu. Yatağın yanına, arabanın dibine çömelmişti. Atın sırtında gittikçe sıklaşan kamçı darbelerinden arabacının sabırsızlaştığı belli oluyordu.
— Odunu nereden alıyorsun sen?
— Elmadağ’dan.
— Oraya gideceğiz işte.
Arabacı daha da kuşkulanmaktan yorgun, bildik bir yere gitmekten rahatlamış, sürdü arabasını.
Sallana sallana, bir yatağın yapabileceği en büyük bir geziyi yapan yatakla vardılar Elmadağ eteğine. Ansızın korkunç bir güzellik karşıladı onları. Dağın eteğindeki çalıların üstü çöpİer, kâ^jıt parçaları, bez parçalarıyla kaplıydı. Çalılar üstlerine dökülmüş bu çirkin artıklarla ürkütücü, çarpıcı bir güzellik kazanmışlardı. Batan günün soluk renkleri arasında hiç bağdaşmayacak şeylerden kurulmuş yapı çarptı onu.
— Nedir bu?
Kentin bütün çöpü buraya atılır abla.
Bu güzelim dağ eteğine, bu vahşi yalnızlığa atılıyordu demek çöpler. Çöple dağ eteğinin kucaklaşması, eskiyle yeninin, ölümle diriliğin, pislikle temizliğin böylesine bağdaşması, yaratıcı bir güzelliğe dönüşmesi akıl almaz bir şeydi. Çalılar, kirli bez parçaları, limon kabukları, karton kutuları, eski pabuç tekleriyle noel ağaçları gibi süslenerek meydan okuyorlardı.
— Dur burda. Arabacı durdu.
— Yatağı burda bırakacağız.
Yatağı çöplerin, gittikçe ışıklanan noel ağaçlarının yanına bırakmak uzun sürmedi. Döndüler.
— Beni ana yolda bırak.
Ses etmiyordu arabacı. Belki de dönüp yatağı almaya düşünüyordu. Ama yatağın bırakılışı sırasında hiçbir istekte bulunmamış oluşu bunu yapmayacağını gösteriyordu. Bir cenazeden döner gibiydi o da. ölünün altın dişini sökecek kadar gözüpek değildi.
Kente vardığında akşam olmuştu. Belirli bir yerden belirli bir yere dönüyordu herkes. Kocalarının kollarına asılmış kadınlar vitrinlere çekiyorlardı onları. Çok ucuza satılan bir buz dolabını, yeni çıkmış bir fırını, ya da evlerinin şu ya da bu boş köşesini mutlaka doldurması gereken, belki yaldızlı, belki sadece cilâlı, belki de kolay başarılamayacak çirkinlikte desenli bir kumaşla kaplı bir koltuğu göstermek için. Nasıl kurtarmalıydı onları bu çirkinliklerden? Mefruşat mağazalarının hiç bitmeyen çirkin buluşlarından, sınırsız bayağılıktan, tornalı ayaklardan, madenî kakmalardan, ferforje aynalardan, şanjanlı cilalardan nasıl kurtarmalıydı? Bunlar adına yapılan sinsi toplama ve çıkarmalardan, ovuşturulan ellerden, yük beygirini ay başlarında boynuna takılan yem torbasından nasıl kurtarmalıydı? Kadınların vaktiyle güzel olan gözlerini camekânların bayağı zenginliklerini yansıtan cam yüzeylere dönüştüren bu eski, zorba kanunlar nasıl kaldırılmalıydı? Kartopuna sevinmiş avuçların titrek parmaklarla para saymaya başlamasına şaşmayan bu kent silkinemeyecek miydi havasız odadaki uykudan? Bütün bunları, mefruşat mağazalarının taksitle eşya satan, elektrikli merdivenli mağazaların eşyalarını, eviçlerinde birikmiş ve eskimiş eşyaları yükleyebilecek kadar büyük arabalı, bütün bunları satınalabilecek kadar gözüpek bir eskici gerekiyordu. Ne zaman gelecekti bu eskici? Televizyon ruhsatı ödeme kuyruğuna zincirlenmiş forsaları ne zaman kurtaracaktı?

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz